26 Mart 2019 Salı

Can You Ever Forgive Me? (2018)


Yönetmen: Marielle Heller
Oyuncular: Melissa McCarthy, Richard E. Grant, Dolly Wells, Ben Falcone, Stephen Spinella, Jane Curtin, Brandon Scott Jones
Senaryo: Nicole Holofcener, Jeff Whitty
Müzik: Nate Heller

1970’ler ve 80’lerde ünlü yıldızların kısa biyografilerini yazarak geçimini sürdüren biyografi yazarı Lee Israel (Melissa McCarthy), 90'larda popülerliğini yitirmiş ve yayıncı bulamaz hale gelmiştir. Zaten uzun süredir de yazar tıkanıklığı yaşamaktadır. Geçim sıkıntısı çeken, kirasını bile ödeyemeyen Lee, eski kitaplarını kitapçılara satarak hayatını sürdürmektedir. Bir gün kütüphanede tesadüfen bir yazarın orijinal el yazısı ve imzasıyla yazılmış bir mektup bulur. Mektubu satıp eline üç beş kuruş geçince içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmak için artık hayatta olmayan yazarların mektuplarını taklit etmeye başlar. Bir barda tanışıp arkadaş olduğu Jack Hock (Richard E. Grant) ile birlikte bu sahtekarlık sayesinde kendine bir geçim kapısı yaratır. Ama Lee'nin iş yaptığı kitapçılar aracılığıyla koleksiyonerlere ulaşan bu mektuplar yavaş yavaş hem onların, hem de FBI'ın dikkatini çekmeye başlar.

Nicole Holofcener ve Jeff Whitty'nin Leonore Carol Israel'in itiraf niteliğindeki anılarının yer aldığı Can You Ever Forgive Me?: Memoirs Of A Literary Forger kitabından hareketle senaryosunu yazdığı, ikinci uzun metrajını çeken, aynı zamanda oyuncu da olan Marielle Heller'in yönettiği Can You Ever Forgive Me?, 90'ların başındaki New York'tan etkileyici bir kesit. Kazandığı onlarca ödül ve adaylık arasında en önemlilerinden biri olan Independent Spirit'te En İyi Senaryo ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülleri kazanan film, 2019'da bu bağımsız ruhu en iyi yansıtan yapımlardan biriydi. Konu itibariyle gerçek bir dolandırıcılık hikayesi anlatan, baş karakterleri de çeşitli nedenlerden bu yola meyletmiş iki insan olan filmin bu bağımsız dokusu, sıcak, sevimli ve hüzünlü bir atmosfer taşıdığı için bu kandırmacanın etik yanını fazla düşünmemeye itiyor. 51 yaşında işsiz bir yazar, kedileri insanlardan fazla seven bir kadın olan Lee'nin maddi ve manevi açıdan zor hayatı, bulunduğu ortamı ışıl ışıl yapan Jack ile dostluğu, filmde gerektiği kadar yer doldurduğu için onun yaptığı bu sahtekarlığı bazen gölgede bırakıyor. Zaten o etik meseleyi çıkarınca elde kalan, kaliteli bağımsız filmlerde sıkça rastladığımız o sevimli / hüzünlü dostluk hikayesi oluyor. Filmin de daha çok o kanala yüklendiği bir gerçek.


Lee Israel'in gözden düşmüş bir yazar olması, çaresizliğin getirdiği bir refleksle yazarlık yeteneğini çok farklı ve etik olmayan bir alanda sergilemeye başlaması, bunu bir kazanç kapısı haline getirmesi üzerine kurulu Can You Ever Forgive Me?, bu davranışı yüceltmiyor. Fakat karakterlerinin güçlü biçimde pratiğe dökülüşü sayesinde, işlenen bu suçtan bağımsız biçimde onlara "sevimli kaybedenler" kontenjanından bakıyor. Taklit ettiği yazarların sözde mektuplarını onların yazım üslubuna, mizah anlayışına uygun şekilde yazan Lee, onlara sadece bir para kaynağı olarak değil, edebi eser gözüyle de bakıyor. Uzun süre yakalanmama sebebi de bu becerisi. Hatta ünlü İngiliz oyun yazarı Noël Coward'ın ağzından yazdığı iki mektup, Coward'ın 2007 yılındaki biyografisine eklenmiş, gerçek ortaya çıkınca ikinci baskıda kitaptan çıkarılmış. Tabii bu mektupları kendisinden başka kimsenin edebi eser olarak görmesine imkan yok. Bunun bir kandırmaca olduğunun, insanların bir gün gerçeği anlayacaklarının bilinciyle becerisinin tadını çıkaramamanın, övgüler alamayacak olmanın burukluğunu yaşıyor. Mektuplardan birkaçını sattığı kitapçı dükkanı sahibi Anne ile hiçbir yere varamayacağını bildiği bir ilişki içine girmekten kaçınacak kadar da vicdan sahibi. Yıllar sonra bir dava için jüri üyesi olarak seçilince, kendisinin de bir suçlu olduğunu söyleyerek geri çevirmişliği de var.

Lee Israel ve Jack Hock'un gerçekte nasıl düzenbaz, emek hırsızı veya kötü kalpli olduklarını bilmemiz zor. Fakat filmin yarattığı samimi ve sevimli atmosferin oluşmasında en büyük pay Melissa McCarthy ve Richard E. Grant'in güçlü performanslarına ait. Yavan Hollywood komedileriyle isim yapan McCarthy'nin, nadir ciddi rollerinden birinde izlemek keyif veriyor. Ama yıllarca çok geniş kitlelerin bilmediği veya iz bırakmamış birçok filmin yardımcı rollerine hayat vermiş Richard E. Grant'in Jack Hock tiplemesi, kariyerinin zirvesi adeta. Sırf bu rol ile 25 farklı festivalden ödülle dönen Grant, artık daha dişli projelerin adamı olduğunu geç de olsa kanıtlamış oldu. Gay and Lesbian Entertainment Critics Association (GALECA) tarafından En İyi Yardımcı Erkek ve Yılın LGBTQ Filmi ödülleri kazanması, filmin her iki karakterinin cinsel kimlikleri üzerinden prim yapılmaya çalışıldığı izlenimi bırakmasın. Son yıllarda bu kimlik üzerinden ödül devşirmeye çalışan yapımlardan farklı olarak, eşcinselliği sömürmeyen, şova dönüştürmeyen, bunun sadece bir kimlik olma halinden farklı olmadığını hissettiren, asıl meselelerinin yanına bunları meze yapmayan tutarlı bir anlatım mevcut. Zaten asıl meselesi, kaybettiği yazar kimliğini etik olmayan yollardan tekrar kazanmaya çalışan, bunun bedeliyle yüzleşmekten kaçamayan bir kadın ve ona yarenlik eden bir başka kaybeden üzerine. Üstelik o kaybedenliği iliklerine kadar yaşayan biçimde.

22 Mart 2019 Cuma

AlphaGo (2017)


Yönetmen: Greg Kohs
Müzik: Volker Bertelmann

Google tarafından satın alınan İngiliz yapay zeka firması DeepMind’ın geliştirdiği Go oyunu yazılımının, 18 şampiyonluğu bulunan dünyanın 1 numaralı Go oyuncusu Lee Se-Dol ile yaptığı 5 maçlık seriyi konu alan Greg Kohs belgeseli AlphaGo, bu serinin öncesini, sürecini ve sonuçlarını çok iyi işlemiş bir yapım. Antik Çin'de bulunmuş, Uzakdoğu'da çok değer verilen, okullarda çocuklara küçük yaşlarda öğretilmeye başlanan, yaklaşık 3000 yıllık bir geçmişe sahip Go oyununun DeepMind tarafından bu meydan okuma için seçilmiş olması boşuna değil. En komplike masa oyunlarından biri olan satrançtan bile daha karışık hale gelebilen Go, her ne kadar prensipleri belgeselde kabaca ifade edilse de, stratejileri oyun esnasında belirlenen, rakibi sıkıştırma, çaresiz bırakma ihtimalleri kestirilemeyen, uzun süren, oyuncuyu hırpalayan bir oyun. Bu sebepten DeepMind için bu maç serisi uzun süreli çalışmaların nasıl sonuç verdiğini görmek açısından büyük önem taşıyor.

AlphaGo’nun kurucusu ve Deepmind CEO'su Demis Hassabis'in öncü olduğu yapay zeka araştırmaları yapan ekip, Go alanında kendini test etmek için önce üst üste dört yıl Avrupa şampiyonluğu kazanmış Çin asıllı Fransız profesyonel Go oyuncusu Fan Hui ile beş maçlık bir seri için anlaşıyor. AlphaGo’nun bu seriyi rahat bir şekilde 5-0 kazanması üzerine Fan Hui'nin bu görünmeyen zekaya karşı aldığı yenilgiyi değerlendirişi, sorgulayışı, kabullenişi aslında belgeselin değinmeye çalıştığı noktalardan biri. Gözünü daha büyük bir rakibe diken AlphaGo ekibi bu defa dünyanın 1 numarası olan Lee Se-Dol'a teklif götürüyor ve olumlu yanıt almasıyla tüm dünyanın gözü yeni bir 5 maçlık seriye çevriliyor. Ekip bu karşılamanın öncesinde Fan Hui'ye teklif götürerek onun tecrübesinden yararlanmak için elini bir miktar güçlendiriyor. Uzun yıllar bu oyuna kendini adamış Lee Se-Dol, işinin kolay olduğunu düşünse de, karşısında binlerce hamle ilerisini görebilen, ihtimalleri saniyeler içinde analiz edip süzgeçten geçirerek oynayan sıradışı bir rakip bulunuyor.

AlphaGo ve Lee Se-Dol arasındaki müsabaka, satranç ustası Garry Kasparov ve IBM’in Deep Blue isimli satranç bilgisayarı arasında 1996'da düzenlenen 6 setlik maçı akıllara getiriyor. Kasparov'un Deep Blue’yu 4-2 yendiği bu seriden sonra IBM Deep Blue’yu, Deeper Blue olarak geliştirmişti. 1997'de yapılan rövanşta bu kez Deeper Blue'nun Kasparov’u 2.5 a karşı 3.5 puanla yenmesi üzerine Kasparov hile yapıldığını iddia etmiş, IBM, Kasparov'un yeni maç teklifini reddedip Deep Blue projesini sona erdirmişti. Siyah ve beyaz taşlarla oynanan Go ise, teorik olarak rakibin taşlarını kendi taşlarınızla çevreleyip, onu kendi taşlarından feragat etmeye zorlamak üzerine bir oyun. AlphaGo ve Lee Se-Dol arasındaki dramatik maçın sonucunu filme saklamak daha iyi. Ama belgesel, AlphaGo’yu yaratanın da insan zekası olduğu gerçeği ile, görünmeyen bir rakibin ürkütücü varlığının gelecekte nasıl farklı alanlarda boy gösterebileceğinin bilinmezliği arasında seyirciyi asılı bırakma becerisine sahip. Yapay zeka ile ilgili gelecekte başka belgeseller, filmler olacaktır. AlphaGo, bu geleceğin en güçlü ayak seslerinden biri.

16 Mart 2019 Cumartesi

Blaze (2018)


Yönetmen: Ethan Hawke
Oyuncular: Ben Dickey, Alia Shawkat, Charlie Sexton, Josh Hamilton, Kris Kristofferson, Richard Linklater, Sam Rockwell, Steve Zahn, Sybil Rosen
Senaryo: Ethan Hawke, Sybil Rosen

1949-1989 yılları arasında yaşamış Teksaslı country şarkıcısı Michael David Fuller ya da sahne adıyla Blaze Foley'nin hayatından bir kesit sunan Blaze, şarkıcının uzun süre birlikte olduğu Sybil Rosen'ın Living In The Woods In A Tree: Remembering Blaze Foley adlı romanından kendisinin ve Ethan Hawke'ın senaryolaştırdığı bir film. Yönetmen ise üçüncü uzun metrajıyla usta aktör Ethan Hawke. Sybil'ın romanı Blaze'in onunla olan inişli çıkışlı ilişkisinin yoğunluğunu taşıdığı için film, Blaze Foley'nin doğup büyümesinden itibaren değil, Sybil ile tanıştıktan sonrasından başlıyor. Bu da 1975'te Whitesburg, Georgia'da küçük bir performans topluluğunda tanışmalarına denk geliyor. Öncesinde annesi, erkek ve kız kardeşlerinden kurulu The Singing Fuller Family adında bir gospel grubunda müzik yapmaya başlayan Blaze, küçük yaşta geçirdiği çocuk felci yüzünden bir ayağı diğerinden kısa olduğu için aksayarak yürüyen, tuhaf ve dolaylı konuşmayı seven, iri yarı bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Kısa sürede birbirlerine aşık olan Blaze ve Sybil, topluluktan ayrılıp ormanda bir ağaç evinde yaşamaya başlıyorlar. Bu arada Sybil hamile kalıyor ama yaşadıkları hayat bir bebeğe bakacak maddi ve manevi şartlara uygun olmadığı için kürtaj yaptırıyor. Yine Sybil'ın zorlamasıyla Blaze'in yazdığı şarkıları geniş kitlelere duyurmak için otostop çekerek kendilerini yollara vuruyorlar. Ama bu dışa açılma, beraberinde sorunları da getiriyor.

Ama Ethan Hawke, burada anlattığımız gibi düz bir şekilde tasarlamıyor filmini. Blaze'in en çok etkilendiği müzisyen, aynı zamanda yakın arkadaşı olan Townes Van Zandt ve gruptan arkadaşı Zee'nin, Blaze'in ölümünden sonra katıldıkları bir radyo programında onu konuştukları anlar filme serpiştiriliyor. (Bu arada sadece bu ikiliye soru sorarken sesini duyup bir defa arkadan gördüğümüz programın DJ'i de Hawke'ın kendisi.) Yine Blaze'in kariyerinin ilerleyen safhalarında köhne bir barda verdiği konseri de aynı şekilde filmin çeşitli anlarına yayıyor. Tabii bunları filmin asıl akışını oluşturan Blaze - Sybil ilişkisinin gidişatının türlü bölümlerine monte ediyor. Bu sayede sıra dışı sayılabilecek bir kurgu şekli benimseyen Hawke, hem film içinde kendine has bir tempo yakalıyor, hem de önce ve sonra arasında dengesini arayan güçlü bir hamlık elde ediyor. Blaze Foley'i tanımayanlara, hayatını bilmeyenlere daha filmin başlarında sonu ile ilgili spoiler veriliyor ya da film esnasında birden radyo programına, konser verilen bara dönülüyor. Fakat bunlar kesinlikle filmi zedelemiyor. Bilindik bir giriş-gelişme-sonuç izleğine sahip müzisyen biyografisi anlatmaktansa, o kopukluk veya düzensizlik olarak algılanması muhtemel kurgu tercihleri, Blaze gibi bir adamın kırık dökük yaşamıyla çok iyi örtüşüyor.


Müzisyen Blaze ve oyuncu Sybil, yaşadıkları doğal ortamdan ayrılıp kariyer fırsatlarının peşinde emek harcamaya başladıklarında, özellikle Blaze için sorunlar başlıyor. Yeni çevre, geçim derdi, evden haftalarca uzak kalan Blaze, hem bir işte çalışıp, hem de kendine kariyer fırsatı yaratmak isteyen Sybil, Blaze'in Sybil'a yazdığı olağanüstü hasret mektubu... Nihayet onu keşfeden Zephyr Records'un sunduğu fırsatlardan bir süre faydalanıp, asi ruhuna bu işkenceyi yapamayacağını anlayınca bu fırsatları tepmekten geri durmayan Blaze, filmin başlarında Sybil'a söylediği gibi bir star olmak değil, efsane olmak istiyor. Onun efsane anlayışında ise Merle Haggard ve Willie Nelson gibi outlaw müzik hareketinin "kanunsuz" duayenleri yer almakta. Yani devasa sahnelerde, ışıltılı bir şöhret aldatmacasına kanmaktan çok uzak bir adam Blaze Foley. Alkol problemi yüzünden sahnede diline hakim olamayıp işini, hemen akabinde de aynı sebepten Sybil'ı kaybediyor. Filmin en melankolik yanlarından biri de ikili arasındaki bu ayrılık ve kavuşmaların güzelliği olsa gerek. Film boyunca duyduğumuz Should Have Been Home With You, Picture Cards, Cold, Cold World, If I Could Only Fly gibi daha nice güzel şarkısından ve Sybil ile olan sevgi dolu ilişkisinden de anlaşılacağı üzere naif bir kişiliğe sahip olan Blaze'in, bazen sahnedeyken seyircilerle kavga edebilecek kadar da asabi olabilmesi, Amerika'nın kırsalında olduğu kadar, çoğu ülkenin kırsalında da rastlanan hazır cevap, kıvrak zekalı, hikayesi bol, üstüne de geveze kır insanlarının özelliklerine sahip olması gibi türlü halleri filme çok doğal yansıyor. Biraz fazla kendine özgü ve bu yüzden anlaşılmaz gibi görünse de edebi derinliğe sahip bir şarkıcı/şarkı yazarı.

Ethan Hawke, filmin her yanına sinmiş o salaşlığı, "outlaw country" atmosferi, yeri geliyor görkemli bir pastoral zenginliğe yaslayabiliyor. Bu zıtlığı yumuşak geçişlerle, bir koz haline getirdiği karışık kurgusuyla, hüzün kaplı Blaze Foley şarkılarıyla sağlıyor. 2006'da kendi romanı The Hottest State'i senaryolaştırıp yöneten Hawke, oyuncu William ve müzisyen Sarah adlı iki karakter üzerinden tutunamayan bir aşk hikayesi anlatmıştı. 12 yıl sonra başka birinin romanını çektiği filmde Blaze ve Sybil'in aşkını yine erkeğin tarafından, onun sevap ve günah içtenliklerini yadsımadan, kimseyi aşağılamadan ama kalpleri kırmaktan da geri durmadan anlatıyor. Başrole de ilk ciddi deneyimiyle Ben Dickey adında henüz 2. albümünü 2019'da çıkarmış bir müzisyeni yerleştiriyor. Çok iyi bir Blaze performansı ortaya koyan, şarkıları kendisi seslendiren Dickey'ye yine pek kimsenin tanımadığı Alia Shawkat çok güzel eşlik ediyor. Townes Van Zandt rolünde müzisyen/aktör Charlie Sexton, Blaze'in babası rolünde kısacık izlediğimiz, kiminin outlaw country efsanelerinden biri olarak, kiminin de onlarca filmiyle tanıdığı Kris Kristofferson, yine kısa misafirlikleriyle Sam Rockwell, Richard Linklater, Steve Zahn ve Sybil'in annesi rolünde gerçek Sybil Rosen, bu kendi halinde ama özel filmin kenarından kıyısından geçen isimler. Asla bir yıldız olmamış, fakat country müzik tarihinin karanlık, kirli, kanunsuz, yaramaz, yine de dürüst, kırılgan, aşık çocuklarından biri olan Blaze Foley'nin anısına hakkını vererek dokunabilecek bir film.

11 Mart 2019 Pazartesi

Girl (2018)


Yönetmen: Lukas Dhont
Oyuncular: Victor Polster, Arieh Worthalter, Oliver Bodart, Katelijne Damen, Valentijn Dhaenens, Magali Elali, Alice de Broqueville
Senaryo: Lukas Dhont, Angelo Tijssens
Müzik: Valentin Hadjadj

Senaryosunu Angelo Tijssens ile birlikte yazıp ilk uzun metrajını çeken Lukas Dhont yönetimindeki Girl, 15 yaşındaki trans birey Lara'nın cinsiyet değiştirme sürecinde yaşadıklarını inceleyen Belçika/ Hollanda ortak yapımı bir dram. Belçika'da yeni bir muhite taşınan Lara, kardeşi Milo ve babası Mathias'tan oluşan ailenin olağan bir günüyle başlayan, her şeyi yavaş ve sakin biçimde işleyerek bu rutine ve tabii Lara'nın naif olduğu kadar çok ince bir gerilime sahip hayatına seyirciyi de ortak eden film, türünün (veya alt türünün) nadide örneklerinden biri. Lukas Dhont'un “2009’da bir Belçika gazetesinde erkek çocuk bedeniyle doğan ve balerin olmayı tek amaç edinmiş bir genç kız hakkında okuduğum makale beni çok etkiledi. Bu cesaret örneği gençten çok etkilendim. Seyircilerin, kendine ait olmayan bir bedenle doğmanın nasıl bir his olduğunu anlamalarını istedim.” cümleleriyle özetlediği Girl, bu esinlenmeyi, akla gelebilecek türlü klişe tuzaklarına düşmeden yalın ve olağan bir üslupla aktarmaya çalışan bir film. Bu çabasında da başarılı olup çok sayıda ödülün yanında özellikle 2018 Cannes Film Festivali'ndeki FIPRESCI, Altın Kamera, Queer Palm ve Belirli Bir Bakış (En İyi Erkek Oyuncu) bölümlerinden de ödüllerle dönmüş.

Lukas Dhont'un okuduğu haber, aslında filmin finalindeki trajik olaya istinaden yazılmış olsa da, Dhont bu olayın öncesini kendi kurmaca hikayesiyle şekillendiriyor ve kamerasını adeta Lara'ya kilitliyor. Bazı benzer yapımlarda tanık olduğumuz üzere gerçek cinsiyetini gizleyen, bu gerçeğin ortaya çıkıp çıkmaması yönünde seyirciyi diken üstünde tutacak bir gerilim üzerine konmuş bir trans birey yok bu defa. Filmdeki herkes Lara'nın erkek bedenine sahip olduğunu biliyor. Bu sayede birçok klişeyi bertaraf eden Dhont, onun hormon tedavisine, aynı zamanda dans okulunda aldığı bale derslerine başladığı döneme odaklanıyor. Taksi şoförlüğü yapan babası Mathias her zaman ona destek oluyor. Okuldaki arkadaşları tarafından (bir partide kızların onun penisini görmek istedikleri sahne dışında) zorbalığa uğramıyor. Akrabaları onu ergen bir kız olarak görüyorlar. Böylesine sorunsuz bir çevre düzeni sağlayan Dhont'un, erkek bedeninde, üstelik bale gibi zor bir aktivite ile başarılı olmaya çalışan bir kızın hikayesini anlatmaya yönelik meydan okuması yetmiyormuş gibi, kendini bu derece klişelerden arındırması da bir nevi çılgınlık. Ayrıca Lara, sağlıklı olmayan şekilde gizlediği penisi dışında gerçekten çok güzel ve alımlı bir kız bedenine sahip olmasından bile tam anlamıyla mutlu değil. Yani Dhont, filminin dramatik açmazlarını dış etmenlerde değil, tamamen Lara'nın kendi bedensel memnuniyetsizliğinde arıyor.


Hormon tedavisi, ergenliği nedeniyle yaşadığı fiziksel değişimler ve buna bağlı olarak bu değişimleri yavaşlatmak için kullanmak zorunda olduğu ilaçlar nedeniyle yavaş yavaş psikolojik zorluklar da yaşamaya başlayan Lara, bir an önce tam anlamıyla kız olmak istiyor. Ama bu tedavinin umduğu kadar çabuk sonuçlanmayacağını, olası komplikasyonları da düşündükçe, bu acelesi hem zaman zaman diğer kızlara ayak uydurmakta zorlandığı dansına, hem de henüz sahip olamadığı cinsel hayatına olumsuz yansıyor. Dans ederken ayakları yara bere içinde kalıyor. Asansörde ara sıra karşılaştığı genç komşusunu, bu ihtiyacı ile tanışma girişimleri için kullanıyor. Kendisini her koşulda destekleyen babasını ergenlik tripleriyle zorluyor vesaire. Black Swan'daki balerin Nina'nın bu "öteki" kimliği tarafından ele geçirilmeye başlaması veya Hedwig and The Angry Inch'teki Hedwig'in dişiliğinin önündeki en büyük engel olan "çıkıntısı"na duyduğu öfke ile uzaktan akrabalıkları izleyenin zihinlerine bazen uğruyor, bazen uğramıyor. Lara'nın duymaktan hiç hoşlanmadığı, kendisine doğduğunda konmuş olan Victor isminden kurtulduğu gibi kolay kurtulamayacağını anladığı penisi ile kurduğu sessiz, öfkeli, çileli ilişkiyi çok iyi yansıtan Dhont, onun sessizken bile konuşan türlü yüz ifadelerini senaryosunun sessiz cümleleri olarak yakalamayı ve anlamlandırmayı çok iyi başarıyor.

Lukas Dhont, ülkesinin duayenleri olan Jean-Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin sinemasından da etkiler taşıdığı görülen Girl ile karakterini hiçbir suretle sömürmeyen, onun kararlılığını, acemiliğini, ötekiliğini, fiziksel olarak ait olmadığı bir cinsiyetin karşı tarafına duyduğu güçlü aidiyet duygusunu kesinlikle abartmadan, en doğal haliyle perdeye aktarıyor. Tabii bütün bu duygular 2002 doğumlu bir erkek olan Victor Polster'in bedeninden ve yüzünden okunuyor. Sinema dünyası bu güne dek bir sürü trans birey rol gördü. Ama Polster'in Lara yorumu bunların arasında olağanüstü sınıfına dahil edilmesi gereken örneklerden biri. Henüz ilk filminde, hiç de rol yapıyormuş gibi görünmeyen Polster, bedenen olduğu kadar ruhen de Lara'nın bir "kız" oluşunu kutsayan sadeliğe, zarafete, asalete sahip. Metot oyunculuğu gerektirdiği su götürmez son derece zor bir rolün altından da ancak böylesine doğal bir performansla kalkılabilirdi. Belki daha keskin kenarlı, köşeli, trajedili, mesaj kaygılı bir film bekleyenleri tatmin etmeyebilir. Ama Girl, ilerde "Girl"ün yönetmeninin yeni filmi" diye karşılayacağımız yeni Dhont filmlerinin tepesinde yer alacak derecede güçlü bir debut.

4 Mart 2019 Pazartesi

Widows (2018)


Yönetmen: Steve McQueen
Oyuncular: Viola Davis, Michelle Rodriguez, Elizabeth Debicki, Cynthia Erivo, Liam Neeson, Colin Farrell, Robert Duvall, Brian Tyree Henry, Daniel Kaluuya, Carrie Coon, Garret Dillahunt, Jon Michael Hill, Jon Bernthal, Manuel Garcia-Rulfo
Senaryo: Gillian Flynn, Steve McQueen, Lynda La Plante
Müzik: Hans Zimmer

Harry Rawlings (Liam Neeson) liderliğindeki bir soygun çetesi, yüklü miktarda para kaldırdıkları soygun sonrasında polise yakalanırlar ve bindikleri minibüsün patlaması sonucu ölürler. Harry'nin karanlık suç ilişkilerinden biri olan Jamal Manning (Brian Tyree Henry), yaklaşmakta olan belediye başkanlığı seçimlerinde en güçlü iki adaydan biridir ve ona olan borcu yüzünden Harry'nin eşi Veronica'yı (Viola Davis) sıkıştırmaya başlar. Seçimlerin diğer adayı Jack Mulligan (Colin Farrell) ise eskiden yıllarca babası Tom Mulligan'ın (Robert Duvall) belediye başkanlığı yaptığı bölgede kazanmak için tehlikeli Jamal'i alt etmenin planlarını yapmaktadır. Kocası öldükten sonra boşluğa düşen Veronica, onun bir sonraki soygun planlarının detaylarının bulunduğu bir defter bulur ve o soygunu kendisi yapmaya karar verir. Harry'nin soygun yaptığı ölen ortaklarının eşleri olan Linda (Michelle Rodriguez) ve Alice (Elizabeth Debicki) ile temasa geçip onlara bu planı açıklar. Eşleri öldükten sonra maddi manevi zor durumda olan bu iki kadın soygun planını kabul ederler. Geçim derdindeki bir başka dul olan Linda'nın çocuklarının bakıcısı Belle (Cynthia Erivo) de şoför olarak ekibe dahil olunca dört kadın için saat işlemeye başlar.

Pek çok dizi senaryosunda emeği bulunan İngiliz oyuncu/senarist Lynda La Plante'nin 1983 ve 85'te, ardından 2002'de dizi formatında çekilen aynı adlı senaryosunu bu defa Steve McQueen ve Gillian Flynn uzun metraj olarak temize çekiyor. 2014 tarihli David Fincher yönetmenliğindeki Gone Girl romanını ve senaryosunu yazan Flynn, en son başarılı bir mini dizi olarak televizyona uyarlanan Sharp Objects romanının da yazarı. Yönetmen de ilk iki uzun metrajı Hunger ve Shame ile İngiliz sinemasının yükselen değerlerinden biri olan Steve McQueen olunca beklentilerin yüksek olması kaçınılmaz. Ama ne var ki McQueen, En İyi Film dahil 3 dalda Oscar kazanan 12 Years A Slave ile Hollywood semalarında uçma uğruna sinemasının özgünlüğünden tavizler verdikçe hayal kırıklığı yaratmaya başladı. 12 Years A Slave kötü film değildi elbette. Ama ilk iki filminde yarattığı derinlikli sinema dokusunun yerini daha ana akım, hatta direkt ödüllere oynamaya çabalayan hesaplı bir sinemaya bırakmak istemişti. İstediğini de bu filmle aldı. Tadı damağında kalmış olacak ki, zaten iki defa TV dizisi olarak çekilmiş ortalama bir suç hikayesi olan Widows'u, tecrübeli Gillian Flynn ve yıldız oyuncu kadrosuyla uzun metraja uyarlamak suretiyle yine ödüllere talip oldu. Ne var ki pek kimsenin bilmediği birkaç festivalden aldığı ödüller dışında umduğunu bulamadı.


Elinde öyle ödüllük bir malzeme olmayan, ama son dönemdeki siyah sinemanın yükselişinden nemalanmak için o malzemeyi ödül avcısı kıvamına getirmek uğruna elindeki kozları bir Amerikalı gibi kullanan, böylece binlerce benzeri çekilmiş bir filme imza atan Steve McQueen, artık kendisinden çok şey beklenen bir isim olmaktan çok uzakta. Oscar'ın "çok beyaz" olarak eleştirilmesinden sonra onlarca kötü siyah filmin zorlama biçimde dolaşıma sokulmasını fırsata çevirmek isteyenlerden birinin de Steve McQueen olacağı eskiden akla gelmese de, 12 Years A Slave'den sonra hissedilmişti. Widows sadece siyah sinemanın bu ısmarlama zihniyetinden değil, özellikle Weinstein vakasından sonra yine Hollywood'da bir yükselişe sebep olan sinema sektöründeki kadın dayanışmasından ve direnişinden de pay kapma peşinde bir film. Üstüne seçim öncesi politik ayak oyunlarını, dinin politikaya alet edilişini ve perde arkasındaki yozlaşmayı da ekleyince kendini dev aynasında görmesi bir yerde kaçınılmaz. Ancak McQueen bu alanda o kadar şabloncu ki, bir sonraki hamleleri, hatta nasıl biteceği bile az çok belli sıradan bir suç hikayesine, en azından sinema sanatına yönelik teknik beceri içeren incelikli sahneler katmayı bile düşünmüyor. Dizi formatında daha ayakları yere basan (ve belki biraz da sıkacak) kalabalık karakter gelişimleri sağlanabilecek iken, bunu iki saatin bilmem kaç dakikasına sığdırmak da bu şablonun işi hiç değil zaten.

Performans olarak Viola Davis'in domine ettiği Widows, onun dışında bir miktar Alice rolündeki Elizabeth Debicki'ye boş alan sağlıyor sağlamasına. Fakat kendi kimliğini, onurunu, hayattaki amacını bulma yoluna sokulup orada öylece bırakılmış bir karakter olarak ona da fazla bel bağlamamak gerekiyor. Ortalarda peydahlanan sürpriz, az çok tahmin edilebilir olma zayıflığını inkar etme çabası olarak görülebilir. Lakin o sürprizin bile nereye varacağı, nasıl sonuçlanacağı o kadar belli ki, McQueen sanki kurcalanacak bir şeyler varmış algısı yaratmaya çalışıyor. Oysa film bitince elde avuçta hiçbir şey kalmıyor. Davis'in artistlik becerileriyle ayakta tutmaya çalıştığı Veronica dışında herkes tam anlamıyla dümdüz karakterler. Hırslar, öfkeler, tehditler, kaygılar öylece havada asılı duruyor. McQueen, kariyerinin en iyi iki filmi Hunger ve Shame'de görüntü yönetmenliği yapmış, unutulmaz sahnelere emek katmış Sean Bobbitt'i de kendisine benzetmiş sanki. Akılda kalan tek bir plan, vurucu tek bir sekans yok neredeyse. Fazla uzatmayıp Widows'un dört filmlik Steve McQueen kariyerinin en zayıf halkası olarak görmenin haksızlık olmayacağını söyleyebiliriz.