26 Ocak 2017 Perşembe

The Happiest Day In The Life Of Olli Mäki (Hymyilevä mies) (2016)


Yönetmen: Juho Kuosmanen
Oyuncular: Jarkko Lahti, Oona Airola, Eero Milonoff, Joanna Haartti, John Bosco Jr.
Senaryo: Mikko Myllylahti, Juho Kuosmanen
Müzik: Laura Airola, Joonas Haavisto, Miika Snåre

Finlandiya'nın yetiştirdiği en önemli boksörlerden olan Olli Mäki, Amerikalı Davey Moore ile 17 Ağustos 1962'de yapacağı tüy siklet dünya şampiyonluğu unvan maçı öncesi ülkenin ve basının yoğun ilgisi altındadır. Tüm Finlandiya için onur mücadelesi haline gelmiş bu maç, Olli'nin menajeri ve antrenörü, aynı zamanda eski şampiyon boksörlerden biri olan Elis için de çok önemlidir. Elis bu maç için birçok sponsor ayarlamış, bir belgesel ekibiyle anlaşmış, maça kadar karısı ve üç çocuğuyla yaşadığı evini Olli'ye açmıştır. Herkes maça kilitlenmiştir. Olli hariç! Çünkü o kısa bir süre önce tanıştığı Raija'ya sırılsıklam aşık olmuş, ondan başka birşey düşünemez hale gelmiştir. Bu durum, güçlü rakibiyle hayatının maçına çıkacak olan Olli'nin konsantre olmasını güçleştirecektir.

Juho Kuosmanen'in Mikko Myllylahti ile birlikte gerçek olaylardan esinlenerek senaryosunu yazıp yönettiği The Happiest Day In The Life Of Olli Mäki, benzerine rastlanmayacak türden bir boks filmi. Bu türdeki filmlerden alışık olduğumuz dram yükünü bir yük gibi değil, bir hafifleme yöntemi olarak kullanan Kuosmanen, Olli'nin omuzlarındaki gerginlikle, onun Raija'ya olan naif sevgisini dengede tutarak seyirciye aktarmayı başarıyor. Beyaz perdedeki boksörlerin birey olarak kendilerini ispatlamak, ekonomik ve sınıfsal zorluklarla mücadeleyi kazanmak, ünvan elde etmek gibi çeşitli amaçları olmuştur. Bu yolda karşılaştıkları zorluklar, çalışma aşamaları, nihayet büyük günün gelmesi ve sonunda zafer kazanmak üzerine ezberletilmiş bir senaryo şablonu mevcut. Aşk kavramı da bu karakterlerin hayatında hep ikinci, hatta bazen üçüncü planda kenar süsü gibi kalmıştır. Oysa Olli Mäki, Raija - Olli aşkını bu boksa dair ezber kalabalığından sıyırıp kendi melankolisinde var etmeye çalışan bir film. Başka bir deyişle, boks sporunun ve başarı beklentisinin yarattığı stresin karşısına bu sevimli aşkı koyarak o tezatlık bünyesinde aşkı daha da sivriltiyor.

1962 yılının nostaljisini yansıtmak, aynı zamanda o nostaljiye saf ve temiz bir aşk karakteri kazandırmak için en doğru tercih sayılabilecek siyah beyaz doku, filmi güçlü hale getiren en önemli unsurlardan biri. Renkli çekilmiş olsaydı, hem Finlandiya kırsalında geçen sahnelerin pastoral ruhunu, hem de filmin kalp çalan aşk temasındaki ince hüznü tam yansıtmayabilirdi. En ufak bir gerilim ve denge kaybı içermeyen bu sevgi, asıl gücünü de zaten bu özelliklerinden alıyor. Öyle ki, filmdeki sinema tarihinin en tuhaf evlilik tekliflerinden biri de aslında bu doğal dengenin yansımalarından. Haliyle bu mütevazi filmde aynı mütevazilikte, fakat bir yandan da çok inandırıcı bir aşık profili bulunması gerekir. Hatta bir boksör profilinden daha inandırıcı olmalıdır. İşin o kısmını da çekingen ve saf Olli rolüyle Jarkko Lahti, iç ısıtan gülümsemesi ve güzelliğiyle Raija rolüyle henüz ilk filminde Oona Airola başarıyla hallediyorlar. İkilinin masum, çocuksu ve derinlerde hissedilen tutkulu aşkı, siyah beyaz ambiyansın çekiciliğiyle perdeye çok samimi yansıyor. Film, boks gibi maskülen bir sporun iticiliğine uçurtma uçurarak, bisiklete binerek, dans ederek, en önemlisi de gözlerin içini güldüren bir aşkla cevap veriyor.

16 Ocak 2017 Pazartesi

Listen To Me Marlon (2015)


Yönetmen: Stevan Riley

Marlon Brando'nun ikon haline gelmiş filmlerinden, çeşitli yerlerde yayınlanmış, aynı zamanda daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış arşiv görüntülerinden, en önemlisi de yüzlerce saatlik ses kayıtlarından Stevan Riley'nin kurguladığı Listen To Me Marlon, aktör hakkında bilgisi olan olmayan herkesin mutlaka görmesi gereken bir belgesel. Standart biyografik içerikli bu tip belgesellerden farklı olarak, aktör hakkında yakınları veya iş arkadaşlarını konuşan kafalar şeklinde montajlayan anlayıştan uzak bir anlatım mevcut. Çünkü hali hazırda Brando'nun kendi sesinden olağanüstü bir samimiyet, şiirsellik, dürüstlük, keder taşıyan duygularını bu görüntülerin fonunda dinliyoruz. Yıllara yayılmış bu ses kayıtları sayesinde bir anlatıcıya gerek duyulmayan muhteşem bir otobiyografi izliyoruz. Aktörün son yıllarında yaşadığı aile trajedisiyle başlayan film, oraya daha sonra tekrar dönmek üzere kronolojik bir anlatımla yola koyuluyor. Çocukluğunu, ailesini, New York'a gelişini, oyunculuğa başlamasını kendi ağzından dökülen edebi, felsefi, naif ve içten cümlelerle duyuyor, film kareleri ve fotoğraflar eşliğinde de görüyoruz.

Birgün bu belgeselin çekileceğini biliyormuş gibi hayatından pasajları aktaran Brando'nun çok yetenekli, yakışıklı, çapkın bir film yıldızı olmasının ötesinde yaşadıkları ve hissettikleri çok önemli. Kendi hayatını kendi sesiyle yorumlayan bu büyük efsanenin derinlerinde nelerin yattığını psikolojik, felsefi ve edebi ifadelerle duymak, ironik biçimde en ufak bir yabancılaşma yaratmıyor. Herkesin onu tanıdığı A Streetcar Named Desire, Viva Zapata!, Julius Caesar, On The Waterfront, The Godfather, Last Tango In Paris, Apocalypse Now gibi sembol olmuş yapıtlar sayesinde efsane statüsünde bir aktör olması, onu duyarsız, vicdansız, şımarık, kadın düşkünü bir züppe yapmıyor. Moskova Sanat Tiyatrosu'nun kurucusu ve sanat yönetmeni Konstantin Stanislavski'nin oyunculuk tekniklerini Amerika'da yaygınlaştıran oyuncu ve tiyatro eğitmeni Stella Adler'ın hocalığında kendini geliştiren Brando'nun oyunculuk sanatına bakışındaki ilginç ama gerçekçi tutumu da onu salt bir oyuncu olarak görmemizi sorgulatıyor. Zaten o da kendini sadece bir oyuncu olarak tanımlamıyor. Adler'in Brando'da gördüğü ışık, dönemin sinema dünyasını kısa sürede aydınlatıyor.


Rol yapmanın, yalan söylemenin hayatın bir parçası olduğunu, "rol yapmak, hayatta kalmaktır" veya "hepimiz rol yaparız, kimileri bundan para kazanır" cümleleri ile dile getiren Brando'nun aktörlük hakkındaki fikirleri, tıpkı başka konularda olduğu gibi hassas, samimi ve derin. Hatta yönetmenlerin oyuncuları gerçek anlamda yönetmediklerini, yönetemeyeceklerini iddia ediyor. Hem rol yapma işini bu denli içselleştirdiği, hem de özgürlüğüne düşkünlüğü sebebiyle zaman zaman yönetmenlerle ters düştüğü, çekimleri aksattığı, senaryoya müdahale ettiği yönünde de kendisinin kabul etmediği bir şöhreti var. Bu yüzden iki önemli filmde çalıştığı Francis Ford Coppola ile arasının kötü olması bir referans olarak aksettirilmiştir. Tabii Brando'nun hayatında karanlıkta kalmış bazı kişi ve olaylara belgeselde rastlamıyoruz. Ama bu durum gidişat yönünden akış değiştiren veya aktörün efsanesine gölge düşüren nitelikte olmadığı için sıkıntı yaratmıyor. Çünkü Marlon Brando dendiği zaman güçlü bir oyunculuk kadar başka unsurlar da hep işin içine giriyor.

Hayatın içinde üstlendiği farklı rollere de tanık olarak Brando'nun insani meziyetlerinin farkına varmamızı sağlayan belgesel, onun 70'li yılların hararetli ırkçılık ortamında Kara Panter hareketini, Martin Luther King'i desteklemesine de değinmekte. O dönem bu tavır inanılmaz bir cesaret örneği olarak görülüyor. Ama cesaret dediğimiz şey, onun insanca yaşama hakkına göstermiş olduğu ve her sanatçının göstermesi gereken doğal bir duruştu. Kızılderili halkına yapılanlara tepki olarak The Godfather ile kazandığı, her oyuncunun rüyalarını süsleyen Oscar'ı reddetmesi de öyle. "İnsanlar oğullarının Vietnam'da ölmesinden gurur duyduklarını anlatıyorlar. Ebeveynler öyle boş ki, inanç sistemlerini değiştirmek yerine çocuklarını öldürüyorlar. Mitlere ihtiyacımız var. Mitlerle yaşıyor, mitler için ölüyoruz" cümleleriyle Vietnam savaşı özelinde savaş karşıtlığını, tarihin her döneminde hep bir silah, koz, kılıf olarak kullanılmış inanç sistemi ile birlikte eleştirerek geniş bakış açısını yansıtıyor. Bu geniş perspektif sayesinde tüm bu başlıkları özümsenebilir bir edebi yoğunluk, aynı zamanda somut bir gerçeklikle aktaran belgesel, evlat, sanatçı, aşık, aktivist, baba, dede, en önemlisi de insan olarak Marlon Brando portrelerini onun sesinin sıcaklığıyla yaşama olanağı tanıdığı için çok önemli ve benzersiz bir yapım.

12 Ocak 2017 Perşembe

Toni Erdmann (2016)


Yönetmen: Maren Ade
Oyuncular: Sandra Hüller, Peter Simonischek, Thomas Loibl, Michael Wittenborn, Trystan Pütter, Hadewych Minis, Ingrid Bisu, Lucy Russell
Senaryo: Maren Ade

Uluslararası bir şirkette danışmanlık yapan işkolik Ines ve duygusal olarak kızına bir türlü ulaşamayan babası Winfried arasındaki ilişkiyi ele alan Maren Ade'nin yazıp yönettiği Toni Erdmann, 2016'nın en iyileri listelerinde başa oynayan yaklaşık 160 dakikalık bir sözde komedi dram. İlerlemiş yaşına rağmen mizah anlayışını kaybetmemiş Winfried'in, kızı Ines'in yoğun iş temposu nedeniyle mutsuz ve sıkıcı hayatını renklendirmek istemesi, fakat bunu babası Winfried olarak değil, kendi yarattığı Toni Erdmann karakteri olarak yapmaya çalışması konu bakımından gerçekten çok çekici. Ama Ade'nin anlatımı hem süre, hem de üslup yönünden filme karşı ayrı ayrı sevgi ya da nefret ilişkisi, hatta ikisi birarada duygular inşa edebilecek kadar tartışmalı. Kendi adıma uzun ve yorucu bulduğum filmi bitirdikten sonra, hakkında yazılıp çizilen başyapıt etiketli onlarca yazının üzerine acaba yanlış filmi mi izledim diye düşündüm. Elbette başı sonu belli bir Hollywood ana akım özentisi veya absürt bir bağımsız beklemiyordum. Hatta tam olarak ne beklediğimi de bilmiyordum ve bu durum benim açımdan filmi daha cazip kılıyordu. Ne var ki bu beklenti / beklentisizlik hali, hiç de büyüleyici olmayan biçimde sonlanıverdi.

Maren Ade, filmi yazarken komedyen olarak bilinen (ama komik olmayan) Amerikalı performans sanatçısı (sanat yaptığı da pek söylenemez) Andy Kaufman'dan ilham aldığını beyan etmiş. Kaufman'ın da tıpkı Winfried gibi kendine Tony Clifton adında ikinci bir kişilik yaratmış olmasından etkilenen Ade, şayet Winfried'ı komik bir karakter olarak tasarladıysa bunu başardığı pek söylenemez. Zaten kızını neşelendirmeye, onu farklı bir biçimde tekrar kazanmaya, iş dışında kendine ait bir hayatı olduğunu hatırlatmaya çalışan, özünde hüzünlü bir baba izliyoruz. Takma dişleri, saçma peruğu ve girdiği ortama uyum sağlamayı reddeden yalanlarıyla adını verdiği filme damga vurması gereken Toni, sıkıntılarla dolu senaryo yüzünden kendine ait komik ya da dramatik alanları bir türlü açamıyor, açtığını varsaydığımız anlarda da istenilen etkiyi yaratamıyor. Halbuki etki ve etkiler yaratabileceği o kadar çok fırsatı var ki, Ade bu anları Toni'nin bu kayda değer çabasını yüceltmek yerine, onu seyirci olarak bizim de zaman zaman utanabileceğimiz türden zor ve zekice olmayan şekillerde kullanmayı tercih ediyor. Bunu kasten bizi rahatsız etmek için yaptığı kesin. Çünkü Winfried'in Toni olarak kurduğu dinamikler ne komik, ne de dramatik derinlik taşıyor. Bu yüzden Ade, Andy Kaufman amacını gerçekleştirmiş denebilir.


"Uzun ve yorucu" meselesine gelelim. Bir filmin uzun olması, seyirci üzerinde çeşitli etkilere sahiptir. Bu uzunluğu dolu dolu kullanan yapımları ve yıllar sonra o uzunluk içinde onlarca demlenmiş sahne barındıran filmleri bir kenara bırakalım. Kendi adıma Toni Erdmann gibi filmlerin uzun olmasının seyirci üzerinde yarattığı ilüzyonu, gerekli gereksiz bir sürü sahne sayesinde karakterlerle geçirilen zamanın uzatılıp, öznel bazda bir alışkanlık oluşturarak suni özdeşleşme yaratmak olarak tanımlıyorum. Yani ne kadar uzun, o kadar epik, o kadar etkili, o kadar alışılası. Oysa 160 dakikalık bu filmin neredeyse 70-80 dakika fazlası var. Daha azıyla dünyaları anlatmış  filmler mevcutken, bu fazlalık üstü yoruculuk çok çalışmaktan değil, tembellikten kaynaklanıyor. Ines'in iş görüşmeleri, sunumları, saha keşifleri, personel ilişkileri vb., onun yaşadığı yoğun ve bunaltıcı hayatı betimlemek isterken filmi iyice şişiriyor. Tabii bu süre zarfında yukarıda belirttiğimiz ana konuya da bol miktarda değinme fırsatı bulması normal. Fakat Winfried'in kızı Ines'i mutlu bir birey yapma çabasını konu alan türlü Toni Erdmann skeci birden fazla bitirici vuruş imkanı varken bana göre bu çabanın özüne bir türlü inemeyip sürekli etrafından dolanıyor. Daha kötüsü, bazen etrafında bile görünmüyor.

Winfried ve Ines arasındaki ilişkinin kodları ve mesafesi de başlangıç olarak tam net sayılmaz. İlk kez Ines'in öne çekilmiş doğum günü toplantısında birarada gördüğümüz baba kızın birbirlerine olan hislerinin muğlaklığı (ya da ketumluğu) oyuncuların şahsi becerilerine bırakılmış gibi sanki. Bu noktada Ines rolündeki Sandra Hüller'in soğuk ve mesafeli iş kadını duruşu ile Peter Simonischek'in (kafasında peruk olmadığı anlardaki) sevimli doğallığı genel olarak iyi bir kimya içeriyor. Öte yandan bu soğukluk, sıcaklaşma yönünde kendini dönüştürmekte zorlandıkça, doğallık da sıklıkla gülünç duruma düşmek haliyle mücadele ettikçe baba kız, filmin dışında negatif yönde yıpranıyor. Oysa onların film içinde pozitif olarak yıpranmaları gerekirdi. Bu öznel durumu açıklamak zor. Ade filmi zora koşmak ile koşmamak arasında kalmış diye düşünmek en kolayı. Zaten Cannes'dan bu yana arkasına aldığı rüzgar sayesinde en dişli eleştirmenleri bile dize getirmiş bir film Toni Erdmann.


Maren Ade, iki yılda yazdığını söylediği senaryosunu, iş gereği tüm erkeksi silahlarını kuşanmış Ines'i çırılçıplak bırakacak kadar savunmasız ve özgür bir ruh haline sokmak, ona hiç tanımadığı insanlara çığlık çığlığa "Greatest Love Of All" söyletmek için verimli bir toprak gibi kullanıyor. Fakat Toni'nin peruğuna peynir rendelemesi veya kırsalda tuvalet araması gibi bu toprağa tüy diken nice sahnenin filmin omurgasına dahil edilmesi iki sene almamıştır diye düşünmek istiyorum. "Uzun film" tuzağına düşülmesinden ötürü filmi övme kuyruğuna girenleri anlayamamakla birlikte, sadece bu verimli toprağın hakkıyla işlenmemesi diye kısa kesmek istiyorum. Ade'nin bu filmi Hollywood için yeniden çekebileceği (Bill Murray ve Amy Ryan dedikodularıyla birlikte) konuşuluyor. Onun da Hollywood'a özgü baskılarla nasıl bir film olabileceği az çok tahmin edilebilir. Yani böylesine güzel bir konu ne İsa'ya, ne de Musa'ya yaranamayacak diye önyargılar taşıyorum. Bence bu filmin iki farklı uç olarak Lost In Translation ya da Fransız filmi Intouchables gibi bir kumaşa ihtiyacı vardı. Belki şu hali kadar övülmezdi ama en azından bu kadar zor bir film olmayıp tekrar izlenme keyfi yaratabilir, temsil ettiği duygulara sahip çıkabilirdi.

5 Ocak 2017 Perşembe

Anthropoid (2016)


Yönetmen: Sean Ellis
Oyuncular: Cillian Murphy, Jamie Dornan, Charlotte Le Bon, Anna Geislerová, Marcin Dorocinski, Toby Jones, Harry Lloyd, Alena Mihulová, Roman Zach
Senaryo: Sean Ellis, Anthony Frewin
Müzik: Robin Foster

Gerçek olaylardan uyarlanan Anthropoid, 1942'de SS Generali Reinhard Heydrich'e düzenlenen suikast operasyonu Anthropoid'i anlatan bir II. Dünya Savaşı dramı. Heinrich Himmler'den sonra Hitler'e en yakın rütbeli olarak bilinen "Prag Kasabı" Heydrich, "Final Solution" adı verilen, yahudileri toptan ortadan kaldırma projesinin ve "Operation Reinhard" denilen 1 milyondan fazla Polonyalı yahudinin katledildiği operasyonun sorumlusu. Bu suikast süreci, Londra'dan emir alan paraşütçü suikast ekibinden Josef Gabcík (Cillian Murphy) ve Jan Kubis (Jamie Dornan) merkezli işleniyor. Josef ve Jan'ın Prag'a indikten sonra oradaki az sayıda direnişçiyle biraraya gelmeleri, bir ailenin yanına yerleştirilmeleri, onlara yardımcı olmak için görevlendirilen Marie ve Lenka adlı iki güzel kadınla yaşadıkları duygusal ilişki, benzerlerini defalarca gördüğümüz savaş dramlarından farklı bir düzlemde ilerlemiyor. Ama hedefin tehlikesi ve ortamın ihanete, güvensizliğe uygun olması, filmin gerilimli halini hep yüksekte tutmasını sağlıyor.

Gerçek olaylardan ve kişilerden uyarlanan senaryo, yönetmen Sean Ellis ve en önemli Stanley Kubrick filmlerinde asistanlık yapmış Anthony Frewin tarafından kaleme alınmış. Yazıp yönettiği ilk uzun metrajı Cashback ile heyecan yaratan ama sonrasında bana göre vasatı aşamayan işler yapan Sean Ellis, Anthropoid ile standart olarak iyi bir film çekmiş olsa da, Cashback'in zihin açıcı sinema zekasıyla alakası olmayan memuriyetini sürdürüyor. Tabii ki kendini özgür bırakmış bir romantik komediyle, tarihi gerçeklere dayalı bir savaş dramını aynı kefeye koymak yanlış. Ama Cashback sonrası bu naif, yaratıcı, heyecan uyandıran sinema izleğinden gideceği düşünülürken, hem konusu, hem de sinema dili belli bir film için aynı heyecan ortaya çıkmıyor. Bazı ufak gerilim anları, suikast bölümü ve aksiyonlu son yarım saat gayet iyi çekilmiş. Hatta görüntü yönetmenliğini de kendisi yaptığı için sanatsal değerdeki Prag görüntülerini de filme serpiştirerek savaşın çirkin yüzüyle şehrin huzur veren tarihi dokusu arasında bir kontrast yaratmış. Ama belki klişeler, belki derinleştirilememiş karakterler, belki suikastin ana hedefi Heydrich'i sadece tek bir sahnede görmek, onun yaptıklarını yazılı veya sözlü ifade etmek, belki kime ne olacağının önceden belli tarihi gerçeklere dayalı olması, belki de hepsi filmi ortada bırakıyor.

Anthropoid Operasyonu, nihai amacını gerçekleştirmiş, kendi kahramanlarını yaratmış olsa da, akışı değiştirememiş, hatta nazi zulmünü daha da alevlendirmiş bir operasyon olarak tarihe geçmiş. Bunda tuzu kuru İngiltere'nin suikast sonrasına yönelik hiçbir tedbir almaması, muhtemel ihanetlere karşı donanımsız olması da etkili. Zaten bu operasyona karşı bir tutum sergileyen Ladislav Vanek'in kaygısı da, tek kurşun atmadan Çekoslovakya'yı işgal eden Hitler'in intikam için geride kalanları acımasızca katledeceği gerçeği. Yani başarılı olsa da olmasa da, hatta hiç yapılmasa da değişen çok fazla bir şey olmayacak bu operasyon herşeye rağmen filme alınmayı, insanlara II. Dünya Savaşı'nın binbir yüzünden birini anlatmak için izlenmeyi hak ediyor. Bunun yanında Anthropoid, oyuncu kadrosundan sadece 2003 tarihli Zelary filminden tanıdığım Anna Geislerová'yı beğendiğim, Cillian Murphy ve Toby Jones'u ise beklenmedik biçimde tutuk bulduğum bir filmdi.