Hindistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hindistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2025 Pazar

All We Imagine As Light (2024)

 
Yönetmen: Payal Kapadia
Oyuncular: Kani Kusruti, Divya Prabha, Chhaya Kadam, Hridhu Haroon, Azees Nedumangad, Anand Sami
Senaryo: Payal Kapadia
Müzik: Dhritiman Das

Hindistan'ın ticaret, finans ve kültür başkenti olan 13 milyon nüfuslu Mumbai'de geçen All We Imagine As Light, birkaç kısa filmin ardından 2021'de çektiği ve Cannes'da En İyi Belgesel dalında Altın Göz ödülü aldığı A Night Of Knowing Nothing ile ilk kez adını duyuran Payal Kapadia'nın ilk kurmaca uzun metrajı. Kapadia soyadından da anlayabileceğimiz üzere kendisi Senna, Amy gibi belgeseller çekmiş olan Asif Kapadia'nın kız kardeşi. Film, bu dev şehirde Prabha ve Anu adında aynı hastanede çalışan ve aynı evde yaşayan iki hemşireyi merkezine alıyor. Görücü usülüyle evlenmiş, daha ne olduğunu anlayamadan kocası çalışmak üzere Almanya'ya gitmiş, bir daha da ondan haber alamamış olan Prabha ve gizli gizli buluştuğu Müslüman sevgilisi Shiaz ile evlilik hayalleri kuran Anu'nun hayatlarına beraber ve ayrı ayrı göz atıyor. Tabii tüm keşmekeşi, göç almış yoğunluğu, sefil ve sanal mutluluğu, sınıfsal uçurumlarıyla Mumbai de başrolde. İş imkanlarının fazlalığı nedeniyle aldığı göç sayesinde yaklaşık 50 farklı dilin konuşulduğu, bunun getirdiği iletişimsizliğin önemini yitirdiği, insanların geçim derdiyle sabahın erken saatlerinde yollara düştüğü devasa bir çukur. Kapadia insanların, mekanların ve sokakların arasında gezdirdiği kamerasıyla şehrin tüm ter, baharat, çamur kokularını bile duyurabilecek gerçeklikte bir sinema ortaya koyuyor. Öte yandan, bazen kafa seslerini, bazen de ambient fonunda sessizlikleri bu görüntülere oturtarak şiirsel bir atmosfer kuruyor. Bu zıtlığın iç içe geçmesiyle elde ettiği büyülü gerçekliği filminin karakteri olarak belirliyor.

Belki bu keşmekeşin içinden rastgele başka karakterler seçmiş olsa bile ona dokunduğunda bambaşka hikayeler çıkarabilecek olan Kapadia, hikayesini iki, hatta sonradan Mumbai'deki evinden atılmama mücadelesi veren Parvaty'yi de dahil ederek üç kadın üzerinden kuruyor. Ağırlığı Prabha ve Anu'da olan bu anlatılar, insanlara yardım etmeye, onları iyileştirmeye adanmış bir mesleğin temsilcisi olmalarından yol çıksa da, aslında duygu dünyalarında yardıma ihtiyaç duyan birer birey oluşlarını vücuda getiriyor. Çok sevdiği, kendisini de çok seven bir sevgilisi olan, ama rızası dışında başka bir erkekle evlendirmek isteyen ailesine bunu itiraf edemediği gibi, Müslüman sevgilisiyle kendi mahallesinde buluşabilmek için çarşafa girmeyi bile göze alan Anu, bu olumsuzluklara rağmen arzularının peşinde koşabilen bir genç kadın. Oysa gerek kendisi, gerekse öyküsü çok daha derin ve hüzünlü olan Prabha, filmin farklı bir boyutta seyredişinin ana öznesi konumunda. Görücü usülüyle evlendiği yetmezmiş gibi, çalışmak için hemen Almanya'ya giden, kendisini de bir daha hiç aramayan kocasının adeta ölmeden yasını tutan Prabha'nın tek başına sürdürdüğü bu evlilik bağı o kadar narin ki terk edilmişliğini kabul etmekle etmemek arasında yılgınlaşmış vaziyette. Bu evlilik bağı o kadar arzulu ki, kocasının Almanya'dan gönderdiği pirinç pişiriciye, üzerinde bir not, hatta kargoda gönderilen bir isim bile olmamasına rağmen bir bireymiş gibi sarılıyor. Bu evlilik bağı o kadar sadakat içeriyor ki, hastanede kendisinden hoşlanan kibar doktorun ona açılmasına karşılık veremiyor. Bu evlilik bağı o kadar özlem dolu ki, boğulmak üzereyken kıyıda bulunan bir adamı ilkyardımla hayata döndürdükten sonra onu kocasıyla özdeşleştirerek konuşuyor. Kurgu içinde kurgu olan bu sahne, aslında Prabha'nın kendi gerçeği içinde kurguladığı gerçeküstü bir yüzleşme ve kabullenişin, bir vedanın zarif hüznünü taşıyor.


Filmde Prabha'nın etrafındaki her şey ve herkes yan konumda kalıyor. Onun bu kederli haliyle Anu'nun enerjisi arasında kurduğu kontrastla kendine iki kulvar yaratan Kapadia, Mumbai'nin farklı yüzlerinden kurduğu zıtlıkları da bu kadınların fonuna ustalıkla ekliyor. Büyük ülkelerin mutlaka bir "rüyalar şehri" vardır. Hindistan'ınki de Mumbai. Ama bu rüyalar şehrinin aslında bir "ilüzyonlar şehri" oluşunu vurgulayan büyülü bir sahnesi var filmin. Geri planda akan ambient müzik eşliğinde Malayalam dilinde konuşan bir kadın "Bu şehirde konuşulmayan bir kural var: Çöplükte bile yaşasanız, öfke duymanıza izin verilmez. İllüzyona inanmalısınız, yoksa delirirsiniz" diyor. O bunları söylerken tüm sıkıntılarını, fakirliklerini, ezilmişliklerini unutup kendilerinden geçmiş vaziyette sokakta dans eden insanları, şehrin parlak ışıklarını, neşeli kalabalıkları, gökyüzünde patlayan havai fişekleri görüyoruz. Belgesel estetiğine sahip sahnede bu "Mumbai Ruhu", sefaleti, adaletsizliği, yozlaşmayı, sevgisizliği size hatırlatmayacak, göz kamaştıran ışığıyla sizi büyüleyerek sanki bunlar hiç olmamış gibi sizi o ilüzyon girdabına çekecek, cehaletin mutluluğunun kollarında huzur bulmanızı sağlayacak her şeyi sembolize eden bir karanlıktan ibaret. Mumbai Ruhu, Rio Ruhu, Moskova Ruhu veya İstanbul Ruhu denilen bu ilüzyon başkentleri, halklarının tüm olumsuzluklara karşı uyuşturulmasının, tepkisiz, çaresiz, ruhsuz bırakılışlarının müsebbibidirler aynı zamanda. Bu karanlıkta ışığı hayal etmeyi beceremeyen Prabha gibi ruhlar ise kendi içlerine dönerek vakur bir arınma yaşarlar. Çaresizlik, yalnızlık, bitkinlik hayatlarının ayrılmaz bir parçası oluverir. Belki kurtuluşu burada bulurlar. Zira Mumbai ruhunun anlamsız mutluluğundansa böylesi onurlu ve olgun bir çaresizlik, yalnızlık, bitkinlik çok daha gerçek görünür onlara. Kendi içlerine, özlerine dönmeye, büyük şehirden uzaklaşıp küçülmeye ihtiyaç duyarlar.

Payal Kapadia işte bu ihtiyacın bilinciyle filmin ikinci yarısında evinden atılmamak için verdiği mücadeleyi kaybedip köyüne dönmeye karar veren Parvaty'nin taşınmasına yardımcı olmak için Prabha ve Anu'nun bu köye gidişlerini ve orada yaşadıklarını kurguluyor. Sözünü ettiğimiz o harikulade "ilüzyonlar şehri" sahnesinin hemen ardından üç kadını köye giden otobüste dışarısını seyrederken görürüz. Büyük şehirden uzaklaşıp pastoral bir dünyaya atılan bu adımlar esnasında otobüsteki kadınların yüzlerindeki yorgunluk o kadar çok şeyi o kadar doğru biçimde anlatıyor ki, sözlere hiç gerek kalmıyor. Köy evinde buldukları eski bir şişe içkiyi içiyor, dans ediyor (Prabha dans etmeyip diğer ikisini şaşkın bakışlarla izliyor) ve artık seyirciye bırakılası başka şeyler yaşıyorlar. Kapadia'nın zıtlık kurma isteği ilk yarı (şehir) ve ikinci yarı (köy) olarak gücünü perçinliyor. Ama filmin hiçbir yerinde bu zıtlıkları gözümüze sokmadan, kendi olağan varoluşlarında resmediyor. Bu köye ve öze dönüş, üç kadını da farklı şekillerde etkiliyor. Parvaty için Mumbai canavarından kurtulup sığındığı yuvasına, Anu için onu bu "öz"e kadar takip etmiş aşkının kollarına, Prabha için ise hüzün dolu hayallerinin derinlerine yapılan incelikli yolculuklar bunlar. Erkek egemen bir dünyada üç kadına ayrılmış bu küçük hikayelerin büyüklüğü de bu küçüklüğün ele alınışında saklı. Kapadia, Sanskritçede "bakış atmak" anlamına gelen "prabha" kelimesini isim olarak verdiği ana karakterine bakış atarken onu boyutlandırmanın ötesine geçerek Prabha'nın kendi içine bakışındaki tüm hayal ve gerçekleri de hissedilir kılıyor. Ona adeta tanrısal bir dokunuşta bulunuyor.


All We Imagine As Light, 2024 Cannes Film Festivali'nde Büyük Ödül kazandı. Bunun yanında dünya çapında çeşitli festivallerde 40 küsür ödül, 90 küsür adaylık aldı. Fakat hiç de şaşırtmayan ama öfkelendiren biçimde Hindistan’ın tamamı erkeklerden oluşan seçim komitesi Uluslararası En İyi Film Oscar’ı kategorisi için Hindistan’ın resmi başvurusu olarak seçmedi. Belli ki artık akademi üyelerinin bile çok ciddiye almadığı Oscar'ın çok fazla bir önemi yok. Yine de film bütün ödülleri alsın istiyor insan. Onun değerini bu ödüllerin hiçbiri belirlemiyor. Topshe mahlasıyla filmin müziklerini yapan Dhritiman Das, A Night Of Knowing Nothing belgeselinde de Kapadia ile çalışmış olan görüntü yönetmeni Ranabir Das bu değerin oluşmasında katkısı olan diğer isimler. 2009'dan beri ülkesindeki çeşitli yapımlarda oynamış Kani Kusruti, Prabha rolüyle hiç de kamera karşısında rol yapıyormuş gibi durmuyor. Prabha'nın kederini üzerine o kadar iyi giymiş, o müzmin hüznü, duygusal yorgunluğu yüzüne o kadar yakıştırmış ki, Hindistan'daki birbirine benzeyen milyonlarca kadından çok bir farkı yokmuş gibi görünen, ama tanıdıkça, ruh haline girdikçe büyüyen, anlamlanan, acıtan bir doğallık kuşanmış. Seyirci için onu bu düşük ruh haliyle izlemek neredeyse bir keyif. Nadir gülümseyişini, gözlerinden süzülen bir damla yaşını, alnında biriken terini, uzaklara dalıp giden bakışını bile performansına katık ediyor. Payal Kapadia da harika bir kadın, harika bir yönetmen. Ana, yan demeden dokunduğu her karakterine öyle tanıdık, sade ve içli hikayeler bahşetmiş ki, onların 13 milyonluk Mumbai ilüzyonunun içindeki sıkışmışlıklarının şiirini yazmış. All We Imagine As Light, film olamayacak kadar büyülü ve gerçek. Tek bir coğrafyaya veya insana ait de değil. Çünkü hepimizin bir içinde yaşadığımız çiğ, banal, hissiz gerçeklerimiz, bir de aydınlık hayallerimiz var.

27 Ağustos 2017 Pazar

Dangal (2016)


Yönetmen: Nitesh Tiwari
Oyuncular: Aamir Khan, Fatima Sana Shaikh, Sanya Malhotra, Aparshakti Khurana, Sakshi Tanwar, Zaira Wasim, Suhani Bhatnagar, Ritwik Sahore, Girish Kulkarni
Senaryo: Piyush Gupta, Shreyas Jain, Nikhil Mehrotra, Nitesh Tiwari
Müzik: Pritam Chakraborty

Eski güreşçi Mahavir Singh Phogat ve zorla güreşçi yapıp başarıdan başarıya koşturduğu kızları Geeta ve Babita'nın gerçek olaylara dayalı hikayesini, aralarında yönetmen Nitesh Tiwari'nin de bulunduğu dört kişilik bir senarist ekibinin senaryosuyla izlediğimiz Dangal, Bollywood sınırlarını da aşıp gelen filmlerden. Bir Aamir Khan Productions yapımı olması itibariyle tüm görkemli Bollywood unsurlarına, başarı öyküsü bir film olması itibariyle de tüm spor filmi klişelerine sahip. Hatta girişte de belirtildiği üzere, kişiler ve bazı olaylar gerçek olsa da, senaristler tarafından dramatize edilmiş bir film Dangal. Bu yüzden nasıl başladığı, geliştiği ve sonlandığı seyircinin onlarca spor filmi senaryosundan tecrübe ettiği düzlemde ilerliyor. Tabii Hint yapımlarının kendine has dokunuşlarından fazlasıyla nasibini alarak, etkileyici anlar yaratarak ve teknik kapasitesini sürekli yüksek tutarak. Olayların ne kadarı filmde anlatıldığı şekliyle gelişti bilemiyoruz. Öyle ya da böyle, ortada çeşitli yönleriyle mutlaka anlatılması, tüm dünyanın öğrenmesi gereken bir başarı öyküsü olması, Dangal'ı özel bir konuma oturtuyor.

Hindistan'ın, tarihi boyunca güreş dalında hiç altın madalya kazanmamış olmasına kafayı takan, bunun sorumlusu olarak yeterli imkanları sağlamayan, spora ve sporculara destek olmayan sistemi suçlayan Mahavir Singh Phogat'ın en büyük hayali, birgün Hindistan'a bir altın madalya gelmesi. Bu hayalini gerçekleştirmek için doğacak oğlunu yetiştirmeye hazır. Ama bir türlü oğlu olmayınca, üstüne üstlük dört kız evlat sahibi olunca bu hayalinden gittikçe uzaklaşmaya başlıyor. Birgün büyük kızları Geeta ve Babita'nın bir sokak kavgasında erkek çocukları dövdüklerini öğrenince kaybolan umutları yeşeriyor. Hiç gönüllü olmadıkları halde kızları sıkı bir disiplinle güreşçi yapmaya karar veriyor. Özellikle Geeta üzerine yoğunlaşan senaryo, kızların adım adım yükselişini neredeyse tek bir klişeyi bile atlamadan perdeye taşıyor. Tabii burada Hindistan'daki kız çocuklarına yönelik tutuculuğun tüm boyutlarıyla ele alınmaması mümkün değil. Bu noktada hiç falso vermediği söylenebilir. Bir Arap ülkesi kadar bağnaz olunmasa da, Hindistan'da güreş sporuyla ilgilenen kızlara takınılan bu tutumun önünde hem bir baba, hem de antrenör olarak kaya gibi dikilen Mahavir Singh Phogat, bu duruşuyla filmin en önemli mesajlarından birini taşıyor.


Hiç gönülleri olmamasına rağmen Mahavir'in iki kızını güreşçi olarak yetiştirmek istemesi, bu uğurda kimi zaman tavizsiz ve acımasız davranması, seyirciyi Mahavir'i sorgulamaya itebiliyor. Kızların birgün gizlice bir kız arkadaşlarının düğününe gitmeleri, Mahavir'in orayı basıp onları azarlaması da buna tüy diken anlardan biri oluyor. Ancak düğünü yapılan 14 yaşındaki kız çocuğunun Geeta ve Babita'ya söylediklerinden sonra tahmin etmesi zor olmayan bir dönüşüm haklı olarak filme ivme kazandırıyor. Özellikle spor akademisi çağına gelince Mahavir ve Geeta arasında yaşanan gelgitler, bir baba - kız çatışması yanında, kuşak çatışması içine düşen bir sporcu - antrenör dengelerine de sahip oluyor. Eski usül güreş taktikleri ile modern yöntemler arasındaki çatışmayı lafta bırakmamaya çalışıp mümkün olduğunca detaylandırmak isteyen senaryo, her iki metodu da sıkıcı hale getirmeden Mahavir ve Geeta üzerinden kişileştiriyor. Tabii eski usülü temsil eden antrenör babayı hep haklı çıkararak. Bunun bir sakıncası yok. Büyük sözü dinlemek çoğu zaman ihtiyaç duyduğumuz birşeydir. Ama burada Mahavir gibi kişisel hayalini gerçekleştirmek için kızlarını kullanan, fakat bunun yanında o kızlara kendi bireysel özgürlüklerini, özgüvenlerini kazandıran bir baba figürünün haklı çıkması çok önemli.

52 yaşındaki aktör / yapımcı Aamir Khan, Bollywood'a yön veren en önemli isimlerden biri. Bu sinemanın karikatürize ve dramatik tüm bileşenlerine hakim olan Khan, tecrübesiyle Geeta ve Babita'yı farklı yaşlarda canlandıran tecrübesiz dört genç kıza da antrenörlük yapıyor adeta. Hatta onları kamera arkasında da zorladığını düşündürebiliyor. Bazen slogana kaçması kaçınılmaz bu gibi Bollywood yapımlarının kendini ifade etme biçimleri, müziği, dansı, komediyi ve gözyaşını 2.5 saatin üzerinde seyreden sürelere hızlı bir kurguyla yaymaktan ibaret. Konu da Dangal'daki gibi ilgi çekiciyse o 2.5 saatin nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Olağanüstü sinematografisi, güreş koreografileri, şarkıları ve Pritam Chakraborty imzalı tema müzikleriyle bu ilgi çekici konuyu daha da renklendirmek için elinden geleni ardına koymayan bir film Dangal. Bundan sonra 2010 Olimpiyatlarına Oyunlarına Hindistan’ı temsilen katılan ilk kadın güreşçi olan ve altın madalya getiren ilk sporcusu olmayı başararak tarihe geçen Geeta Phogat'ın kariyerini anlatmak için de böyle görkemli bir film gerekirdi. Keşke bir yazılı metinle değil de, finalle bağlantılı biçimde 5-10 dakika daha ayrılıp, bir sonraki 2014 olimpiyatlarında altın madalya alan Babita da onurlandırılsaydı. Yine de Dangal'ın bundan sonra Aamir Khan'ın en iyileri arasında gösterilmesi kaçınılmaz.

27 Mart 2015 Cuma

The Lunchbox (2013)


Yönetmen: Ritesh Batra
Oyuncular: Irrfan Khan, Nimrat Kaur, Nawazuddin Siddiqui, Lillete Dubey, Denzil Smith
Senaryo: Ritesh Batra
Müzik: Max Richter

Yaklaşık 20 milyon nüfuslu Mumbai'da her gün 160.000 sefertasının çeşitli evlerden alınıp işyerlerine dağıtıldığı, akşamüstleri de aynı şekilde toplandığı bir sistemle tanışıyoruz. Mutsuz ev kadını İla'nın, ilgisiz kocasını heyecanlandırmak için özenerek hazırladığı tarifleri koyduğu sefertası, yanlışlıkla emekliliğe az bir zaman kalmış dul Saajan'a ulaşıp da, İla ile Saajan birbirleriyle bu taslara koydukları mektuplarla iletişim kurmaya başlayınca ortaya hayranlık uyandırıcı bir hikaye çıkıyor. Yalnızlık temasının en iyi ve en yaratıcı biçimde işlendiği filmlerden biri olan Hindistan / Fransa / Almanya /ABD ortak yapımı The Lunchbox (Dabba), Ritesh Batra'nın yazıp yönettiği ilk uzun metraj olarak mütevaziliğiyle göz kamaştıran bir yapım.

Konusu gereği Sleepless In Seattle (1993) ve Il Mare (2000) gibi filmlerin hatırlanabileceği The Lunchbox, anlatım yönünden bu filmlerden çok daha güçlü, gerçekçi ve dokunaklı. Geleneksel sistemlerin kendi içinde biçimlenen ve günümüz teknolojisine atıfta bulunabilecek şekilde ilham verici bir sosyal ağını, bireyin yalnızlığını keskinleştirmek için kullanma fikri, Ritesh Batra sayesinde ete, kemiğe, duyguya bürünüyor. Ana server'a benzetebileceğimiz bu yemek sisteminde, bir mesajlaşma programı çağrışımı yapan bu sefertasları, 20 milyonluk devasa bir şehirde yalnız kalmış bireylerin toplumsal konumlarını özümseyiş biçimimizi çok daha insancıl bir zemine oturtabiliyor. Film, evli ya da dul, çalışan ya da işsiz, yalnızlığın belli bir yeri yurdu olmadığını, insanların bazen yalnız kalmamak uğruna en ufak bir ümide bile masumca teslim olabileceklerini hem İla, hem de Saajan özelinden incelikle ele alıyor.


Bazen tuzu, bazen baharatı fazla kaçan farklı yemekleri, bazen de hergün aynı yemeği taşıyan bu sefertaslarının aracılık ettiği İla ve Saajan ilişkisi, tıpkı bu ikilinin bireysel karakter gelişimlerinde olduğu üzere dantel gibi işleniyor. Üstelik Batra bu ilişkiye paralel olarak yan karakterler ile yalnızlık olgusunu daha da güçlendiriyor. İla'nın yatalak hasta babasına bakarken kendi hayatında yalnızlığa mahkum olan annesi ve Saajan emekli olduktan sonra yerine geçecek genç Shaikh filme tam kıvamında takviyeler. Özellikle bir yetim olarak büyüyen, ailesinin rızası olmadan severek evlendiği eşiyle mutlu bir yaşam süren Shaikh de bu düşünceli senaryodan payını alıyor. Mesela eşinin ailesinin onay vermesi üzerine yapılan düğün öncesinde, ailelerin yer alacağı düğün fotoğrafı sahnesi çok şey anlatıyor. İla'nın babası öldükten sonra annesinin verdiği tepki de öyle. Hatta sadece sesini duyduğumuz İla'nın üst katındaki teyze bile bir şekilde karakter olabiliyor filmde.

Filmin yapımcıları arasında da yer alan Hint sinemasının uluslararası üne sahip tecrübeli aktörü Irrfan Khan ve çekiciliğini sade bir performansla bütünleştiren Nimrat Kaur'un farklı sahnelerine rağmen karşılıklı oynuyormuşçasına ortaya koydukları uyum Ritesh Batra'nın işini hem daha kolaylaştırıyor, hem daha güzelleştiriyor. Bollywood'un bu filme hiç gitmeyecek şarkılı danslı ciddiyetsizliğinin yerine, bu filme çok iyi giden biçimde, yalnızlığın en fazla hissedildiği toplu taşıma araçlarında seyahat eden emekçilerin, satıcı çocukların söyledikleri yerel türküler var. 104 dakikalık süresiyle de istenirse daha kısa sürede daha fazla şey söylenebileceğinin kanıtı bir Hint filmi aynı zamanda. Sadece mektuplar bile o kadar çok şey anlatıyor ki, kalbe giden yollardan birinin yalnızlığı paylaşmaktam geçtiğine bir kez daha uyanıyoruz. Belki tam da olması gereken bir finale sahip The Lunchbox, buram buram sinema kokan, içinden ne çıkacağı merak edilen bir sefertasında sunulan lezzetli bir Hint yemeği, yaşam sevincini ve hüznünü simgeleyen renkleriyle şık bir Hint kumaşı.

9 Temmuz 2014 Çarşamba

3 Idiots (2009)


Yönetmen: Rajkumar Hirani
Oyuncular: Aamir Khan, Kareena Kapoor, Madhavan, Sharman Joshi, Boman Irani, Omi Vaidya, Rahul Kumar, Mona Singh, Javed Jaffrey, Parikshat Sahni, Amardeep Jha
Senaryo: Rajkumar Hirani, Abhijit Joshi, Vidhu Vinod Chopra
Müzik: Shantanu Moitra, Atul Raninga, Sanjay Wandrekar

Geniş bir inceleme konusu olan Bollywood'un son yıllardaki en iyi örneklerinden biri olan 3 Idiots, bu sinemanın kendi kültüründe yoğurduğu dram, komedi, müzikal unsurlarını modern sinema gerekleriyle kaynaştırmış bir film. Türler arası sıçramaları hem yumuşak, hem de ani geçişlerle bünyesine adapte edebilen, bir sahnede eğlendirirken hemen sonrasında hüzünlendirebilen ya da şok edebilen, kökleri geçmişe dayanan (ve bu sebepten abartıyı, absürt mizahı seven), oyunculuk standartlarıyla sevimli / ciddi ruh değişimlerine kolayca adapte olabilen 3 Idiots, bir Bollywood gereği olarak 2,5 saatlik süresini, geçmiş ve şimdiki zamanı harmanlayan harika kurgusuyla bir solukta bitiriyor. Ama bir çok Bollywood yapımından farklı sayılabilecek şekilde 3 Idiots'ın dostluk ve aşk temalarıyla bütünleştirilmiş biçimde eğitim sistemi ve onun hayata yansımaları gibi çok önemli bir meselesi var.

Müzikal komedi janrıyla, üstelik yerinde duramayan bir Bollywood temposu ve karikatürize olmaya müsait karakterleriyle böylesine ciddi bir konuyu temele yerleştirmek oldukça riskli sayılabilir. Bazı Bollywood yapımlarının sadece kendi romantik teması dahilinde bile kendini ciddiye almamızı engelleyici müzikal ya da komedi çıkışları olmuştur. (Kültür farkından dolayı bunların bize ciddiyetsiz görünme durumunu es geçmeyelim tabii.) Ancak film, söyleyeceklerinin havada kalma veya yapay görünme tehlikesine karşı sahip olduğu sağlam argümanları üniversite ortamında filizlenen hikayesine o kadar ustalıkla yediriyor ki, sadece üniversite eğitimine ya da sadece Hindistan'daki eğitim sistemine değil, evrensel kriterlerle tüm eğitim-öğretim seviyelerinde geçerli farklı boyutlara tercüman olabiliyor. Bu boyutları teker teker ele almak, çok geniş bir perspektifle eğitim-öğretim sistemini tartışmak anlamına geliyor.

Senaristler Rajkumar Hirani, Abhijit Joshi ve Vidhu Vinod Chopra yıllanmış yerleşik eğitim-öğretim düzenine güçlü eleştiriler getirebilmek için Rancho gibi aykırı bir öğrenci modeline ihtiyaç duyuyorlar. Ama aslında ezbere dayalı ve öğretmen, kitap, ders notu odaklı eğitim modelinin kendisi aykırı olduğundan Rancho'nun normalliğinden doğan bir anormallik algısı beliriyor. Üniversitede çaylaklara yapılan şakalardan birine müthiş bir cevap veren Rancho'nun basit bir "tuz iletkenliği" bilgisini normal hayatta işine yaradığı anda kullanması, ders kitaplarındaki bilgi ve teorilerin beklenmedik anlarda pratiğe dökülebileceği gerçeğini ortaya koyuyor. Ama bu bilginin hınzırca bir savunma mekanizması olarak kullanılmasına benzer durumlar Rancho ve onun davranışlarını sıradışı hale getiriyor. Bilgi, kendisine ihtiyaç duyulan an ve onun uygulanış biçimiyle, yani kullanıldığı zaman değerini buluyor.


Rancho öğrenmeyi ve öğrendiklerini uygulamayı seven bir öğrenci. Mühendislik fakültesinde okumasının sebebi, makinelere ilgi duymasından kaynaklı. Makinenin tanımını genel ihtiyaçlar doğrultusunda gayet pratik ve anlaşılır biçimde yapmasına, günlük hayattan örneklendirmesine rağmen, öğretmenlerin ondan aynı kitaptaki gibi bir tanım beklemesi, beklediklerini bulamamaları sonucunda da Rancho'yu dışlamaları, aslında çoğu ülkenin eğitim sistemine bir virüs gibi bulaşmış en büyük sorunlardan biri. Kitaplara ve onları yutmuş öğretmenlere körü körüne bağlı ezberci eğitim sisteminin, öğrencinin zevkleri ve ihtiyaçları doğrultusunda öğrenme isteğine engel oluşu, belli bir zümreye ait meselelerden değil. İşini seven, becerikli ve uygulamaya önem veren bir öğrenci olmak yerine, notları yüksek bir öğrenci olma sevdası insanı mekanikleştiriyor. Bu not ve birincilik hırsı, mesleki ve sosyal yaşamında onu belli kalıplar içine hapsedip ya çok pasif ya da aşırı hırslı hale getiriyor. Rancho'nun örnek verdiği üzere, kırbaç korkusuyla sandalyeye oturan aslan için "iyi eğitim almış" demiyor, "iyi eğitilmiş" diyoruz. En önemlisi de bu sistem bireyi aile, çevre, eğitmen baskısı yüzünden ideallerini gerçekleştirememe noktasına getiriyor. İşte 3 Idiots, bu meseleleri sadece Rancho ile değil, onun kampüste tanıştığı sıkı dostları Fahran ve Raju ile de önemli ölçüde ilişkilendiriyor.

Aslında National Geographic fotoğrafçısı olmak isteyen Fahran ve yoksul ailesine bakabilmek için okulu bitirmek zorunda hisseden Raju'nun motivasyonları her ne kadar farklılık gösterse de, filmde Rancho'nun başını çektiği pek çok olay, sindire sindire mesajlarını çok etkili biçimde iletiyor. Bireyin öncelikle sevdiği alana yönelmesi, geleceğini bu yönde şekillendirmesi gerektiğini, eğitim / meslek seçiminde ekonomik ve sosyal baskıların tüm zorlamalarına karşın kişisel ideallerden sapılmaması Rancho, Fahran, Raju üçgeninde ayrı ayrı, üstelik kendini tekrar etmeden vurgulanıyor. En basitinden Fahran'ın mühendislik okumasını isteyen babasına dediği gibi daha az para kazanmak ama en azından sevdiği işi yaparak mutlu yaşamak üzerine bir vurgu bu. Tabii bu üç sıkı dostun iyi örneklendirdiği değerler kadar, fakültenin katı rektörü Viru ve ezberci bir öğrenciden acımasız bir burjuvaya dönüşen Chatur'un varlıkları da filmin iletkenliğini güçlendiren negatif unsurlar olarak iyi yer tutuyorlar. İşin içine bir de Viru'nun güzel kızı Pia ile Rancho'nun, giriş-gelişme-sonucuyla içinden ayrı bir romantik komedi çıkarılabilecek gönül ilişkisi girince tüm Bollywood gerekleri (fazlasıyla) tamamlanıyor.


Hint kültürünün olmazsa olmazı kast sisteminin ilim irfan yuvası üniversiteleri de kanatları altına alması kaçınılmaz. Kültürel farklılıkların sosyal yaşama yansımalarında görülen benzerlikler bunun gibi nice örnekte karşımıza çıkıyor. Filmde yüksek not alan öğrencilerin rektörün de bulunduğu ön sırada, düşük not alanların arka sıralarda oturdukları fotoğraf çekimi bölümü, günümüz özel üniversitelerinin burjuvaziyi körükleyen ticari yaklaşımlarına, öğrenme arzusuna sahip olandan önce, parası olanın ya da not ortalaması yüksek olanın kaliteli eğitim alabildiğine dair kast sistemi çağrışımları yapabiliyor. Birinci gelmezseniz önemli olmayacağınızın veya ailenizin istediği meslek dalında eğitim görmek zorunda kalacağınızın üzerinizde kurduğu baskının, hayata tutunamama korkusunun ırkı veya milliyeti yok. Bu baskı, korku, sınıfsal ve nota dayalı ayrım her topluma ait eğitim sistemlerine yerleşmiş ve hala da yerleştirilmeye çalışılmakta. Bu yüzden 3 Idıots'ı tek bir millete, tek bir kültüre mal etmek mümkün değil. Herşey Bollywood'un o eğlenceli, dramatik, renkli, hüzünlü kulvarlarında şekillenerek biçimsel olarak gerçeklere mesafeli, fakat mantıksal olarak gerçeklerle iç içe bir düzlemde kendini gösteriyor.

"Bollywood'un Tom Cruise" Aamir Khan'ın Rancho rolüyle bu sinemanın oyunculuk standartlarını harfiyen yerine getirdiği 3 Idıots, ilginçtir 2010'daki Bollywood Oscarları sayılan International Indian Film Academy ödüllerinde aday olduğu 22 kategoriden 16'sını kazanmış, ödül alamadığı dallardan biri de Khan'ın aday olduğu En İyi Erkek Oyuncu kategorisiymiş. Kareena Kapoor, Madhavan, Sharman Joshi gibi yıldız oyuncuların da kimi zaman abartılı, kimi zaman gözleri dolduran samimi performanslarıyla şekillenen bu standartlar, akıl dolu diyaloglar ve benzetmelerle, keyifli şarkılarla, gözleri dolduran duygusal anlarla kendini belli ediyor. Aal Izz Well ve Zoobi Doobi şarkılarının şenlendirdiği sevimli müzikal sahneler, Mona'nın doğum yaptığı bölüm, sürprizli ve mutlu final buluşması 170 dakikalık filmin bir çırpıda geçip gitmesine katkıda bulunan anlardan bazıları. 3 Idıots, henüz üçüncü yönetmenliğiyle Rajkumar Hirani'nin Bollywood'a olduğu kadar tüm dünyaya sunduğu güzel bir hediye. Hirani'nin 3 Idıots'tan beş yıl sonra çektiği ilk film olan P.K. bünyesinde yine Abhijit Joshi ve Aamir Khan'ı görecek olmamız da ayrı bir beklenti konusu.

20 Mart 2012 Salı

Delhi Belly (2011)


Yönetmen: Abhinay Deo, Akshat Verma
Oyuncular: Imran Khan, Vir Das, Kunaal Roy Kapur, Poorna Jagannathan, Shenaz Treasury, Paresh Ganatra, Vijay Raaz, Kim Bodnia, Bugs Bhargava
Senaryo: Akshat Verma
Müzik: Ram Sampath

Gazetecilik yapan ve yakında güzel ve varlıklı nişanlısı Sonia ile evlenecek olan Tashi, fotoğrafçılık yaparak ona yardımcı olan Nitin ve karikatürist Arup aynı evi paylaşan üç arkadaştır. Birgün Sonia, kuryelik yapan arkadaşı hastalanınca onun yerine bir defaya mahsus Rus kurye Vladimir’den bir paket alır ve paketi gideceği yere teslim etmesi için nişanlısı Tashi’den yardım ister. Tashi bu teslim işini midesi kötüleyip motoru bozan Nitin’e, Nitin’de kız arkadaşı tarafından terk edilen Arup’a yıkınca büyük bir karışıklık yaşanır. Pakette çok değerli elmaslar vardır ve Hint mafyasından Cowboy da paketin peşindedir.

Henüz ikinci filmini çeken Abhinay Deo ile ikinci senaristliği ve ilk yönetmenliğini yapan Akshat Verma’nın beraber yönettikleri Delhi Belly, çok sıkı bir suç/komedi yapımı. Guy Ritchie ve Quentin Tarantino referanslarının (bu film için özellikle Edgar Wright’ı da eklemek isterim) sıkça geçtiği bu tarz filmlerden komedi yanı ağır basanları arasında belki de en işini bilen örneklerden biri sayılabilir. Dostluklarından sual olunmayacak renkli üç ana karakter, karizmatik mafya lideri, onun avanak adamları, Tashi’nin aşkına aday iki kadın, uçkuruna hâkim olamayan sevimli bir ev sahibi, beceriksizlikler, tesadüfler, zeki espriler, birbirine ustaca monte edilen ayrıntılar, şahane müzikler, toz, duman, kovalamaca, elmas dolu bir matruşka ve bir Bollywood yapımının olmazsa olmazı nefis final dansı. Bu malzemeleri elinden gelen en iyi şekilde bir araya getiren hınzır senaryo, hemen her detayı düşünüp varlık sebeplerini komedi gereklerine samimi şekilde uydurmaya gayret eden bir yapıda.


Görüntü işçiliği mükemmel bir jeneriğe sahip film, bu sanatsal işçiliği daha mainstream bir kalıba dökerek, yerinde duramayan senaryosunu da aynı karakterdeki kurgusuyla bir bütün haline getirerek tepeden tırnağa sürükleyici bir hale sokuyor. Delhi’nin arka sokaklarından lüks mekanlarına kaşla göz arasında gelgitler yapan yönetmenler, sadık kaldıkları komedi/suç virajlarıyla örülü hikâyelerinin fonunda sahip oldukları güçlü yönetmenlik becerilerini sergilemekten geri durmuyorlar. Üç arkadaşın Cowboy ve adamlarının elinden kurtuldukları, Arup’un kendisini terk eden sevgilisinin düğününü Disco Fighter olarak bastığını hayal ettiği, Tashi ve Menaka’nın belâlı eski sevgiliden kaçtıkları, yine üç arkadaşın Menaka ile birlikte kendilerini kazıklayan kuyumcuyu soydukları ve kahramanlarımızın mafyayla otel odasında rehine – elmas takası yaptıkları sahneler ve tabiî matrak olduğu kadar romantik öpüşme sahnesi iç dinamiği sağlam komedi/aksiyon duygusu barındıran müthiş anlar.

Bollywood’un 90’lardan beri en etkin oyuncularından, 2000’lerden itibaren de yapımcılarından biri olan Aamir Khan’ın prodüktörleri arasında bulunduğu Delhi Belly, genç ve yetenekli oyuncu kadrosunun her şeyinden faydalanmasını da bilmiş bir film. Özellikle senaryoyu tek başına yazan ve Abhinay Deo ile birlikte yöneten Akshat Verma’nın çok hoş bir ilk filme imza attığını tekrar vurgulamak gerek. Kendi endüstrisini kurup kendi yağıyla kavrulan Bollywood’un böyle filmler çektiğini gören Hollywood’un hasetle tırnaklarını yediğini hayal etmek de zor değil.

4 Eylül 2007 Salı

Water (2005)

 

Yönetmen: Deepa Mehta

Oyuncular: Sarala, Lisa Ray, Meera Biswas, Seema Biswas, John Abraham, Raghuvir Yadav

Senaryo: Deepa Mehta, Anurag Kashyap

Müzik: Mychael Danna, A.R. Rahman

 

Kadın yönetmen Deepa Mehta, elementler üçlemesi Fire, Earth ve son olarak Yabancı Film Oscarlarında ilk beşe kalan Water filmlerinden az çekmedi. Hindu radikalleri tarafından tehdit edildi, film setleri basıldı, ateşe verildi, film çekmesi bürokrasi ve yobazlık engellerine takıldı. Üçlemenin ilk iki filmini izlemedim ama onlar da Water gibi ise en kısa zamanda izlenmeli. Hikaye 1930’ların sonunda sömürge altında yaşayan Hindistan’da Gandhi’nin mücadelesinin en zorlu zamanlarında geçmekte. Töreler gereği henüz 8 yaşında dul kalan küçük Chuyia, dul Hindu kadınların toplumdan dışlandıkları hapisane benzeri bir bakım yurduna verilir. Bunu bir türlü kabullenemeyen Chuyia’nın, Mehta oklarını tam hedefine fırlatan sevimli varlığı, orada tanıştığı güzel Kalyani ile olan dostluğu, Kalyani’nin gönlünü Gandhi yanlısı aydın, yakışıklı ve varlıklı bir gence kaptırması, ve törelerle hayatın gerçeklerinin balık istifi olduğu talihsiz bir yaşamın kahpeliği.. Yabancısı olduğumuz bir geleneğin, aslında hiç de yabancısı olmadığımız acımasızlıklarını insani doğrular ve ayağı yerde bir hüzünle anlatan çok güzel bir film. Dul erkekler için de böyle sığınma evleri olup olmadığını sorma cesaretini gösteren tek dişi olan Chuyia rolündeki Sarala gerçekten büyüleyici. Mychael Danna - A.R. Rahman ortaklığın ürünü müzikleri görkemli. Bazen ağırlaşan temponun aslında filmin ritmi olduğunu anlamak fazla zaman almıyor. Bu ritim kesinlikle hüzünden beslenen, bir kadın filminden ziyade, insani hatlara temas eden unisex vicdanlara sesleniyor.