30 Aralık 2014 Salı

The Drop (2014)


Yönetmen: Michaël R. Roskam
Oyuncular: Tom Hardy, James Gandolfini, Noomi Rapace, Matthias Schoenaerts, John Ortiz, Michael Aronov, Michael Esper, Ann Dowd, James Frecheville, Elizabeth Rodriguez
Senaryo: Dennis Lehane
Müzik: Marco Beltrami, Raf Keunen

Sinemaya uyarlanıp başarılar kazanmış Mystic River, Gone Baby Gone, Shutter Island romanlarının yazarı Dennis Lehane'ın kısa hikayesi Animal Rescue'yu yine kendisinin uzatıp senaryolaştırdığı, adını da The Drop koyduğu film, Brooklyn'de yıllar önce Çeçen mafyasına sattıkları barı işletmeye devam eden Marv ve Bob kuzenlerin bir gece iki maskeli adam tarafından soyulmaları sonrası yaşananları konu alıyor. "Drop Bar", yani o gece yüklü bir mafya hasılatının toplanacağı, önceden belirlenmiş ve gizli tutulmuş mekan olma yolundaki kuzenlerin Super Bowl öncesi soyulmaları aslında bir provadır. Soygun sonrası Çeçenlerin çalınan paraları için sıkıştırmaları, soygunculardan birinin kimliği belirsiz biçimde öldürülmesi, dedektif Torres'in olayı çözme çabaları, Bob'a musallat olan ve etrafta nam salmaya çalışan bir serseri, onun eski sevgilisi Nadia derken ortalık epey karışık gözüküyor.

Ama Belçikalı yönetmen Michaël R. Roskam, tüm bu karışıklık ortamını sade bir anlatımla gerilim yaratarak betimlemeye çalışıyor. Nefes aldırmayan bir aksiyon yerine daha çok karakter odaklı bu anlatım, filmi daha ciddi bir zemine oturtmayı başarıp inandırıcılığını arttırıyor. Ancak öte yandan bazı anlarda fazla sade kalıp iletmesi gerekenleri yeterince iletemediği için güçsüz kalıyor. Yani belli bir denge tutturamadığı için final yolunda tansiyonu biraz yüksek tutsa da finalde bana göre çok etkili olamıyor. Filmi sıradan olmaktan kurturan özellikleri bir süre sonra onu sıradanlaştırabiliyor. Bob, Nadia ve yavru köpek Rocco arasındaki bağlar iyi kurulsa da sanki sadece Bob'un yalnızlığını daha keskinleştirmek için varlar. Filmin gerilimini hafifletecek Bob ve Nadia ilişkisi de Nadia'nın eski erkek arkadaşı Eric sayesinde bu gerilimin içine çekiliyor. Bu söylediklerim de ortalama bir yapımda hep olan şeyler. Ancak Roskam, gösterişsiz bir anlatımla, sıkıcı olma riskini de göze alarak (ve bence bu riski alıp sıkıcı olmayarak) tüm sorunları çözüyor.

Fırsatı olduğu halde yükselmeler yaşamayan naif Bob Saginowski ile Tom Hardy, kariyerinin son filminde izlediğimiz, onu çok özlediğimizi hatırlatan karizmasıyla usta aktör James Gandolfini ve diğer rollerde Noomi Rapace ve Matthias Schoenaerts filmde tuttukları köşelerin hakkını veriyorlar. 2012 Oscar ödüllerinde En İyi Yabancı Film kategorisine aday olan Rundskop ile tanıdığımız Michaël R. Roskam, Hollywood'a transfer olan bazı Avrupalı meslektaşları gibi gereksiz yere coşmadan, şımarmadan, elindeki değerli malzemeyi ziyan etmeden, henüz ikinci filmini Amerika'da çekme fırsatı elde etmiş bir yönetmende fazla rastlanmayan bir olgunlukla hareket ediyor. Ortaya çok üstün bir film çıkmasa da, The Drop hayalkırıklığı yaratmayan iyi bir suç filmi. Belki de tek hayalkırıklığı, biraz daha kanlı canlı gişe canavarı ön izlenimi vermesinden kaynaklı bir aldatmacanın yol açacağı hayalkırıklığı olsa gerek.

26 Aralık 2014 Cuma

Predestination (2014)


Yönetmen: Michael Spierig, Peter Spierig
Oyuncular: Sarah Snook, Ethan Hawke, Noah Taylor, Freya Stafford, Christopher Kirby
Senaryo: Michael Spierig, Peter Spierig, Robert A. Heinlein
Müzik: Peter Spierig

Robert A. Heinlein'ın All You Zombies adlı hikayesinden Michael ve Peter Spierig kardeşlerin uyarlayıp yönettikleri Predestination, hakkında çok fazla detay vererek keyfinin kaçırılmaması gereken son yılların kaliteli bilim kurgu polisiye örneklerinden biri. Gerçi onlardan fazla yok. Spierig kardeşlerin bilim kurgu sularına yelken açtığı, o sularda beyin fırtınalarına yakalandığı film, akıllara ilk elden Memento, Triangle, Looper gibi filmlerin kısır döngünde seyreden hikayesini geliştirmeye çalışan filmlerden. Hareketli açılış sekansından hiçbir şey anlamadan, ama ilerde ya da finalde taşları yerine oturtarak o anı bir kez daha izleyeceğimizden emin bir şekilde başladığımız film, başarılı kurgusu sayesinde meselesinin çözümünü filmin geneline ustalıkla yaymış denebilir. Gizli bir teşkilat bünyesinde zamanda yolculuk yapabilen isimsiz ajanımızı (Ethan Hawke), bir dizi bombalama eylemiyle New York'a korku salan, 112 kişinin ölmesine sebep olan "Fiyasko Bombacısı"nı önleme amaçlı gizli görevi için gönderildiği 1970 yılında barmen olarak izliyoruz. Film ne şekilde hareketlenecek diye beklerken bara gelen erkek görünümlü bir kadının barmen ajan ile adım adım geliştirdiği sohbete tanık oluyoruz. Açıkçası soğukkanlı görünümünün altına gizlediği bazı şüpheli halleriyle bombacının o olduğunu düşünebiliyoruz. Hayat hikayesini anlatmaya başlayan ve adının Jane olduğunu öğrendiğimiz bu kadının flashbackleri sayesinde sanki film içinde ilginç bir film daha başlıyor.

Filmin suç önleme amaçlı zamanda yolculuk temasına ne zaman ve nasıl destek vereceğini, hatta destek verip vermeyeceğini merak ettiğimiz bu yan hikaye uzadıkça ve kendine bağladıkça bir yan hikaye olmaktan çıkıp filmin gizemli bilim kurgu gövdesine güçlü bir dram takviyesi yapıyor. Bu merakımız ne yönde olursa olsun filmin itinayla korumaya çalıştığı sürprizleri yavaş yavaş açığa çıktıkça kendi kurduğumuz mantıkla filmin iyice karmaşıklaşan kronolojisi arasında bir mücadele yaşanıyor. Öte yandan film kendini bir çelişkiler yumağı haline getirmekten imtina edercesine karakter odaklı akıcı üslubunu sürekli geliştirmeye çalışıyor Spierig biraderler kendi benimsettikleri anlatım disiplini içinde bazı tutarsızlıklara, hadi söyleyelim, mantık hatalarına yol açması kaçınılmaz bir yola giriyorlar. Zaman yolculuğuyla suç önleme temalı bir filmde mantık hataları olduğunu dile getirmenin mantıksızlığı bir yana, bu fantastik atmosfer dahilinde kendi zeki düzeneğini kurmuş bir filmin yine de görmezden gelindiğinde kayıp yaratmayacak tercihleri seyircinin matematiğine ya da beklentilerine göre tasarlama mecburiyeti yok. Bu duruşunu hissettiğim Predestination da benim için yeterince iyi bir film.


Philip K. Dick'in kısa hikayesinden uyarlanan Steven Spielberg'in yönettiği Minority Report'ta bir benzerini gördüğümüz suç öncesi müdahale amaçlı bir teşkilatı anlatırken etrafa bir sürü ekmek kırıntısı bırakan, bunları detaylandırmaktan kaçınarak hem zamandan kazanan, hem gizemli yönünü palazlayan, hem de karakterlerine ve onların şekillendireceği zincirleme olay örgüsüne odaklanan film, Fiyasko Bombacısı'nı ararken Jane'in içine düştüğü döngüyü de dengelemeye çalışan ajanın nereye varmaya çalıştığını filmin son düzlüğüne kadar gizlemeyi başarıyor. O düzlükte işler öyle bir hal alıyor ki, açığa çıkan her gerçek, hatta söylenen her cümle yeni soruları da beraberinde getiriyor. Yapısı gereği kozlarını biriktirip şok bir final yapacak bir film olmadığından, o kozları zamanlaması iyi ayarlanmış biçimde geneline serpiştiriyor. Yüzlerce farklı sonla bitebilecek bir kıvama sahip olduğundan bu ihtimaller zincirinden bir halka seçerek, bunun yanında inkar edemeyeceği döngüye sadakat göstererek kapılarını yüzümüze kapatmıyor, kapatamıyor.

Yaşlandıkça değerlenen ve artık oturmuş performansıyla yönetmenleri rahatlatan Ethan Hawke'ın güven verici duruşu zaten malum. Benim için asıl sürpriz, çok dengeli, pürüzsüz ve etkileyici bir oyunculuk sergileyen, ilk kez izlediğim Sarah Snook'un farklı gelgitleri olan rolüne hakimiyeti oldu. Avustralya dışına pek çıkmamış oyuncunun bu filmle Avustralya Film Enstitüsü Ödülleri AACTA dışında hiçbir yerde aday adayı bile gösterilmemesini, filmin tanıtım eksikliğine bağlamak doğru olabilir. 2015'te dağıtılacak AACTA ödüllerinde En İyi Film, Yönetmen, Kadın Oyuncu ve Sinematografi olmak üzere dört dalda aday olan Predestination, Toronto After Dark Film Festivali'nde ise En İyi Bilim Kurgu ve En İyi Senaryo ödüllerini kazandı. Final yapsa bile aslında bir şekilde kendini farklı formlarda yenileyebilecek karakterde bir bilim kurgu, beraberinde buna başarıyla adapte olmuş bir dram izlemek, sonrasında da uzun süre fikir cimnastiği yapmak isteyenler için iyi bir fırsat.

24 Aralık 2014 Çarşamba

À l'intérieur (2007)


Yönetmen: Alexandre Bustillo, Julien Maury
Oyuncular: Alysson Paradis, Béatrice Dalle, Nathalie Roussel, François-Régis Marchasson, Jean-Baptiste Tabourin
Senaryo: Alexandre Bustillo
Müzik: François Eudes

Hamileliği sırasında geçirdiği trafik kazasında eşini yitiren Sarah, henüz kocasının yasını tutmaktadır. Doğumuna bir gün kala kendisini tanıyan gizemli bir kadın ansızın kapısında belirir. Sarah’dan ne istediği belirsiz olan bu kadının ortaya çıkmasıyla kâbus dolu anlar başlar.

Yüzde 90’ı tek bir evde geçmesine rağmen, bunun dezavantajını avantaj haline getirebilmiş, her türlü kesici aletin, haliyle her türlü kan akışının bol olduğu, hatta gore sınırında bir Fransız gerilimi. Bu gore sınırı nerede başlar, nerede biter bilmem. O yüzden sınırı aşmış mı, yoksa geri mi kalmış konunun uzmanları daha iyi bilir. Yalnız şu var ki, çok kanlı olmasına rağmen À l'intérieur’u sırf iş olsun kabilinden Hostel mantığıyla bir tutmak da yanlış. Gayet estetiğe önem veren bir film aslında. Sadece film olma yolunda özgün bir konu sıkıntısı var. Filmin iki yönetmeni Alexandre Bustillo ve Julien Maury, başrolümüze dadanan, amacına ulaşmak adına yoluna çıkan herkesi harcayan, sonunda da bu yaptıklarını (kendince) makul bir gerekçeye dayayan sapık tiplemesi iş görür şeklinde bir inanışa sahip anlaşılan. Fakat son zamanlarda gördüğümüz birtakım Fransız gerilimlerinin farklı bir yanı da var. O da üslup.

Her ne kadar hareket noktaları klişe olsa da. Gayet şık ışık/gölge oyunları, kanın neredeyse bir oyuncu gibi kullanımı, hele de tadı hala damağımda olan o fotoğraf makinesinin flaşı ile katili arama sahnesi gibi yaratıcı çabalardan söz ediyorum. Üstelik yıllandıkça vahşi cazibesi artan (ya da bana öyle gelen) Béatrice Dalle’i Uzakdoğu korkularındaki ürkünç kız çocuklarının büyümüş versiyonu şeklinde resmetmek de çok orijinal bir yaklaşım. Yoksa kim takar finalin tesadüfün iğne deliği bir intikama dayandırılan saçmalığını. Hoş, bu tip çıkışı olmayan finallere de sempatim vardır ama neticede çok gereksiz bir tesadüf yaratma çabası olarak gördüm. Keşke kadının amacını hiç açık etmeden öylece bitseymiş. Bu sayede üslup olarak klasını, konu ve final olarak da perçinlermiş bana göre.

19 Aralık 2014 Cuma

The Homesman (2014)


Yönetmen: Tommy Lee Jones
Oyuncular: Tommy Lee Jones, Hilary Swank, Miranda Otto, Sonja Richter, Grace Gummer, John Lithgow, Meryl Streep, James Spader, William Fichtner, Jesse Plemons, David Dencik, Tim Blake Nelson, Hailee Steinfeld
Senaryo: Tommy Lee Jones, Kieran Fitzgerald, Wesley A. Oliver, Glendon Swarthout
Müzik: Marco Beltrami

1800'lerin ikinci yarısında Nebraska'nın bir kasabasında akli dengelerini yitirerek tuhaf davranışlar sergileyen üç evli kadının Iowa'daki Metodist kilisesine götürülmesi gerektiğine karar verilir. Peder Dowd (John Lithgow), bu görevi kadınların kocalarından birine vermek istemektedir. Ancak onlar da ürünlerini ve çocuklarını bırakamayacakları için haftalar sürecek bu yolculuğa yanaşmazlar. Yine de Peder'in çektiği kurada çıkan kocalardan biri gitmeye yanaşmayınca, kasabada yaşayan 31 yaşındaki bekar toprak sahibi Mary Bee Cuddy (Hilary Swank) gitmeye gönüllü olur. Yolculuk hazırlıkları sürerken Cuddy, tesadüfen tam idam edilmek üzere ölüme terkedilen George Briggs'e (Tommy Lee Jones) rastlar ve onu kendisine yolculukta eşlik etmesi şartıyla kurtarır. Cuddy ve Briggs, birbirleri ve kendileri için tehlike arz eden bu üç kadınla birlikte zorlu bir yolculuğa çıkarlar.

Glendon Swarthout'un romanından Wesley A. Oliver, Kieran Fitzgerald ve Tommy Lee Jones'un uyarladığı, Tommy Lee Jones'un 2005 tarihli The Three Burials Of Melquiades Estrada'dan sonra ikinci kez bir uzun metraj için kamera arkasına geçtiği The Homesman, eksileri artılarından biraz fazla gibi görünen bir western. En başta konu olarak sıradışı bir yol filmi için gerekli olan unsurlar biraraya getirilmiş olsa da, bu kadınların neden Iowa Metodist Kilisesi'ne gönderildiklerine dair gerekçeler, üzerinde fazla durulmadığı için tam oturmamış, sanki sadece yolculuğun kendisine ve içinde yaşanacaklara odaklanılması gerektiği dayatılmış bir tutum var. Üç genç kadının delirme sebeplerini ortak bir yere bağlayacağına dair gizem yaratıp sonra da hiçbir yere bağlamamanın adı olsa olsa aldatmacadır. Keşke işi baştan sıkı tutup bu ilginç durumu "şeytanın esiri olma" halinden daha farklı bir zemine taşısaydı diyebileceğimiz film, bu mühim aksaklığı görmezden geldiğimiz vakit büyük oranda  Cuddy ve Briggs arasındaki çekişmelerden, itişmelerden ve yakınlaşmalardan beslenen yolculuğa adapte olmaya çalışıyor. Bu noktada fena sayılmayacak bir yol filmine de dönüşüyor. Ancak en ilginç ve dramatik karakter olan Mary Bee Cuddy'nin filmin bütün yükünü omuzlaması ve sürpriz bir kırılma noktası sonrası var olan tuz biber de ortadan kalkıyor.

Filmin yapımcıları arasında Luc Besson'un da olmasını neye yormalı bilemiyorum ama The Homesman, yönetmeni ve başrol oyuncusu ortak The Three Burials Of Melquiades Estrada ile karşılaştırıldığında onun yanında çok zayıf kalan bir film. Tommy Lee Jones, Amores Perros, 21 Grams, Frida, Babel, Biutiful, Lust Caution, Argo gibi filmlerin görüntü yönetmenliğini yapmış Meksikalı Rodrigo Prieto ile çalışarak Melquiades Estrada'nın güçlü western atmosferine benzer bir karakter oluşturmaya çalışmış. Çeşitli anlarıyla bunda başarılı da olmuş. Ancak film, yolculuk boyunca robot gibi tepkisiz üç kadının yükselişler göstermeyişiyle, kaçan Arabella'yı alıkoyan serseriyle, yolda karşılaştıkları Pawneelerle, konaklamalarına izin verilmeyen otel sahibine Briggs'in tepkisiyle eline geçen fırsatları işlemekte yetersiz kalan bir senaryoya sahip. (Burada Luc Besson'un günahı olduğunu pek sanmıyorum.) Oysa Cuddy, üç kadına yetecek kadar iniş çıkışlara, dramatik köşelere, kadın ruhunun derinlik içeren analizlerine muktedir bir karakter. Hilary Swank da zaten bu rollerin oyuncusu ve çok hakim bir performans gösteriyor. Ama bir tek onunla olmayacak kadar kuru kalabalık içeren The Homesman, bu kalabalığın şişirdiği irili ufaklı sahnelerle, kendi öz meselesini hakkıyla baştan sona elde tutamamasıyla, hele de resmen uzatılmış gibi duran son 10 dakikasıyla güçsüz bir yapım. Keşke şu kadroyla ve görüntü yönetmeniyle Guillermo Arriaga'nın özgün bir senaryosunu izleseydik.

14 Aralık 2014 Pazar

Lucy (2014)


Yönetmen: Luc Besson
Oyuncular: Scarlett Johansson, Morgan Freeman, Min-sik Choi, Amr Waked, Pilou Asbæk
Senaryo: Luc Besson
Müzik: Eric Serra

Luc Besson bitmiyor! Bir ara artık film çekmeyeceğini, sadece yapımcılık yapacağını söylediğini hatırlıyorum. Ama sadece yapımcı olarak kalmanın onu kesmeyeceği aşikar. Gerçi az film çekiyor ama bir önceki The Family faciasını ve şimdi de Lucy'yi görünce tez elden yönetmenlikten emekli olma zamanının geldiğini birilerinin söylemesi lazım diye düşünmeden edemiyoruz. Zamanında 2005 yapımı Angel-A için hiç iyi şeyler hissetmemiştim. Ama şu Lucy'yi görünce o filme bile haksızlık etmişim. Beyin kapasitesinin sadece %10'unu kullanabilen biz fanilerden biri birgün bu kapasiteyi %100'e çıkarırsa ne olur sorusunun Besson tarafından yanıtlanışı da ancak Lucy gibi çapsız bir filmle olurdu herhalde. Bu çapsızlığı Scarlett Johansson faktörü ile aşmaya çalışan, aralara boyundan büyük tespitler sıkıştıran, Morgan Freeman ve Min-sik Choi gibi iki klas karakter oyuncusunu da ne yazık ki buna alet eden Besson, %100 performans sonra olacakların kendince yorumunu çizgi film kolaycılığıyla ele almış. Çizgi filmlere hakaret niteliğinde anlaşılmasın ama "ben yaptım oldu" mantığıyla özel efekt süslemelerinin üzerini örtmeye çalıştığı bilimsel dayanakların sanki bu filmin ön planındaymış gibi gösterilmesi bile tam bir aymazlık.

Lucy'yi berbat bulmamda sorun bende mi değil mi emin değilim. Aynı meseleyi işleyen Alan Glynn romanından uyarlanan 2011 filmi Limitless'den bile tam anlamıyla tatmin olmadığım, bu beyin kapasitesinin %100'ünü kullanma mevzusuna sahip bir sinema filminden beklentilerimi epeyce yüksek tuttuğum için büyük ihtimalle sorun bende. Ancak Limitless bile bu mevzuyu daha derli toplu ve çoğu kez izlemesi keyifli anlarla renklendirmeyi başarmış bir filmdi. Olayın dramatik tarafını da unutmamıştı, işi desteksiz atılan bir bilimkurguya da çevirmemişti. Besson'un renklendirme yöntemleri Scarlett Johansson, abuk sabuk aksiyon numaraları, her türlü filmde kullanımı yasaklanması gereken French hip-hop türünde bir şarkı eşliğinde bir adet olmazsa olmaz şehir içinde araba takibi sahnesi ve devam filmine yeşil ışık yakacak final şeklinde sıralanıyor. Malum, Besson'un en önemli geçim kaynağını Transporter, Taxi, Taken gibi seriye bağlanmış filmler oluşturuyor.

Kısacası, beyin kapasitemizin %100'ünü kullandığımız vakit her türlü bilgiyi su gibi içebileceğimize, zekamızı sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda evrimleşebilecek derecede iyi kullanabileceğimize değil de, düşünce gücüyle insanları havada asılı tutabileceğimize ya da bayıltabileceğimize, bir USB içine depolayabileceğimiz bu bilgilerle aydınlandıktan sonra bir robot gibi ruhsuzlaşabileceğimize, nihayetinde acayip bir bilim kurgu garibesine dönüşebileceğimize inanan sığ bir film Lucy... Bir Limitless değil. Lucy - Leeloo çağrışımı yapılırsa bir The Fifth Element hiç değil.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Gone Girl (2014)


Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Ben Affleck, Rosamund Pike, Carrie Coon, Tyler Perry, Neil Patrick Harris, Kim Dickens, Patrick Fugit, David Clennon, Lisa Banes, Missi Pyle, Emily Ratajkowski, Sela Ward
Senaryo: Gillian Flynn
Müzik: Trent Reznor, Atticus Ross

En baştan söyleyelim, Gone Girl ile ilgili bu yazı spoiler içermez. Böyle bir uyarıyı bazı filmlerin eleştirilerinin ilk cümlesinde yapmak çok önemli. Çünkü o filmi izlememiş ama hakkında olumlu ya da olumsuz yorumlar okuduktan sonra kararını verecek olanlar için "sürprizbozan" içeren yazılara genelde pek rağbet edilmez. İsteyen, filmi gördükten sonra bu yazılara geri döner. Eleştiri okumakla işi yoksa film sonrası eş dostla kritiğini yapar, sürprizleri tartışır, finali yorumlar, sonra unutur gider. Ama eleştiri yazısının belli sorumlulukları vardır (ya da olmalıdır.) Hiçbir yazının, filmin tadını kaçırmaya hakkı yoktur. Spoiler içerikli yazıların kendilerine açtıkları geniş alanların, sağladıkları avantajların sadece filmi görmüş olanları ilgilendirmesine rağmen, ser verip sır vermeyen yazılar filmi görsün ya da görmesin herkese hitap edebilir.

Bu sürprizbozan meselesi eleştirinin şeklini şemalini de etkiliyor. Bazı yazılar itinayla sürprizleri açık etmeden merakı daha da körüklerken, spoiler içerikli yazılar, (kişi eğer izlemeden sürprizleri öğrenmeyi dert etmiyorsa) film sonrası kafa karışıklığını gidermek, ilgili referansları öğrenmek veya farklı bir bakış açısı elde etmek için okunuyor. Ama bence en güzeli, nasıl ki beğendiğimiz bir filmi sürprizleri bozmadan başkasına tavsiye edip aynı keyfi onların da almasını istiyorsak o haliyle bırakmak. The Sixth Sense, The Usual Suspects, Fight Club, The Others, Saw gibi filmler hiçbir zaman ilk izlendikleri anda bıraktıkları etkiyi bırakmayacaklar. Onları henüz izlememiş olanlara verilebilecek tavsiyelerde ya da eleştiri yazılarında alınması gereken bir sorumluluk var. David Fincher'ın son filmi Gone Girl, her ne kadar "şok" tabir edilen tek bir finale bel bağlamasa da, özellikle ortalarından itibaren ne yöne evrileceği kestirilemeyen psikolojik gerilim ağırlığını olay örgüsüyle çok iyi dengelemiş filmlerden biri. Onun hakkında yapılacak yorumlarda tansiyonu düşürebilecek açıklar verme tehlikesi mevcut. Üstelik bana göre David Fincher'ın Oscar kurnazı The Curious Case Of Benjamin Button, The Social Network, The Girl With The Dragon Tattoo üçlüsünden sonra hakkını verdiği gizemli gerilimlerine geri dönüş sinyali.

Gone Girl, bir dönem magazin yazarlığı yapmış ama işini kaybetmiş Nick Dunne ve "Amazing Amy" adındaki popüler çocuk kitaplarının yazarı Amy Dunne'ın 5. evlilik yıldönümleri sabahı başlıyor. O sabah ikiz kızkardeşi Margo'nun işlettiği bara giden Nick, bir süre sohbet ettikten sonra (ki bu sohbetten Margo'nun Amy'den pek hoşlanmadığını anlıyoruz) komşularından birinin onu araması üzerine eve döndüğünde evine girildiğine dair bariz belirtiler görüyor. Soğukkanlı biçimde karısı Amy'nin kaçırılmış olabileceğini düşünerek polisi arıyor. Bu andan itibaren çeşitli nedenlerle bu kayıp olayında tek somut şüphelinin Nick'in kendisi olduğuna dair bir sürecin içine çekiliyoruz. Çeşitli yerlerden çıkan ve üzerinde "ipucu" yazan zarflar, Nick'in Amy'nin kaybolmasına beklenen tepkileri vermeyişi, medyanın bu olaya fena halde abanması, olayı araştıran şüpheci dedektifler Boney ve Gilpin'in sıkıştırmaları, Amy'nin kayıp günlüğünün bulunması, olaya dahil olan başkaları, Nick'in hapse atılıp kefaletle serbest kalması ve nihayet Nick - Amy çiftinin öyle rüya gibi bir evliliğe sahip olmadıklarının anlaşılması Gone Girl için sadece bir girizgah olarak yazılabilir. Geri kalanı filmin kendisine bırakılmalı. Amy'ye ne olduğu sorusu da bir yazıda fazla kurcalanmamalı.


Gone Girl, hem kendi şimdiki zamanıyla, hem de geri dönüşleriyle evlilik kurumu üzerine Nick ve Amy üzerinden etkili bindirmeler yaptığı gibi, bunu kendi psikolojik gerilim ağından koparmadan gerçekleştirdiği için grafiğini aşama aşama yükselten bir film. Gillian Flynn'in kendi romanından senaryolaştırdığı filmin romana ne ölçüde sadık kaldığını ancak okuyanlar bilir. Ancak usta bir yönetmen olarak David Fincher'ın gerekli tüm önlemleri almış olmasıyla senaryonun roman kıvamını bozmadığı da söylenebilir. Amy'nin kaybolmasından itibaren hem bu polisiye olayın gidişatından, hem de bir evliliğin anatomisinden derlenen titiz bir kurgu söz konusu. Normalde birarada yürütülmesi zor sayılabilecek bu derlemenin üzerine bir de olaya dahil olan yoğun medya ilgisinin eklenmesi adeta bir meydan okumaya dönüşüyor. Üstelik filmin bu medya ayağı, alışık olduğumuz düz bir eleştirel tavırdan ziyade, daha detaylı boyutlarla filmin doğasına ortak olan gerçekçi bir medya psikolojisi sunuyor. Habercilerin bu evliliği didik didik eden, edemediği anlarda da kendi senaryolarını devreye sokan vicdansızlığına zaten hiçbirimiz yabancı değiliz.

Filmdeki Ellen Abbott ve Sharon Schieber adında tam iki adet "anchorwoman" profili, kayıp olduğu için mağdur pozisyonunda olan Amy'nin tarafından olaya bakarak rating usüllerine uygun biçimde Nick'e saldırmaya başlıyorlar. Nick de karısının kaybolmasına beklenen tepkileri vermediği, hatta kayıp fotoğrafının yanında gülümseyerek poz verdiği için onların ekmeğine yağ sürüyor. Kamuoyunu bilinçlendirmek adı altında kamuoyunun yatkın olduğu tarafı açıkça kollayan, karşı tarafı da türlü yöntemlerle infaza çalışan, ama hepsinin temelinde tek umursadığı izlenme oranları olan bu programcılar, kadın olmalarının da verdiği itici ikna gücüne sahipler. Ama ne zaman ki infaz etmeye çalıştıkları kişi kendilerine konuk olunca anlaşılması güç bir ikiyüzlülükle (veya yüzsüzlükle) olaya bu defa açık hedef gösterdikleri kişinin gözünden bakmaya başlayabiliyorlar. Nick'in ilk defa televizyona çıkacağı programdan önce avukatıyla pratik yaptığı sahne gibi her türlü mimik ve vücut dilinin dikkatle analiz edileceği, kurnaz sorulardan kıvrak biçimde sıyrılmanın kamuoyunun fikirlerini doğrudan etkileyeceği medya taktikleri de bu kaybolma hikayesinin önemli bir parçası olmayı başarıyor.


Kendi hayatında olamadığı ve gerçekleştiremediği herşeyi kendi yarattığı kitap personası Amazing Amy'ye yükleyen Amy ile, istediğini elde edene kadar romantik, sonrasında tipik maço kimliğini su yüzüne çıkaran Nick arasındaki tutkulu bir flörtten monoton bir evliliğe dönüşen ilişki didiklenmeye başlayınca filmin sırları yavaş yavaş açığa çıkıyor. Bu noktada filme dahil olan kişi ve olaylar, artık ulusal bir mesele haline gelen Amy'nin kaybolmasını yoğun ve acımasız bir mesaiyle takip eden medya sayesinde tek bir çatı altında toplanabiliyor. Filme omurga oluşturan bu birlik, her ne kadar bir Fincher yapımı özellikleri sergilemese de merak unsurunun altı hep ateşte tutuluyor. Final de etkileyici olunca, kazana konulan malzemelerden ortaya iyi bir yemek çıkıyor.

Oyunculuğu çoğu zaman sıkıntı olan Ben Affleck, canlandırdığı Nick'in şaşkınlık, tepkisizlik ve bu yüzden tekinsizlik duygularıyla uyumlu bir kimya yakalamış görünüyor. Zaten yüz ifadesi de bu hislere yabancı sayılmaz. Filmin en parlak performansı da olması gerektiği gibi İngiliz oyuncu Rosamund Pike'tan geliyor. Yan rollerde Carrie Coon, Tyler Perry ve Neil Patrick Harris de filmin humuruna uygun anlar sunuyorlar. Fight Club efsanesinin gizli kahramanlarından biri olan görüntü yönetmeni Jeff Cronenweth, daha sade bir işçilik sergiliyor. The Social Network ile Oscar kazanan Trent Reznor ve Atticus Ross ikilisi de filmi izlemeden içine dahil olunması güç bir karanlıkla bezeli müzikleriyle sanki yine aynı ödüle talipmiş gibi duruyorlar. Tartışılası birtakım mantık hatalarına karşın Gone Girl, Fincher filmografisi içinde Zodiac'ten sonra gelseydi ne tepki görürdü tartışılır. Ama bundan önceki üç filmi düşünüldüğünde bana "nihayet" dedirten bir yapım.

3 Aralık 2014 Çarşamba

As Above, So Below (2014)


Yönetmen: John Erick Dowdle
Oyuncular: Perdita Weeks, Ben Feldman, Edwin Hodge, François Civil, Ali Marhyar, Marion Lambert, Cosme Castro
Senaryo: John Erick Dowdle, Drew Dowdle

John Erick Dowdle'ın Drew Dowdle ile birlikte senaryosunu yazıp yönettiği As Above, So Below, genç ve gözüpek profesör Scarlett liderliğinde bir grup maceraperestin Paris'in metrelerce altında bulunan tarihi toplu mezarları araştırmak için gerekli makamlardan izin almadan gizlice yeraltına inmeleri ve orada başlarına gelen korkunç olaylar şeklinde özetlenebilecek bir film. Dowdle'ın bir İspanyol korku klasiği olan ilk [Rec] filminin kötü Amerikan versiyonu Quarantine'i çeken kişi olması, onun hakkında pek de olumlu şeyler düşündürmüyor. Ama daha çok korku / gerilim filmleri ikinci liginde tutunmaya çalışan Dowdle için As Above, So Below fena bir atak sayılmaz. Konusunun gerektirdiği klostrofobiyi çoğu zaman yansıtabilmesi ve ucuz germe numaralarına fazla abanmaması yüzünden olumlu puanlar toplayabilen Dowdle, ucuz germe numaralarının en sık çevrildiği halüsinasyon kolaycılığına kapıldığı bölümlerle ve hikayeyi çarpıcı bir sona ulaştıramadığı finaliyle maçı berabere bitiriyor. Hatta zamanında birinci ligde üstün bir mücadele sergilemiş The Descent olamayacağı halde, sahip olduğu potansiyelle "ikinci ligden The Descent'e cevap" tadında bir reklam sloganını hak edebilecek iken bu avantajı iyi kullanamamış olmasıyla 1-0 yenik sayılabilir.

Simya biliminin dünyada en önde gelenlerinden biri olan ama pek açıklık getirilmediği üzere intihar eden babasının izinden Felsefe Taşı'nın peşine düşen Scarlett'in bu macera tutkusu, samimiyetine inandırmayı başarıyor. Türkiye'deki bir macerada terk etmek zorunda kaldığı arkadaşı George'u ve üç kişilik bir Fransız araştırma ekibini ikna çabaları ve mağaraya iniş hazırlıkları 88 dakikalık filmin ilk 20 dakikasını aldığı halde bir an önce yeraltına inme isteği duyuyoruz. Bu arada filmin baştan sona çeşitli kameralarla "buluntu film" mantığıyla çekildiğini eklemeyi unutmayalım. Bunu unutma sebebimiz de, artık her çekilen üç gerilim filminden birinin bu yöntemle karşımıza gelmesi olsa gerek. Bu noktada Dowdle'ın bulduğu çözümler ekibin kameramanı Benji'nin el kamerasıyla sınırlı kalmamış, herkesin kafasında küçük kameralar bulunan kasklar sayesinde sanki biraz da [Rec]²'dan esinlenildiği ortaya çıkmış. Tabii kurgunun selameti açısından sahnelere kimin kaskından baktığımızın seçimi yönetmene kalmış. Zaten ilk [Rec]'i orijinal kılan, baştan sona tek bir kameraya sadık kalması iken, [Rec]²'da bulunan bu kasklı çözüm mertliği biraz bozmuştu.

Konuyu fazla dağıtmadan özetlersek As Above, So Below, klostrofobiyi tetikleyen filmleri, found footage türünde çekilmiş filmleri, ekipteki kişilerin birer birer öldürülmeye başlandığı kanlı gizemli filmleri veya bunların hepsini sevenleri memnun edebilecek özelliklere sahip bir yapım. Fakat bu satırlarda adı geçen The Descent veya [Rec] gibi mühim korku filmlerinin derinliğine sahip olmak üzerine bir iddiası yok. Hal böyle olunca suyunun suyu benzeri binlerce korku filminden biri olduğu da söylenebilir. Bunların arasından çeşitli cevherler bulup çıkaran sinefillerin bu filmden pek bir orijinallik bulabileceğini sanmam. Finalde kameranın yere ters konmasıyla elde edilen görüntünün filmin adıyla örtüşen konumu, Perdita Weeks ve Ben Feldman'ın abartısız performansları, kameraman Benji'nin kemikler arasında sürünürken sıkıştığındaki ruh halinin sahiciliği benim aklımda kalanlar. Filmin korkutma yetisi varsa büyük oranda klostrofobi kaynaklıdır, yoksa beklenen ani hamlelerin sağladığı ani korkular iz bırakır türden değil. İran sınırını geçerken otobüste, Paris'te de bir gece kulübünün önünde birkaç saniyeliğine gördüğümüz iki kadının bakışları bile filmin yarısından daha korkunçtu belki.