2021 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2021 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2024 Perşembe

Kazn (2021)

 
Yönetmen: Lado Kvataniya
Oyuncular: Niko Tavadze, Evgeniy Tkachuk, Daniil Spivakovskiy, Victoria Tolstoganova, Aglaya Tarasova, Dmitriy Gizbrekht, Igor Savochkin
Senaryo: Olga Gorodetskaya, Lado Kvataniya
Müzik: Kirill Rikhter

Yıl 1988... Gece yarısı bir adam ormana baygın vaziyette bir kadın getirir. Kadını yere sırt üstü yatırarak ağzına toprak doldurmaya başlar. Ardından yüzükoyun yatırdıktan sonra sırtına bir bıçak saplar. Şokla kendine gelen kadın ayaklanır ve sendeleyerek kaçmaya çalışır. Adam da peşinden gider. Tam bu sırada 1991 yılında sabaha karşı ormandan kaçmaya çalışan bir kadının yola fırlayarak bir aracı durdurup ona bindiğini ve kaçtığını, onu elinden kaçıran adamı da ormanın içinden kadına arkadan bakarken görürüz. 88'den 91 yılına yapılan bu tuhaf geçişin ardından kalabalık bir ev kutlamasına gideriz. Burası dedektif Issa Davydov'un evidir ve uzun süredir aranan bir seri katili yakaladığı için terfi alması sebebiyle ailesi kutlama yapmaktadırlar. Ama daha yemeğe oturmadan gelen bir telefon üzerine kabus tekrar başlar. Yakalandığı sanılan katilin ritüellerinin aynen uygulandığı bir cinayet daha işlenmiştir. Kurtulan kadını hastanede sorgulayan Davydov, gerçek katilin hala dışarıda olduğunu anlar. Olga Gorodetskaya ve Lado Kvataniya'nın senaryosunu yazıp Kvataniya'nın yönettiği Kazn (The Execution), dünya prömiyerini Fantastic Fest 2021'de gerçekleştiren her yönüyle kaliteli bir seri katil gerilimi.

Gorodetskaya ve Kvataniya, 1978-1990 yılları arasında 53 kesinleşen cinayet işlemiş, kadın çocuk demeden vahşice doğradığı kurbanlarının kanını içmesi, mahrem yerlerini kesip yemesiyle bilinen Ukrayna doğumlu Sovyet seri katil Andrei Chikatilo'yu hareket noktası olarak belirlemişler. "Rostov Kasabı" veya "Rus Hannibal Lecter" olarak da adlandırılan Chikatilo kadar geniş çaplı olmayan, sadece kadınlara işkence edip öldüren vahşi bir seri katil üzerinden hikayelerini kurgulayan senarist ikilisi, hem senaryo, hem de biçim yönünden basit bir kaçma kovalamacadan çok daha fazlasıyla ilgileniyor. Altı bölüm ve bir önsöz olarak tasarlanan bu kurguya göre 1978-1991 yılları arasında 36 kadın ve genç kızı taammüden öldürmek, sadistçe işkence etmek ve tecavüz suçlamalarından dolayı yakalanan Andrey Valita, kurtulan kadının ihbarıyla bir kır evinde kıstırılıp yakalanıyor. "Şef" adlı ilk bölümde Issa Davydov ile tanıştıktan sonra "inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme" aşamalarını, bu her aşamayı kendi bölümü için tematik bir başlık olarak izliyoruz. Film merkez olarak sadece Issa Davydov'u almıyor. 80'lerde çocukları kurban olarak seçen "Chess Player" lakaplı seri katili yakalayıp büyük ün edindikten sonra bu davaya atanan Issa'nın ekibinde yer alan polis memuru, aynı zamanda olay yeri fotoğrafçısı Ivan Sevastyanov da bu merkezin önemli bir yerinde durmakta.



Issa ve Ivan arasında gelişen iş ortaklığı ve dostluğu geri dönüşlerle sağlam bir zemine oturtan film, asıl zamanı olan 1991'de ikisi için, özellikle de Ivan Sevastyanov için işlerin pek de iyi gitmediğini gösteriyor. 10 yıldan fazla bir süredir Rus polis güçlerinin ülkenin en zeki ve en çok aranan seri katilini yakalamaya çalışmaları iki arkadaşın ilişkilerini de hırpalıyor, kopma noktasına getiriyor. Bir türlü bulunamayan katil peşinde süren araştırma, Issa ve Ivan arasındaki gelgitler, buna ilaveten Issa'nın Vera adında çekici bir kadınla olan yasak ilişkisi, hepsi çeşitli kanallardan birbirine bağlanmaya başladıkça filmin bir seri katil filminde olması gereken senaryo zekası da su yüzüne çıkıyor. Bu yıl atlamalarıyla şekillenen karışık kurgu içinde bütünlük sağlayabilmenin zorluğuyla çok iyi baş eden Gorodetskaya ve Kvataniya, ele aldıkları her yılın kendi olay örgüleri dahilinde irili ufaklı sıçramalarda da bulunuyorlar. Üstelik bu farklı yılların dönemsel özelliklerini ufak detaylarla besleyip, hiçbirinde de atmosfer derinliğini kaybetmiyorlar. Bunda henüz ikinci uzun metrajını çeken görüntü yönetmeni Denis Firstov'un göz dolduran işçiliğinin de payı büyük. Yıllar arasında yapılan geçişlerin, hangi yılda olduğumuzu, daha doğrusu filmin neresinde durduğumuzusağlaması da kurgucu Vladislav Yakunin'in katkılarında görülüyor. Kısacası, belki de kafa karıştıracak, dağılacak, aceleye gelip istediği etkiyi yaratamayacak güçlü bir hikayeyi, ele aldığı her yıl içinde belli bir disiplinde tutan, diri kalmasını sağlayan kolektif bir başarı söz konusu. 

Adını İtalya'nın Tiber ile Arno nehirleri arasında yer alan Etruria bölgesinde yaşamış ve MÖ 6. yüzyıla dek varlığını sürdürmüş bir halk olan Etrüsklerin bir infaz türünden alan film, bunu açıkladığı andan itibaren Çehov'a atfedilen “tiyatronun birinci sahnesinde duvarda bir silah asılıysa o silah o oyunda mutlaka patlar" sözüne benzer biçimde beklenti de yaratıyor. SSCB'nin varlığının son yılı olan 1991'de geçmesinin politik vurgusunu dahi ihmal etmemesi, seri katil kavramı ve bu kavramın tanımlanması, çözülmesi için gerekli olan örüntü takip etme, profil çıkarma gibi ilk adımları kendi coğrafyasından izlemesi, katmanlı ve sürprizli hikayesini sürekli beslemesi filmi son yılların en kaliteli suç dramlarından biri yapıyor. Kazn; Memories Of Murder, Zodiac, Secret In Their Eyes, True Detective, The Silence Of The Lambs gibi devlerin liginde oynuyor. Özellikle Issa Davydov rolüyle Niko Tavadze'nin ve Sevastyanov'u canlandıran Evgeniy Tkachuk'un güçlü oyunları da tüm bu bileşenlerin başarısına ekleniyor. Filmin başrolü olarak gördüğümüz yönetmen Lado Kvataniya'ya tekrar dönersek, kısa film ve müzik videolarından oluşan bir kariyere ilk uzun metraj olarak Kazn ile başlaması muazzam. Şayet bundan sonrasında bu yoldan ilerlemeyi düşünüyorsa merakla beklenecek yönetmenler listesine bir isim daha eklemiş olacağız.

5 Haziran 2024 Çarşamba

Wild Roots (2021)

 
Yönetmen: Hajni Kis
Oyuncular: Gusztáv Dietz, Zorka Horváth, Éva Füsti Molnár, Viktor Kassai
Senaryo: Hajni Kis, Fanni Szántó
Müzik: Oleg Borsos

Araçla cinayete sebebiyet vermekten dört yıl hapis cezasına çarptırılan Tibi, hapisten çıktıktan sonra bir gece kulübünde fedai olarak çalışmaya başlamıştır. Kızı kazada öldüğü için onu suçlayan kayınvalidesi, torunu Niki'nin babasını görmesini yasaklamıştır. Yedi yıl ayrı kaldığı babasını merak eden 12 yaşındaki Niki bir gece onun çalıştığı kulübe gizlice girer ve babasının bir müşteriyle yaşadığı kavgaya tanık olur. Uzun zaman sonra kızını gören Tibi onu bırakmak istemez. Ama kalıcı bir işi, kalacak bir yeri bile olmadığı için bu o kadar kolay olmayacaktır. Hajni Kis ve Fanni Szántó'nun yazıp Hajni Kis'in yönettiği Külön falka (Wlid Roots), her ikisi de hayatlarında farklı sorunlarla boğuşan bir baba-kızın bu olumsuzluk ve zorluklar içinde taze bir başlangıç yapmaya çalışma hikayesi. Film, özellikle baba ile kızının yıllar içinde birbirlerini ne kadar özlediklerini küçük ama etkili dokunuşlarla anlatma becerisiyle öne çıkıyor. Senaryo olarak benzerlerine çokça rastlamış olabiliriz. Hayata tutunamamış bir ebeveyn ve hiç olmazsa bir ebeveyne sahip olmak isteyen bir çocuk. Birbirlerini bulduklarında, daha doğrusu Niki ilk adımı attığında her ikisinin de sevgi ve sığınma açlığı ortaya çıkıyor. Birbirlerine iyi geldikleri, baba olma ve bir ebeveyne sahip olma duygularının rahatlatıcı etkileri hissediliyor. Film özellikle yıllar sonra birbirini bulma ve haklı olarak kaybetmek istememe duygularının bu paslaşmalarına yakın giriyor. Sözlere fazla ihtiyaç duymasa da, duyduğu anlarda hisleri sömürme niyeti taşımıyor.

Ne var ki hem Tibi, hem de Niki birbirlerinden ayrı geçirdikleri hayatlarında farklı sorunlarla boğuşuyorlar. Hapisten çıkan, bar fedailiği yapan, evli kardeşinin evinde kalan Tibi, bu sefil hayatıyla Niki'ye fazla bir şey vaat edemiyor. Yaşlı anneannesi ve yatalak dedesiyle oturan, okul hayatında akranlarıyla sorunlar yaşayan, ailesiyle ilgili arkadaşlarına sürekli yalanlar söyleyen Niki ise, artık yokluğunu hissetmek istemediği, elindeki sınırlı bilgileri izleyerek bulduğu babasını tanımak istiyor. Senaristler, kulüpte yaşanan kavganın yasal sürecini, Tibi'nin sefaletini, geçmişteki kazayla ilgili Niki'nin bilmediği gerçeği, yine Niki'nin okuldaki sorunlarını dikenli teller gibi baba-kız etrafına sararak bu kavuşmayı daha hassas ve değerli hale getiriyorlar. Basit konuşmalar, şakalar, bakışmalar, küsmeler, barışmalar ve dahasından oluşan süreç içinde baba-kızın birbirlerini keşfetme, yeni bir başlangıç yapma gayretlerini görüyoruz. Hayatlarında yaptıkları bazı yanlışlara rağmen Tibi ve Niki birlikteyken o kadar güzel ve iyi niyetli insanlar ki, beraber müzik dinleyişlerinde, yemek yeyişlerinde, okul çıkışı buluşmalarında, el ele tutuşup yürüyüşlerinde aralarındaki kimyanın ekrandan taşması en büyük artılardan. Ama yukarıda sözünü ettiğimiz dikenli tellere yaklaştıkça irili ufaklı çizikler almaları kaçınılmaz hale geliyor. Doğal olarak bu çizikler bizi de etkiliyor. Mesela yeni bir çift spor ayakkabı bile Tibi ve Niki arasındaki ilişkinin çok yönlü okumalarına katkı sağlıyor.

Ülkesi Macaristan'daki ve bazı komşu ülkelerdeki festivallerden genelde En İyi Film ve En İyi İlk Film ödülleri kazanan Wild Roots, birbirlerini tekrar kaybetmemek, yeni bir başlangıç yapmak, iyileştirmek isteyen ve bunun için çabalayan baba-kız ilişkisinin sunacağı sınırlı iniş çıkışları iyi kullanan, doğallığını bir koz haline getirmeyi başaran dramlardan. Doğallık demişken iki başrolünden övgüyle bahsetmemek olmaz. Tibi rolündeki Gusztáv Dietz aslında profesyonel bir oyuncu değil, profesyonel bir dövüşçü ve bu da onun ilk filmi. Aynı zamanda Niki olarak izlediğimiz Zorka Horváth'ın da ilk filmi. Henüz ilk yönetmenlik denemesinde oyuncu bile olmayan iki başrolle çalışan Hajni Kis, onların ekranı çok iyi dolduran fiziksel görünümlerini hakkını vererek kullandığı kadar, abartısız performanslarını da ortaya çıkarmayı başarmış. Üstelik bu performanslar, çoğu profesyonelim diyenden bile daha iyi. Kis'in bu ikiliyi özellikle seçtiği, onların tecrübesizliklerinden elde edeceği performansı bilinçli olarak filme almak istediği ifade edilmiş. Bu oyuncu yönetme tercihi, kamera hareketlerindeki doğallıkla, mekan ve kadraj seçimleriyle birleştiğinde aslında hiç de ilk film gibi durmayan hacimli bir festival yapımı kimliği taşıyor. Bu hacmini büyük ölçüde hayatın içinden bir dramı abartı ve sömürüye fazla kaçmadan yansıttığı için elde ediyor. Empati de kurulunca özellikle kız babalarını ve babalarını özleyen kızları daha bir etkiliyor.

25 Mart 2023 Cumartesi

La terra dei figli (2021)

 
Yönetmen: Claudio Cupellini
Oyuncular: Leon de la Vallée, Paolo Pierobon, Maria Roveran, Fabrizio Ferracane, Valeria Golino, Valerio Mastandrea, Maurizio Donadoni, Franco Ravera
Senaryo: Gian Alfonso Pacinotti, Claudio Cupellini, Guido Iuculano, Filippo Gravino
Müzik: Francesco Motta

Gian Alfonso Pacinotti'nin grafik romanından Claudio Cupellini, Guido Iuculano ve Filippo Gravino'nun senaryosunu yazıp Claudio Cupellini'nin yönettiği İtalya/Fransa ortak yapımı La terra dei figli (The Land Of Sons), isimlerini bilmediğimiz bir baba ve 15-16 yaşlarındaki oğulun, yer yer "zehir" olarak adı geçen bir felaket sonrasında hayatta kalanlardan olduğunu anladığımız bir hikaye anlatıyor. Nehir üzerine inşa edilmiş köhne bir evde yaşayan baba oğul yiyecek sıkıntısı çekmekte. Baba, oğluna pek şefkatli davranmasa, hatta aşağılayıcı bir tutum içinde olsa da ona karşı korumacı olduğunu hissediyoruz. Yakınlarında yaşayan aksi ve tehlikeli Aringo'dan takas usulü yiyecek istekleri de sonuç vermeyince çocuk gizlice bu tehlikeli yaşlı adamın evinden balık çalıyor. Bunu öğrenen Aringo'nun son anda canlarını bağışlamasıyla ölmekten kurtulan baba, hırsızlık yapan oğluna tokadı yapıştırıyor. Aynı gece baba, her gece yazdığı günlüğünün başında ölünce yalnız kalan çocuk, Aringo'yu dostça olmayan biçimde ziyaret ettikten sonra okuma yazması olmadığı için içinde neler yazdığını merak ettiği günlüğü okuması için babasının uzak durmasını tembihlediği "cadı" dedikleri kör kadına gidiyor. Gözleri görmeyen birinin kitap okuyamayacağını düşünemeyecek, harflere dokunarak okuyabileceğini sanacak kadar cahil olan çocuk, cadının kontrolündeki korunaklı bölgenin dış dünyaya açılan kapısını açıp gitmesine izin vermesini istiyor. Cadı kapıyı açınca da, günlüğü okuyacak birini bulmak amacıyla deniz motoruna atlayıp ilk kez tecrübe edeceği dış dünyanın belirsizliğine doğru yolculuğa çıkıyor.

Pacinotti'nin grafik romanı kendi kulvarında gayet etkileyici bir formatken, Claudio Cupellini de gayet iyi bir post-apokaliptik drama imza atmakta. Filmin neden olduğu detaylandırılmadan yıllar sonrasında dahil olduğumuz küresel bir felaketin bıraktığı yıkımın etkilerinin hala geçmediği, yıkık dökük, ıssız, tehlikenin nereden çıkacağı belli olmayan tekinsiz bir dünya tasviri çok güçlü. Babasının günlüğünde ne yazdığını öğrenmek gibi orijinal bir amaçla yola çıkan çocuğun nelerle karşılaşacağı, günlüğü okutacak birini nasıl bulacağı, en önemlisi de günlükte neler yazdığı gibi seyirciyi oyunda tutan kozlar da bu tasvire eklenince ortaya türe ilgi duyanları memnun edecek etkili bir post-apokaliptik yol filmi çıkıyor. Tabii bu soruların cevaplarını detaylandırmak, filmi izlemeyenlerin keyfini kaçırabileceğinden, sadece The Last Of Us serisinin rüzgarıyla bu tarz serüvenlerin yarattığı kıyamet sonrası sağ kalma ruh haline sahip çıkan bir film olduğunu belirtsek yeter. Hatta The Last Of Us gibi kendini genişletebilecek ölçüde dizi formatında kendi evrenini oluşturacak potansiyeli de var. Lakin 2 saatlik bir yol filmi tasarlandığından, çocuğun yolda yaşadığı maceralar biraz aceleye gelmiş görüntüsü veriyor. Üstelik gerek finali, gerekse bu evrenin yaşadığı felakete dair cevapsız sorularıyla bu potansiyelin daha çok yolu olduğunu hissettiriyor. Yer yer abartılı gözükse de genç oyuncu Leon de la Vallée'nin başarılı performansı filme yakışıyor. La terra dei figli, daha çok The Road, The Rover gibi yaratıksız, zombisiz post-apokaliptik yol filmlerinin Avrupalı akrabası gibi duran başarılı bir yapım.

11 Şubat 2023 Cumartesi

Miracol (2021)

 
Yönetmen: Bogdan George Apetri
Oyuncular: Ioana Bugarin, Emanuel Parvu, Cezar Antal, Ovidiu Crisan, Valeriu Andriuta, Valentin Popescu, Ana Ularu
Senaryo: Bogdan George Apetri

Bogdan George Apetri'nin yazıp yönettiği Miracol, Rumen Yeni Dalgası'nın çarpıcı örneklerinden birisi. Bir arkadaşının yardımıyla gizlice manastırdan çıkan genç rahibe Cristina şehir merkezindeki hastaneye gitmek için kendisini bekleyen taksiye biner. Yolda rahibe kıyafetini değiştirmek için taksi şoföründen bir yerde durmasını ister. Hastaneye varınca da jinekoloji polikliniğine gider. Çünkü hamiledir. Orada ne olduğunu görmeyiz. Daha sonra ilk olarak karakola gidip bir polis şefini, ardından gittiği bir evde de kapıyı açan kadına Dr. Ivan diye yalana çevirdiği birini sorar. Ama iki yerde de aradığını bulamaz. Biraz dolaştıktan sonra kendisini bırakan taksi şoförünün onu almasını beklemeden başka bir taksiyle manastıra dönmeye karar verir. Ama bu kararın onun için hayati önemde olduğunun farkında değildir. Apetri, ülkesinin yeni dalgasının hemen hemen tüm özelliklerini taşıyan filminde sabit planlı uzun sahneleri doğal akışına bırakarak ve diyaloglarla sürükleyerek biçimsel açıdan bu uzunluğu hissettirmemeyi başaran bir üslup benimsiyor. Takside geçen Cristina, şoför ve Dr. Ivan üçlüsünün takside, Dedektif Marius ve yardımcısı Misu'nun arabada geçen, Cristina'nın bindiği ikinci taksideki sahneleri diyalogların yeşerttiği bu üslubun çok güçlü örnekleri. Tabii bunun gibi birkaç sahne daha var ama sürpriz bozmamak için onları filmi görmemiş olanlara saklayalım.

Apetri bu gibi karakterlerini konuşturduğu, üstelik çoğu da araba sahnelerinde sabitlediği kameraya konuşturduğu sahnelerin dışında sessiz kaldığı sahneleriyle de güçlü bir sindirim sağlıyor. Mesela bebeğin babasının kim olduğu, hastaneden sonra neden söz knusu yerlere gittiği, filmin Dedektif Marius'u merkez aldığı andan itibaren onun soğukkanlılığı ile mücadele veren kişiliğinin filmdeki fonksiyonu gibi bize açık açık söylenmeyen parçaları yorumlama fırsatı bulduğumuz bu sessiz anlar da yeni dalganın karakteristiklerinden. Kırılma anı diyebileceğimiz bölümden sonra yaşanan trajedinin de etkisiyle din, adalet, suç başlıklarının sinir uçlarını daha da belirginleştiren film, kelimenin tam anlamıyla "şaşırtıcı" bir final yaparak temsil ettiği ya da etmeye çalıştığı ne kadar başlık varsa hepsinin ağırlığını seyircinin omuzlarında hissetmesini sağlıyor. Kısa filmlerinin ardından 2010 yılında çektiği ilk uzun metrajı Periferic ile çok sayıda ödüle uzanan Bogdan George Apetri'nin üçüncü filmi Miracol, din kavramından ziyade ahlak kavramının insanca yaşayabilmek için belirleyici bir unsur olduğunu kah uzaktan, kah yakından okuyan bir yapım. Genç oyuncu Ioana Bugarin'in Cristina rolüyle dikkat çektiği film, yapısal olarak keyif veren, ancak gerçekçi polisiye yönüyle hazmı zor bir deneyim.

30 Ocak 2023 Pazartesi

À plein temps (2021)

 
Yönetmen: Eric Gravel
Oyuncular: Laure Calamy, Anne Suarez, Geneviève Mnich Cyril Gueï, Lucie Gallo, Nolan Arizmendi, Agathe Dronne, Mathilde Weil
Senaryo: Eric Gravel
Müzik: Irène Drésel

Pazarlama uzmanıyken şimdi lüks bir otelde kat hizmetleri görevlisi olarak çalışan Julie’nin her günü bir macera içinde geçer. Şehir merkezinden çok uzakta yaşadığından, çalıştığı otele gitmek için sabah gün ağarmadan kalkmakta, iki küçük çocuğunu hazırlayıp komşusu yaşlı bayan Lusigny'ye bırakmakta, sürekli vasıta değiştirerek işine ulaşabilmektedir. Bu sabahların birinden itibaren filme dahil oluruz. Ama bu sabahın farkı, Paris genelinde uygulanmaya başlanan genel grevle birlikte tüm toplu taşıma sistemlerinin durmuş olmasıdır. Zamana karşı her gün daha zorlu bir şekilde yarışan Julie, iki çocuğu, mevcut işi, bir yandan da yeni işi için ayarladığı gizli görüşmenin hassas dengelerini sağlamak zorundadır. İki kısa filmin ardından 2017'de ilk uzun metrajı Crash Test Aglaé'yi çeken Eric Gravel'in yazıp yönettiği ikinci film olan À plein temps (Full Time), tempolu, hassas ve günlük rutinlerin çalışanların sırtına yüklediği gerilimi çok iyi yansıtan bir dram. Erken kalkıp varsa çocukları hazırlamak, onları bakıcıya, okula vs. bırakmak, işe yetişmek için arabalarla veya toplu taşıma araçlarıyla kalabalık yollara düşmek, geç kalındıysa açıklama yapma stresi yaşamak ve daha nice evre çalışanların her gün yaşadıkları maceraların en bilinenleri. À plein temps'in kahramanı Julie'den bir an olsun ayrılmayan Eric Gravel, onun zaten zor olan hayatını daha da zorlaştırmak için toplu taşıma grevi icat ederek onun macerasını hiç gecikmeden seyirciyi ortak ediyor.

Tabii bu grev Gravel'in icadı değil ve günlük hayatta da çeşitli sektörlerin çalışanları çeşitli talepleri gerçekleşsin diye bu haklarını kullanıyorlar. Özellikle eğitim, sağlık, ulaşım gibi hassas sektörlerin grevleri hayatı daha çok etkilerken, grev yüzünden bu hizmetleri alamayanların isyanının yarattığı ikilemler için söylenecek pek bir şey kalmıyor. Gravel da özellikle bir şey söylemiyor. Zaten didaktik bir tutum izleyenlerden olmadığı gibi, hayatın bu ikilemlerini olağan haliyle aktararak da çok şey söylenebildiğinin fakında olanlardan denebilir. Julie'nin sabah uyandıktan gece yatana kadar olan temposunu Ben ve Joshua Safdie tarzına benzer bir telaş ambiyansıyla anlatarak, içinde suç unsurları, şiddet, kötücül karakterler olmadan, sadece bir yerlere yetişmenin zamana karşı verilen mücadelesinden son derece tanıdık bir aksiyon ve gerilim kuruyor. Julie'yi sadece grev sonrası evine hayli uzak işine giderken yaşadığı sıkıntılarla tanımıyoruz. Uzmanı olduğu işten çok farklı bir işte çalışmak zorunda kalan, bu işinden gizli başka bir iş başvurusu yapan, boşandığı kocasının geciktirdiği nafakayı istemek için bir türlü ona ulaşamayan iki çocuk annesi Julie'nin bu zorlu temposu, tüm bunları, hatta belki de daha fazlasını yaşamak zorunda kalan insanları yakalamaya, bunları yaşamayanları dahi yaşandığına samimice inandırmaya muktedir bir tempo.

Gravel tüm bu hengame arasına Julie'nin hayat mücadelesindeki duruşunu zenginleştirecek küçük yan karakter dokunuşları da yapıyor. Çalıştığı otele yeni gelen Lydia ile iş hayatının acımasızlığına, Vincent ile de bekar hayatının bir partnere olan ihtiyacına vurgu yapan Gravel, Julie'nin tüm bu çevre düzenini yansıtabilmek için onu zorlama dram fikirleriyle değil, herkesin hemfikir olabileceği gerçekçi gözlemlerle var ediyor. Yönetmen hem À plein temps'te Julie, hem de Crash Test Aglaé'de komedi ve yer yer absürt anlatımıyla işlediği genç Aglaé üzerinden, bireyin hayatını idame ettirebilmesi için gerekli olan iş ihtiyacının ve kapitalist düzen karşısında bu ihtiyaç uğruna göze alınanların muhasebesini yapmak istiyor. İki filminde iki farklı tarzda bunu yapabiliyor olmasıyla da takip edilmesi gereken bir yönetmen / senarist olduğunu kanıtlıyor. Şu ana kadar çektiği bu iki filminde yarattığı iki kadın karaktere olan bağlılığı, Gravel'ı sonuç bazlı optimist bir konuma koysa da, sırf karakter yaratmakla kalmayıp, film boyunca yarattığını takip etmeyi bırakmayan bir sinemacı olduğunu da gösteriyor. Julie'ye hayat veren Laure Calamy'nin göz alıcı performansını da eklediğimizde tüm derdini anlatabilen ve ikna edebilen hacimli bir dram ortaya çıkıyor. 2021 Venedik Film Festivali'nde en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu ödülleri kazanan À plein temps, Los lunes al sol (2002), Le Couperet (2005), L'emploi du temps (2001), Deux jours, une nuit (2014) gibi bireyin ihtiyaçlarını karşılaması için hayati öneme sahip iş ve emeğin ekonomik kriz ve kurtlar sofrası karşısında ayakta kalma mücadelesini içeren yapımlar arasında yerini alıyor.

25 Kasım 2022 Cuma

El buen patrón (2021)

 
Yönetmen: Fernando León de Aranoa
Oyuncular: Javier Bardem, Manolo Solo, Almudena Amor, Óscar de la Fuente, Sonia Almarcha, Mara Guil, Celso Bugallo, Tarik Rmili, Fernando Albizu, Yaël Belicha
Senaryo: Fernando León de Aranoa
Müzik: Zeltia Montes

Kısa filmden video kliplere, belgeselden dizi senaristliğine birçok alanda faaliyet gösteren Fernando Léon De Aranoa’nın yazıp yönettiği El buen patrón (The Good Boss), bir mikro işçi-işveren numunesi üzerinden hem kendi katmanlı hikayesini işleyen, hem de türlü makro çıkarımlar yapmamızı sağlayan başarılı bir kara komedi örneği. İspanya’nın taşra kentlerinden birinde sanayi tipi tartılar üreten Básculas Blanco adlı şirket, aday olduğu iş dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olan "Mükemmeliyet Sertifikası" alıp alamayacaklarına karar verecek bir komitenin ziyaretini beklemektedir. Denetim vakti geldiğinde her şey kusursuz olmalıdır. Zamana daralırken şirketin sahibi Blanco'nun başına bir sürü problem musallat olur. İşte film, bu problemlerin Blanco tarafından ele alınış ve çözümleniş şekilleri üzerine yaşanan komik, dramatik, tesadüfi dengeleri üzerinde duruyor. Söz konusu bir tartı şirketi olunca, sembolik manada "denge" kelimesini fazla kullanabiliriz. Özel hayatında olduğu kadar, iş hayatında da dengeye özen gösteren Blanco, saplantı haline getirdiği Mükemmeliyet Sertifikası'nı kazanmak uğruna tam da denetim arifesinde ortaya çıkan sorunları çözebilmek için her yolu denemeye hazır olduğunu belli ediyor.

Denetime sayılı günler kala, işten çıkarılan Jose'nin fabrika karşısına tek kişilik bir protesto kampı kurması, Blanco'nun hem dostu, hem de idarecilerinden Miralles'in özel hayatı nedeniyle dalgınlaşması, işleri savsaklaması, üstüne bir de kızı yaşındaki güzel stajyer Liliana ile ilişkiye girmiş bulunması Blanco'nun birkaç cephede birden mücadele vermesine yol açıyor. Filmin başlarında fabrika emektarı Fortuna'nın bir kavgaya karıştığı için yakalanan oğlunun serbest bırakılmasını sağlayan, çalışanlarına babacan bir tavırla yaklaşan, eşi Adela ile çocuksuz, sakin bir hayat süren Blanco genel olarak iyi bir patron, ideal bir eş. İşler sarpa sarmaya başlayınca önce normal yollardan, iletişim kurarak çözmeye çalışmak istemesi de normal. Ne var ki bu yollarla çözemeyeceğini anlayınca, denetleme öncesi hiç bir sorun istemediği için önüne çıkacak engelleri yıkmaya da hazır. Tıkır tıkır işleyen Aranoa senaryosu, Blanco'yu merkezden bir an bile ayırmadan, yan karakterler arasındaki farklı dengelerin yarattığı dengesizlikleri çözmek için hiç acele etmiyor. Çünkü o dengesizliklerin içinde bulunan emek sömürüsü, çıkar çatışmaları, evlilik kurumu, sınıf ayrımı, cinsiyet faktörü gibi meseleleri atlamak istemiyor. Senaryosunun elverdiği ölçülerde atlamıyor da.


Jose, Liliana, Miralles (hatta Miralles'in eşi Aurora) karakterlerinin başı çektiği sorunlar yumağından çıkabilmek, o çok istediği ödülü alabilmek için bazı şeyleri göze alan, bazı şeylere göz yuman, stratejiler geliştiren, şansı bazen tutmayan, bazen de yaver giden Blanco'nun farklı kararlarla denge sağlama çabası, günümüz iş dünyasında riske atılmayacak hiçbir şeyin olmadığına bir gönderme aynı zamanda. Zamanında babasının verdiği " bazen doğru tartması için teraziye hile katmak gerek" öğüdünü böylesi zor zamanlarda uygulaması, hatta en basitinden fabrika önündeki bozuk terazi sembolü için bulunan çare bile şirketlerin, fabrikaların, patronların kendi dengelerini koruma yolunda ne gerekiyorsa yapabileceklerine bir örnek teşkil ediyor. İnsan kaynaklı sorunları çözmek için ne şekilde olursa olsun insanları gözden çıkarmayı uygun gören acımasız iş dünyası ve onun dizginlerine sahip patronlar, Blanco gibi mükemmel bir örnek sayılmayacak (ama bir şekilde mükemmeliyet ödülüne aday olabilecek) versiyonlara her zaman sahipler. Aranoa, Blanco'yu özellikle kötü göstermeye hiç çalışmıyor. Hatta sevimli, babacan, komik, işleri uygun yollarla halletmeye çalışan bir adam görüyoruz. Ama sistem ve onu kendi mikro evreninde kendi şart ve çıkarlarına göre revize eden patronların kurdukları düzen, her ne olursa olsun işlemek, gerekirse öğütmek zorunda.

Fernando León de Aranoa, haklı olarak şimdiye dek çektiği en iyi film sayılan 2002 tarihli Los lunes al sol'da ekonomik krizin yol açtığı işsizlik merkezli sorunları üç orta yaşlı erkek üzerinden çok güçlü bir kara komedi/dram tonuyla betimlemişti. O filmden yaklaşık 20 yıl sonra bu defa patron tarafına geçerek yaptığı okumalarda aynı sorunların hala yerinde durduğuna tanıklık etmemizi sağlıyor. İşsizliğin ve beraberinde getirdiği sorunların Avrupası, Asyası, Ortadoğusu, kadını, erkeği olmadığını yineliyor. Üstelik onun gibi dramatik yanı olmasa da, Los lunes al sol'un o kara mizah tonunu hala yanında taşıdığını gösteriyor. Mizahtaki bu karalık yer yer beyaza da bürünebiliyor. Ama güvenlikçi Román haricinde pek karikatürleşmiyor. Bu dengeli ve etkili kara mizahın oluşmasında, Los lunes al sol'da Santa karakterini de canlandıran Javier Bardem'in çok güçlü Blanco performansı başı çekmekte. 2017 tarihli Loving Pablo ile birlikte üçüncü kez beraber çalışan Aranoa ve Bardem uyumu, Santa'dan sonra Blanco'yu da somut, gerçek, komik, boyutlu ve üzerinde düşündürücü bir karakter haline getiriyor. Filmin son sahnesinde özellikle Coen kardeşlere çok uyan gerilim, bu düşündürücü olma halini en iyi özetleyebileceğimiz anlardan biri. Başta İspanya'nın en prestijli ödülü Goya'da 6 önemli kategori olmak üzere, dünya çapında 30'un üzerinde ödül kazanan El buen patrón, şayet bir roman olsa filmde yer almayan edebi alt metin zenginlikleriyle ve detaylı karakter analizleriyle keyifle okunacak filmlerden biri.

15 Eylül 2022 Perşembe

Razzhimaya kulaki (2021)

 
Yönetmen: Kira Kovalenko
Oyuncular: Milana Aguzarova, Alik Karaev, Soslan Khugaev, Khetag Bibilov, Arsen Khetagurov, Milana Pagieva
Senaryo: Kira Kovalenko, Lyubov Mulmenko, Anton Yarush

Kira Kovalenko'nun yazıp yönettiği ikinci uzun metraj olan Rusya - Fransa ortak yapımı Razzhimaya kulaki (Unclenching The Fists - Yumrukları Gevşetmek), Kuzey Osetya'daki eski bir maden kasabası Mizur'da yaşayan genç Ada'nın hayatından önemli bir kesit sunuyor. Korumacı babası ve yerinde duramayan saf erkek kardeşi Dakko ile yaşayan Ada, bunaltan bir rutine hapsolmuş bir genç kız. Bir yandan annesiz bu aileye annelik ederken, bir yandan da çalıştığı bakkal dükkanına mal getiren Tamik'e olan karışık duygularıyla baş etmek zorunda. Bir süre önce çalışmak için en yakındaki büyük şehir olan Rostov'a kaçan en büyük kardeş Akim'in geçici bir süreliğine dönmesinde sıkıcı hayatından kurtulma fırsatı gören Ada'nın mücadelesini izliyoruz. Bu mücadele, benzer temalı filmlerde rastladığımız önemli bazı klişelere yüz vermeyen nitelikte. Hiç görmediğimiz annenin bahsi bile geçmiyor. Akim'in dönüşüyle birlikte kendisine düşkün üç erkekle aynı evde yaşayan, ev dışında da kendisinden hoşlanan (onun da hoşlandığı) Tamik'in sevimli darlamalarına karşı koymaya çalışan Ada, görüldüğü gibi sert baskılara, hakaretlere, şiddete uğramayan bir genç kız. Çok net ifade edilmeyen geçmişe ait bir hastalığı, yara izleri var. Ama kimi kendisine bağımlı, kimi düşkün, kimi aşık bu dört erkeğin ilgilerinin toplamından oluşan baskı iklimi, zaten yaşadığı Mizur gibi bir dar bir çerçeveye sıkışmış Ada'yı ayrı bir klostrofobiye hapsediyor adeta.

Kira Kovalenko, farklı tipte erkeklerle çevrelenmiş bu ilgi/baskı ortamının ortasında bir türlü açamayan, serpilemeyen Ada'nın hayatını yer yer tuhaf bir zorbalığa, hoyratlığa varan boyutlarla çiziyor. Babası parfüm sürdüğünü fark edince onu dökmesini söylerken bağırıp çağırmıyor, gergin bir nezaket gösteriyor. Kardeşi Dakko gece onun yanına uyumaya geldiğinde yatağına dönmesini isteyince Dakko onu Tamik'i babasına söylemekle tehdit ediyor. Tehdit etse de Dakko bunu yapacak kadar Ada'ya kıyamıyor. Tamik onu arabasına binmesi için zorlarken yine dram yaşamıyoruz. Ama hepsinde içten içe bu erkeklerin ona istediklerini yaptırma yönünde izledikleri yöntemler hem Ada'yı, hem de seyirciyi rahatsız ediyor. Birinin kızı, birinin sevgilisi, birilerinin kız kardeşi olmanın verdiği bu "ilgi zorbalığı" ve hiçbir vizyonu, renkliliği, çekiciliği olmayan küçük kasaba sıkıntısına sahip her genç kızın duygularına tüm içtenliğiyle tercüman oluyor. Ada, buralardan gitmek, babasını, kardeşini, erkek arkadaşını terk etmek için çok hazır. Üstelik onları çok sevmesine, gittiğinde onların perişan olacaklarını bilmesine rağmen bunu istiyor. Gidince ne yapacağını, nasıl yaşayacağını da bilmemesine rağmen bunu istiyor. Onun için tek çıkış ümidi olan ağabeyi Akim'e olan güveni ile, Akim'in onu geride bırakacaklarına dair yaptırdığı vicdanı arasında bocalamak uğruna bunu istiyor. Gitmenin karakterler için zor olduğu ama gitmek zorunda kaldıkları pek çok film izledik. Ama gidememenin zorluğu Kira Kovalenko'ya göre daha bir başka.

Cannes Film Festivali'nde Un Certain Regard Ödülüne layık görülen Kira Kovalenko, Ada aracılığıyla binbir çeşit kadın sorunlarından birine farklı bir coğrafyadan, farklı bir bakış açısıyla bakıyor. Ama bu "fark", yaralı ve dar bir Kuzey Osetya kasabasının sıkışmışlığında var olmaya çabalayan değil, o varoluştan kaçmaya çabalayan genç bir kadının portresi. Benzer bir portreye Makedonya'dan bakan Teona Strugar Mitevska filmi Gospod postoi, imeto i' e Petrunija'da gayet belirgin şekilde görülen patriarka, Kovalenko'nun kavgasız gürültüsüz de olsa kaçınılmaz biçimde sancılı varlığını yine hissettiriyor. Gerek Petrunija'yı, gerek Ada'yı, gerekse onlar gibi nicelerini en iyi kadın sinemacıların anlayıp perdede bu denli güçlü anlatmaları, belki zamanında aynı yollardan geçmiş olmalarından, belki etrafta o yollardan geçmiş genç kızları çok görmelerinden kaynaklanıyor. Bu yaşanmışlık veya gözlem gücü, sinema sanatının gerçek hayatla olan yakın ilişkisini dile getirme biçimi olarak en etkili beslenme kaynaklarından biri. Filmde yer alan hiç kimsenin oyuncu olmaması, onların amatörlüklerinden çok yerinde faydalanan Kovalenko gibi yönetmenler sayesinde göze batmadığı gibi, aslında buna benzer hikayeler için bir ihtiyaç bile sayılır. Özellikle Ada'yı canlandıran genç Milana Aguzarova duru güzelliğiyle, yıpranmışlığıyla, ürkekliğiyle ama yine de umutlarına sarılmış duruşuyla çok iyi bir tercih. Belki daha iyi bir finali hak ediyordu. Ama beklentileri karşılamayan bir finalin bile zarar veremediği filmlerden biri olan Razzhimaya kulaki, karakterini ve onun meselesini gayet iyi bir yerden anlatabilmiş mütevazi bir dram.

27 Ağustos 2022 Cumartesi

Bo Burnham: Inside (2021)

 
Yönetmen: Bo Burnham
Oyuncu: Bo Burnham
Senaryo: Bo Burnham
Müzik: Bo Burnham

Stand-up komedyeni, oyuncu, yönetmen, müzisyen Bo Burnham'ın pandemi döneminde Los Angeles'ta kapandığı evinin bir bölümünde tamamen kendisinin yazdığı, çektiği, kurguladığı Inside, skeçler ve şarkılardan oluşan çok boyutlu bir dışavurum. Burnham, gözlemlerinden, eleştirel tarzından, sevinçleri ve üzüntülerinden derlediği içerikleri komedi ağırlıklı bir uzun metraja çevirirken, bu izole durumun hüzünlü yönünü de yaratıcılığına sızdırmamazlık etmiyor. Eğlenceli, komik, yaratıcı ve pozitif olduğu kadar, klostrofobik, karanlık, öfkeli tonlarla da içinde bulunduğu salgın dönemi ruh hallerine çeşitli açılardan tercüman oluyor. Karantinayı fırsata çevirip kendi teknik imkanlarıyla yarattığı müzikal içerikleri etkileyici video klipler halinde uç uca ekliyor. Tabii ilk amacı bir fırsat yaratmak olmadığı gibi, bu farklı format ve müzikal buluşları birbirine bağlarken, verdiği aralarda dağınık "ev hali" ve depresif "ruh hali" eşliğinde pandeminin eve kapattığı üretken bir şovmenin bu kapanma ile sınanış mücadelesini de izliyoruz. Standart bir stand-up gösterisinden farklı olarak, tümüyle kendi üretimi olmasının verdiği özgürlükle dereden tepeden müzikal skeçler yazıp bunları görsel yönden zenginleştirmek suretiyle ortaya tuhaf, dağınık, eğlenceli ve duygusal zekası güçlü bir şey çıkarıyor. Bunun bir "şey" olduğunu "bu ne olduğu belirsiz şeye hoş geldiniz" diyerek kendisi de zaten teyit ediyor.

Bo Burnham, her gün yüzlerce insanın öldüğü, milyonlarca insanın evlerine hapsolduğu böyle bir zamanda komedi yapmasının doğru olup olmayacağını kendi kendine sorarken, yanıtı da haliyle yine kendisi veriyor. Evet, yapmalı! Zengin bir beyaz erkek olarak insanlığa komedisiyle şifa olmalı. Dümenden kendi kendine yüklediği bu ilahi misyonla müzikli skeçlerine, müziksiz sohbetlerine, film stüdyosu haline getirdiği evinin "kamera arkası" görüntülerine başlayan Burnham, dereden tepeden hicivler, alaylar, benzetmelerle dolu bu tek kişilik evrenine dünyaları sığdırıyor. Pandemi yüzünden evlere hapsolduğumuz dönemde dünyadan haberdar olmanın, kafa dağıtmanın, sosyalleşmenin en önemli yolu olan internet ve onun aygıtlarıyla alakalı söyleyecek çok şeyi var. Instagram, Facebook, Face Time, Twitter, YouTube ve bu mecralarda kullanıcılar tarafından yürütülen faaliyetlerle zekice dalgasını geçmesi, bunların her türlü klişesi hakkında kendi tasarladığı komik içeriklerle hiciv bindirmeleri yapması, hem pandemiye bağlı, hem de pandemiden bağımsız güçlü sosyal medya eleştirileri ortaya koymasını sağlıyor.


Sadece sosyal medya markalarını değil, sosyal medya kullanım ve alışkanlıklarını da diline dolayan Burnham, Instagram'a konan resimlere, seks temalı mesajlaşmalara, oyun videolarına, tepki videolarına, Face Time sohbetlerine şarkılar ve skeçler yazarak harika anlar yaşatıyor. Bu marka ve alışkanlıklar yanında Bezos, Zuckerberg, Gates gibi bu markalaşma sayesinde dünyanın en zenginleri haline gelmiş "beyaz" figürleri de unutmuyor. Zaten Burnham'in dertlerinden biri de "zengin beyaz erkek" olmak ki, "son 400 yıldır mikrofon bizde" gibi cümlelerle özetlediği bu kesimde konumlandırılmaktan duyduğu rahatsızlığı bu mizahi üslubuyla her fırsatta dile getiriyor. Aslında rahatsızlık duyduğu o kadar çok şey var ki, mesela çocuk programı kıvamında başlayan, How The World Works (Dünya İşte Böyle İşler) adını taşıyan, Burnham'in çorap geçirdiği sol eli Socko'yu konuk aldığı müzikal bölümde Socko'nun sömürgecilik, soykırım, savaş, neoliberal faşistlerin solu öldürmesi, tarihin nesillere yanlış aktarılması, politikacılar ve polisler tarafından korunan pedofil şirket yöneticileri gibi bir sürü ince vurgusu, yine ana akım medyayı temsil eden Burnham'ın sağ eli tarafından susturuluyor. Ara ara kendisinden duyduğumuz "dünya boku yemiş" cümlesini sadece pandemiyi kastederek söylemediği anlaşılıyor. Pandemi, zaten uzun süredir var olan bu sorunların üzerine tüy diken bir başka sorun olarak Burnham'i hapsetse bile, Inside onun pek çok şeye olan öfkesini bastıramayacak çok katmanlı bir tepki niteliğinde.

Kendine yarattığı bu serbest oyun alanıyla şahane oyunlar oynayan, enfes şarkılarla bu oyunları süsleyen, mizah ve dram dengesi ayarlanmış şarkı sözleri ve metinlerle lafını esirgemeyen Bo Burnham, başlarda Inside için "bu ne olduğu belirsiz şeye hoş geldiniz" demekle haklı olarak bunun bir film, belgesel veya müzikal olarak adını koymak istememişti. Belki de bunların hepsi. Sesinden ışığına, makyajından kostümüne her anı emek dolu bu "şey", çok iyi kurgulanması gereken parçalardan oluşuyor. Burnham bu işi de o kadar ustalıkla yapıyor ki, özellikle Comedy, White Woman's Instagram, Sexting şarkıları çekimi, kurgusu, estetiği, enerjisiyle profesyonel işi bölümler. Yine kendi performansına tepki videosu çektiği, o tepki videosuna bir başka video, ona da başka video çektiği kısım, YouTube'daki oyun videolarının parodisini yaptığı bir başka skeç, Inside'ın zeki dolu anlarından bazıları. Oyuncu olarak en son Promising Young Woman'da izlediğimiz, 2018 yılında yazıp yönettiği ilk uzun metrajı Eighth Grade ile Amerika'da ne kadar festival varsa gezip ödüller, adaylıklar alan Burnham, televizyona yapıldığı için Inside ile de üç önemli Primetime Emmy başta olmak üzere çeşitli ödüller kazandı. Bo Burnham başarılı bir aktör ama duruş olarak pek komik olduğu söylenemez. Ama onun şapkasından çıkardığı asıl tavşanlar yazım/yönetim/kurgu kısımlarında ki, onun komedi yönünü sağlayan da bu becerileri zaten. Inside, klostrofobik otobiyografik, enerjik, komik, dramatik, eğlenceli, zeki, öfkeli, hüzünlü, bazen intihara meyilli, her ruh halini kendine yontabilen harikulade bir deneyim.

8 Ağustos 2022 Pazartesi

Petite nature (2021)


Yönetmen: Samuel Theis
Oyuncular: Aliocha Reinert, Melissa Olexa, Antoine Reinartz, Izïa Higelin, Jade Schwartz, Ilario Gallo
Senaryo: Samuel Theis
Müzik: Ulysse Klotz

Uzun sarı saçları, yumuşak yüz hatlarıyla bir kız çocuğunu anımsatan 10 yaşındaki Johnny'yi izlediğimiz Petite nature ya da diğer bir adıyla Softie, dizi ağırlıklı bir oyunculuk kariyeri bulunan Samuel Theis'in yazıp yönettiği ikinci uzun metraj. Üç çocuklu bir ailenin ortancası olan Johnny, annesinin babasını terk etmesiyle kardeşleriyle birlikte başka bir muhite taşınmak zorunda kalır. Özgür ruhlu genç anne Sonia, sevgilisiyle gününü gün eden, yine de çocuklarına sahip çıkan bir kadındır. Tüm öğrencilerine karşı ilgili bir öğretmen olan Jean ile kurduğu bağ, giderek onun derme çatma hayatında en önemli şey olmaya başlar. Kendi annesinden ilham aldığı, Cannes Film Festivalinden Golden Camera ve Un Certain Regard ödülleriyle dönen 2014 yılına ait Party Girl ile ilk filmini yazıp yöneten Samuel Theis, Petite nature ile bu kez kendi çocukluğundan esinlenmiş. Filminin bir uyanış hakkında olduğunu söyleyen Theis, şu sorudan yola çıktığını dile getirmiş: Bir çocuk hayatının hangi noktasında kendini özgürleştirme arzusuna kapılır? Bu soruyu cinsel özgürlük bağlamında ele alması onu tehlikeli sulara yaklaştırsa da, Theis bu hareket noktasından Johnny'nin ebeveyn ve yeni çevre sorunlarıyla yaşadığı sıkışmışlıktan kurtulma arzusunun aradığı açık kapıları çalıyor.

İlk başta klasik ebeveynsel sıkıntılar, sefil bir yaşam, akran zorbalığı gibi meseleler üzerinden bir anlatım kuracağını düşündüren, ama bu meseleleri de es geçmeden başka bir ana tema belirleyerek o uyanışa odaklanan Theis, Johnny'nin etrafındaki herkesin onun bu uyanışında azlı çoklu üstlendiği paylara uğrama gerekliliğini de atlamıyor. Örneğin onu hem seven, hem döven annesinin tutarsızlığından, aynı zamanda zorbalığa karşı çok "çıtkırıldım" kalan oğlu üzerinde baskı kurmasından kaçıp sığındığı öğretmeni Jean'ı hayatının önemli bir yerine koyuyor. Ne var ki 10 yaşındaki bir çocuğun bu dönüm noktası, özellikle Jean'ın kabusu olma tehlikesi taşıyor. Bu çelişkiyi çok güçlü, hatta filmin melankolik tonuna bile baskı yapan bir gerilimle ele alan Theis, neyse ki Johnny'nin bu uyanışının acemiliğini istismar etmiyor. Zaten Theis'in bu acemiliği çok iyi teşhis etmesi sayesinde naif Johnny'nin tekinsizleşmesi filmi bıçak sırtı bir konuma sürüklese de, o tona uyum sağlayan bir kontrol de söz konusu. Yaşadığı kırık dökük hayata bir türlü direnemeyen Johnny'nin bu uyanışına karşılık bulamayacak olmasının verdiği öfke az çok kendini belli etse de, nihayet yemek masası sahnesinde etkileyici bir biçimde patlayıveriyor. 10 yaşındaki çocukları bile yetişkin makullüğünde çileden çıkarabilecek kalitesiz yaşamlar, ekonomik ve sosyal şartların zorluğu yetmezmiş gibi, onların kimlik edinme arayış ve çabalarını da baltalıyor.

İlk gösterimini 2021 Cannes’ın Eleştirmenler Haftası bölümünde yapan Petite nature, aday olduğu Queer Palm kategorisinde Hytti nro 6, Titane, Benedetta, Große Freiheit, Les Olympiades Paris 13e, Tout s'est bien passé gibi yapımlarla yarıştı. Ödülün sahibi olamasa da cesareti ve o cesaretin gerektirdiği bazı şartların tuzağına düşmeyip kendini çok iyi ifade etmesi sebebiyle de ilgi topladı. İlk filminde etkileyici bir performans gösteren Johnny rolündeki Aliocha Reinert, filme adını veren "yumuşak, yufka yürekli, çıtkırıldım" sıfatlarını hüzün yüklü bir duruşla yansıttığı kadar, özellikle sözünü ettiğimiz yemek masası sahnesindeki öfke nöbeti ve seyirciyi tedirgin eden bazı sahneleri sayesinde de geleceğin sık tercih edilecek oyuncularından biri olma potansiyeli taşıyor. Samuel Theis'in gösterişten uzak ama hikayesine çok iyi eşlik eden anlatımı, filmi festival seçkilerinden alışık olduğumuz o iddiasız ama kendi kulvarında güçlü yapımlar arasına koyuyor. Deep Purple'ın Vietnam Savaşı'nı protesto amacıyla yazdığı benzersiz Child In Time şarkısı eşliğinde izlediğimiz final sahnesi de, bir nevi hayata karşı kendi var olma savaşını veren Johnny'nin film boyunca yaşadıklarına karşı bir duruşu sembolize etmesi yönünden çok çarpıcı.

25 Haziran 2022 Cumartesi

L'événement (2021)

 
Yönetmen: Audrey Diwan
Oyuncular: Anamaria Vartolomei, Kacey Mottet Klein, Luàna Bajrami, Louise Orry-Diquéro, Sandrine Bonnaire, Anna Mouglalis, Pio Marmaï, Fabrizio Rongione, Eric Verdin 
Senaryo: Marcia Romano, Audrey Diwan, Annie Ernaux
Müzik: Evgueni Galperine, Sacha Galperine

Fransa’da henüz kürtajın yasal olmadığı 1963 yılında, istenmeyen hamileliğini bitirmeye çalışan bir genç kadının hikâyesini anlatan L'événement, istediği okulu kazanıp yaşadığı küçük şehirden çıkabilmek için sınavlara hazırlanan, bir yandan da ebeveynlerinin işlettiği kafede çalışan Anne'i mercek altına alıyor. Gittiği doktordan hiç beklenmedik bir şekilde hamile kaldığını öğrenince yasal olmadığı için gizlice kürtaj olabilmek için çeşitli yolları deneyen, yardım istediği kişiler tarafından dışlanan Anne'in hayata tutunma çabası, Annie Ernaux'nun romanından uyarlanmış. Marcia Romano ve Audrey Diwan'ın senaryo haline getirdiği, ikinci uzun metrajı olarak Audrey Diwan'ın yönettiği L'événement, Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ve FIPRESCI ödülleriyle dönen etkileyici bir dram. Filmin en belirgin özelliği, benzer temalı filmlerin sıkça başvurdukları yöntemlerden farklı olarak Anne’in yaşadıklarını yargılamadan, karakterin kendisine daha fazla odaklı olarak ele alması. Ayrıca kürtaj olgusunu, daha doğrusu kürtaj karşıtlığını, adeta etrafına korku salan görünmeyen bir canavar gibi resmetmesi de filmin itici güçlerinden biri.

Kürtajın bu kadar korkulan bir mesele olmasının kökeninde bir "can"a son vermenin vicdani rahatsızlığı yatar. Bu rahatsızlığı da "günah" kelimesinden başka bir şey bilmeyen din icat etmiştir. Gerçi filme dayanarak Annie Ernaux'nun romanında dine yönelik bir eleştiri göremiyoruz. Romanın satır aralarında belki vardır. Fakat yüzyıllar boyunca nesilden nesile işlenen hamileliğin sonlandırılmasının günah olduğu fikri, cinayet işlemiş olmakla eşdeğer tutuldu, tabulaştırıldı, dokunulmazlaştırıldı. Bilim insanı  Profesör Richard Dawkins, The God Delusion adlı kitabında "Embriyo acı çeker mi?" sorusuna kendi yorumuyla şöyle cevap veriyor: "Muhtemelen embriyo, henüz bir sinir sistemi sahibi olmadan önce alınırsa acı çekmez. Eğer bir sinir sistemi sahibi olacak kadar zaman geçmiş olsa bile (ki bu embriyo bir "insan" olduğu için acı çekiyor değildir), örneğin bir mezbahada can veren yetişkin bir inek kadar acı çekmediği kesindir. Hamile bir kadın, kürtaj olmadığı için acı çeker mi? Bu bir hayli olasıdır ve embriyonun bir sinir sistemi olmadığı düşünüldüğünde, annenin yeterince gelişmiş sinir sisteminin seçimi yapacak olan kişi olması gerekli değil midir?" İşte bu seçimi yapan Anne, o görünmeyen canavarın pençesine düşerek normale dönme mücadelesi vermeye başlıyor.


Üniversite hedefi, gelecek planları, önünde yaşanacak güzel yılları olan Anne, hamile olduğunu öğrendiği andan itibaren bu hamileliği istemediğini paylaştığı doktoru, sonra da arkadaşları tarafından dışlanmaya başlıyor. Hatta gittiği başka bir doktor onu adeta kovarcasına başından savıyor. Günümüzde bile bazı çevrelerce (çoğunlukla dindar çevrelerce) "günahkar", "fahişe", "katil" gibi sıfatlarla tanımlanan kürtaj yaptırmak isteyen kadınların yaşadıkları ortadayken, 60'lı yıllarda bunları yaşayan Anne'in yorumlanışında çok dengeli bir tavır görüyoruz. Bu denge, Audrey Diwan'ın Anne'i bir ibret vesikası gibi göstermek yerine, sadece onun bu hamileliği istemeyen bir birey olduğunu anlatma niyetiyle sağlanıyor. Aslında bunu yaparken seyirciye de bir ayna tutulmuş, bu konu hakkındaki hisleri test edilmiş oluyor. Şöyle ki, zaten Anne'i bir günahkar veya ibretlik bir genç kız olarak görmek isteyenlerin fikri değişmeyecektir. Fakat bu sabit fikirliliğe saplanmak istemeyen, Anne ile film sınırları içinde bir bağ kurmayı başaran seyirci, onun ailesiyle, arkadaşlarıyla, okuluyla olan rutin ilişkilerini, geceleri dışarı çıkıp arkadaşlarıyla eğlenmek, dans etmek, sevişmek istemesinin normalliğini izledikçe onu üç boyutlu bir karakter olarak görecektir. İşte Diwan, görmek isteyenlere bu dengeyi sağlıyor. İstemeyenler ise Anne'in film boyunca yaşadığı fiziksel ve psikolojik mücadelelerden "su testisi su yolunda kırılır" "kendi etti, kendi buldu" sonuçlarından başka bir şey çıkaramaz.

Film her ne kadar "babası kim", "nasıl davranacak", "Anne'in fikri değişecek mi" gibi soruları cevaplasa da, asıl amacı bunları cevaplamak değil, Anne'in bu süreçte hafta hafta yaşadığı sıkıntıları hayatının normal akışıyla birlikte göstermek. Diwan, kamerasını 5 saniye bile Anne'den ayırmadan bizi adeta onun hayatına, ruh haline hapsediyor. Baş karakter ile bu kadar bir bütünleşme kurulduktan sonra onun yediği bir tokat, ona söylenen bir cümle, onun panikle karışık gerginliği, onun dışlanmışlığı seyirciye çok daha etkili biçimde geçiyor. Anne'in erkek arkadaşlarının, hele de kürtaj kararını paylaştıktan sonra en iyi arkadaşları olan Hélène ve Brigitte'in tutumlarının yarattığı nüanslar bu etkiyi güçlendiriyor. Özellikle Brigitte'in riyakarlığı ve Hélène'in sırrını açma ihtiyacı hissetmesi, en iyi diyebileceğimiz arkadaşlıkların bile bir kırılma noktasından sonra gerçek yüzünü gösterebildiğine dair gerçekçi bir bakış sunuyor. Yine de filmdeki herkes ve her şey, kürtaj özelinde Anne'in kendi bedenine ait kararı kendisinin vermesi sonrasında yaşadığı gerilimli ve dramatik sürece hizmet ediyor. Bu kararın en temel haklardan biri olması gerektiğinin altı, gerekirse rahatsız edici sahnelerle bile olsa çizilmeli çağrısı yapıyor. Fransa'nın Oscar'ı kabul edilen César Ödüllerinde umut veren oyuncu ödülü kazanan Romanya doğumlu 23 yaşındaki Anamaria Vartolomei'nin gücünü büyüleyici güzelliği kadar sadeliği ve doğallığından alan performansı L'événement'i değerli kılan en önemli unsurlardan biri.


Hayırsever faaliyetlerinden ötürü 1979 yılında Nobel Barış Ödülü verilen meşhur Rahibe Teresa "barışın en büyük düşmanı kürtajdır" derken tam olarak ne demek istiyordu anlamak mümkün değil. Ama bunu diyen biri, tecavüz veya ensest sonucu hamile kalan ya da 5-6 çocuktan sonra daha fazlasını istemeyen kadınların ruh halini anlayamayacak kadar barış (!) düşkünü olsa gerek. Florida 'da 1994 yılında bir peder olan Paul Hill, bir pompalı tüfekle, Dr. John Britton'ı ve korumasını kliniğinin önünde öldürdü. Bunu "masum bebeklerin" gelecekteki ölümlerini engellemek için yaptığını söyleyerek polise teslim oldu. Dr. Britton, her şeye rağmen kürtajı son çare olarak gören ve kadınlara bu kararlarını iyice düşünmelerini öğütleyen ilkeli bir doktordu ve yerine geldiği doktor da katledildiği için koruması ve çelik yeleği vardı. İdam cezasına çarptırılan Hill ise kendini bir şehit olarak görerek infaz edildi. Bu ve buna benzer çeşitli örnekler, rahip ve rahibelerin, aslında bütün din kurumlarının ve dindarların hayatımıza musallat ettikleri yasak ve günahlardan oluşan ikiyüzlülükleri bir virüs gibi nesilden nesile aktarmaları sonucu yol açtıkları tuhaflıkları yansıtıyor. Bırakın ölmeyi, acı bile çekmeyen embriyoyu sonlandırmayı bir insan öldürmeyle eş tutan bu yobaz zihniyet, her fırsatta cihat çağrıları yapan, canlı bomba ile onlarca insanın öldürülmesine şehitlik payesi biçen bir karaktere sahip. İşte L'événement, hatta öncesinde Cristian Mungiu filmi 4 luni, 3 saptamâni si 2 zile ve Eliza Hittman imzalı Never Rarely Sometimes Always gibi yargılamayan, parmak sallamayan, meselesinin arkasında güçlü ve cesur biçimde duran filmler, hele de yalın bir sinema diliyle işleniyorsa iz bırakmaları hiç de zor olmuyor.

9 Haziran 2022 Perşembe

Limbo (2021)

 
Yönetmen: Soi Cheang
Oyuncular: Ka-Tung Lam, Yase Liu, Mason Lee, Hiroyuki Ikeuchi
Senaryo: Kin-Yee Au
Müzik: Kenji Kawai

Çinli roman yazarı Lei Mi'nin Wisdom Tooth adlı romanından uyarlanan Limbo'nun senaryosu Kin-Yee Au'ya, yönetmenliği ise Soi Cheang'a ait. Kurbanlarına türlü eziyetler ettikten sonra ellerini kesen vahşi bir seri katilin peşindeki polis akademisinden birincilikle mezun olmuş genç Will Ren ile kıdemli Cham Lau'nun macerasını izlediğimiz film, konu olarak türe hiçbir yenilik ve farklılık getirmiyor. Uyuşturucunun etkisindeyken Cham Lau'nun karısına çarpan, hapisten çıkınca da Cham Lau'nun intikam için peşine düştüğü Wong To ile dramatik yoğunluğunu arttıran Limbo, her şeye rağmen kasvetli, yağmurlu atmosferi, siyah beyaz görüntü kalitesi ve özenli setleriyle kendi çapında fark yaratmaya çalışan bir yapım. Benzerlerine nazaran pek de zekice olmayan ama gizemli cinayetler serisi içine Cham Lau ve Wong To'nun aralarındaki arızalı geçmişi de katması, hatta giderek onu en önemli parçalarından biri yapması da filmi çok fazla yükseltmiyor. Aynı zamanda bir roman uyarlaması olduğunu gösteren konu derinliğine, karakter ve olay analizine dair dişe dokunur bir genişliğe sahip olduğu da pek söylenemez. En azından filmin kendisinden metinsel olarak böyle bir edebi yetkinlik alamıyoruz. Ancak her şeyden evvel belli bir atmosfer becerisi gösterdiğinden seyir zevkini arttırıyor. Şehrin modern görüntüsüyle salaş arka sokaklarının yarattığı tezatlığın fonunda heyecan verici takip ve kavga sahneleriyle aksiyon/gerilim yönünden çarpıcı anlar mevcut.

Filmin üç ana karakteri de kendi klişeleri dahilinde hikayede paylarına düşen rollerin dışına pek çıkarılmıyor. Çaylak ve kıdemli polis uyuşmazlığı biraz da hızlandırılmış biçimde halledilirken, kıdemli polis Cham Lau ile suça bulanmış Wong To arasındaki affetme/affedilme çatışması filmin sivri uçlarından biri haline getirilmeye çalışılmış. Özellikle genç bir kız olarak Wong To'nun bitmek bilmeyen çilesi onu sık sık iki polisin de önüne çıkarıyor. Senaryonun bir türlü rahat yüzü göstermediği Wong To'nun akıbetinin ne olacağını bilmemiz bile bu sürecin mayınlı bölge halini engellemiyor. Yine de bilmesek çok daha iyi olurdu. Bunu bilmemizin sebebi ise filmin final bloğunda yaşanan bazı olayları en başta göstermesi ki, son derece gereksiz bu kurgu oyunu filme önemli miktarda kan kaybı yaşatıyor. Oyunculuk yönünden de en başarılı kişi, Wong To'yu canlandıran Yase Liu ki bu performansıyla haklı olarak Hong Kong Yönetmenler Birliği ve Hong Kong Eleştirmenler Birliği en iyi kadın oyuncu ödülleri almış. Dünya prömiyerini 71. Berlin Uluslararası Film Festivali'nde yapan, 2021 Asya Film Festivali'nden prodüksiyon tasarımı ve ses dallarında iki ödül alan, ama ülkesi Hong Kong Film Ödüllerinde de aday olduğu 14 daldan eli boş dönen Limbo, seri katil türüne yeni bir soluk olmasa da, siyah beyaz uyumunu iyi kullanmış, salaşlığından belli bir estetik yaratmış, kan, çamur ve yağmur içinde bir aksiyon, gerilim, dram karması. 

16 Mayıs 2022 Pazartesi

Long Story Short (2021)

 
Yönetmen: Josh Lawson
Oyuncular: Rafe Spall, Zahra Newman, Ronny Chieng, Dena Kaplan, Noni Hazlehurst, Josh Lawson
Senaryo: Josh Lawson
Müzik: Chiara Costanza

Teddy, bir yılbaşı gecesi saat tam 12'de aynı elbiseyi giymiş olan Leanne'i sevgilisi Becka sanarak öper. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Teddy ve Leanne'in nişanlı olduklarını görürüz. İkili, Teddy'nin babasının mezarı başında konuşurken Leanne onu yalnız bıraktığı sırada Teddy yaşlı bir kadınla karşılaşır. Sürekli "daha sonra" diyen Teddy'nin evlilik tarihini de ertelediğini duyan yaşlı kadın, bir gün uyansa ve aradan 1 yıl geçtiğini fark etse ne yapacağını sorar. Hayatını sürekli bir şeyleri erteleyerek geçiren Teddy onu ciddiye almaz. Nihayet çift evlendiklerinde mezarlıkta karşılaştıkları kadından, üstünde 10 yıl sonra açılması notu bulunan bir teneke kutu alır. Teddy'nin hayatı, evlendiğinin ertesi günü uyandığında bambaşka bir hal alır. Teddy, her birkaç dakikada bir bir sonraki yıla atlamaktadır. Atladığı gün ise evlilik yıldönümüdür. Zaman geçip giderken Teddy, hızla değişen hayatını kontrol edemez. Bu durum üzerine hayatının aşkını kaybetmemek ve kaçırdığı zamanları geri alabilmenin yolunu bulmak için çabalar. Avustralyalı aktör Josh Lawson'ın yazıp yönettiği ikinci uzun metraj olan Long Story Short, üzerine 90'lar romantik komedilerinin kokusu sinmiş, bilindik mesajını iyi bir hikaye ile servis etmesini bilmiş bir film.

Fantastik çıkış noktası itibariyle bazı Jim Carrey, Adam Sandler filmlerinin dokusuna sahip Long Story Short'u tasarlayan Lawson, oyuncu olarak ülkesi dışında pek tanınmasa da kariyerinde yeni bir sayfa açtıktan sonra yazar/yönetmen olarak iyi işler çıkarmakta. Lawson, 2014 tarihli ilk filmi The Little Death'te beş ilginç cinsel fanteziye sahip beş çiftin yaşadıklarını anlatırken komedi ve dram tonlarında sağladığı dengeyle dikkatleri çekmişti. Long Story Short'ta da yine yaratıcı bir fikrin geliştirilmesi sonucu her şeyi ertelemeyi alışkanlık haline getirmiş Teddy'nin kayıp giden zamanın önemini anlaması için tuhaf biçimde cezalandırılmasıyla başına gelenleri izliyoruz. Bu tip yaratıcı fikirlere Hollywood'dan aşinayız. Tanrı olmakla ödüllendirilen, doğru söylemekle lanetlenen Jim Carrey (Bruce Almighty ve Liar Liar), hayata hükmeden bir uzaktan kumanda ele geçiren Adam Sandler (Click), her gün aynı günü yaşayan Bill Murray (Groundhog Day), bir yazarın son romanındaki baş karakter olduğunu fark ederek yazarın sesini kafasında duymaya başlayan Will Ferrell (Stranger Than Fiction) gibi fantastik hikayelerin öznesi olan Teddy, evlendiği günün sabahından itibaren her birkaç dakikada bir yıl atladığını, atladığı günün de evlilik yıldönümü olduğunu anlıyor.


Mental olarak hala evlendiği ilk günde olan Teddy'nin dakikalar içinde Leanne'in hamile olduğunu, kızı Talulah'ın evin içinde koşturduğunu, evliliğinin tehlikeye girdiğini, kankası Sam'in kansere yakalandığını Leanne ile ayrıldığını, eski sevgilisi Becka ile görüştüğünü anlaması eğlenceli ve komik anlar yaşatıyor. Tabii tüm bu gelişmeler bize sindirilerek, bu anlarda yaşanacak şaşkınlıklar detaylandırılarak veriliyor. Tempo gayet yüksek ve Teddy'nin telaşı, şaşkınlığı ve bir süre sonra bu tempoya olan alışkanlığı seyirciyi de içine alıyor. Ama Lawson nerede acele edeceğini, nerede duraksayıp mesajını güçlendireceğini çok iyi biliyor. Aşk, evlilik, aile kurmak, doğru insanı bulmak, ayrılık, depresyon gibi meselelerin hepsi tek bir şeye hizmet ediyor: Zaman! Filmin ana amacı, hayatımızda bir şeyleri erteleyerek kaybettiğimiz zamanı günü gelince çok arayacağımız gerçeğini hatırlatması. Lawson tempolu ama dengeli kurgusuyla, hızlandırılmış kronolojisiyle olduğu kadar, "beklediğin her saniye, asla geri alamayacağın bir saniyedir" veya "hayat kısa ama öte yandan en uzun süre yapacağın şey" gibi parlak aforizmalarla da Hollywood ürünü muadillerine meydan okuyor. Ana karakteri belli noktalarda çok iyi tamamlayan en iyi arkadaş, sahip olunan aşkın değerinin anlaşılmasını sağlayan eski/yeni sevgililer, evliliğin ilk 10 yılını temsil eden, sırasıyla kağıt, pamuk, deri, meyve, odun, tatlı bir şey, yün, bronz, çömlek, teneke gibi nesneler, ilişkiye/evliliğe dair başka hoş ayrıntılar, kısaca iyi bir "kendini iyi hisset" filminden ne bekleniyorsa hepsini çok iyi biliyor.

Josh Lawson, önce The Little Death ve şimdi de Long Story Short ile kadın - erkek ilişkilerine dair söyleyecek çok şeyi olduğunu gösterdi. Özellikle ilginç cinsel takıntılara sahip çiftleri konu aldığı The Little Death ile bu takıntıları aşk, evlilik, iletişimsizlik sorunlarını farklı açılardan görünür kılmayı sağlayacak araçlar haline getirmesini başarmıştı. Long Story Short'ta ise hızla akan zaman fantezisinin Teddy - Leanne çiftinin ilişkileri özelinde, ihmal eden ve edilenlerin zamana karşı yıpranışlarını betimlemek için bir araç olarak kullanıldığını görüyoruz. Lawson'ın 90'lar romantik komedilerinde ivme kazanan aşka ve doğru insana olan inancını bu tip araçlar yardımıyla diri tutmaya yönelik tarzı, Becka'nın "sen bana yanlış kişiyle olmaktan daha yalnız bir şey olmadığını gösterdin" veya Leanne'in "seninle hiçbir şey yapmamayı özledim" cümlelerindeki nostaljik dokunaklılığı da beraberinde getiriyor. İngiliz aktör Rafe Spall ile Zahra Newman'ın kimyasızlığı bile bir süre sonra bu dokunaklılık içinde eriyip yok oluyor. Filmde Patrick adıyla kısa bir rolü de olan Josh Lawson, bilindik formülleri dümdüz anlatmak yerine onları farklı fikirlerle süsleyerek elini güçlendiren bir yol belirlemiş ve şimdilik ikide iki yaparak o yolda ilerliyor.

30 Nisan 2022 Cumartesi

Nr. 10 (2021)

 
Yönetmen: Alex van Warmerdam
Oyuncular: Tom Dewispelaere, Frieda Barnhard, Hans Kesting, Anniek Pheifer, Pierre Bokma, Dirk Böhling, Mandela Wee Wee
Senaryo: Alex van Warmerdam
Müzik: Alex van Warmerdam

Bir tiyatro grubunda oyuncu olan Günter, oyunun yönetmeni Karl'ın eşi Isabel ile gizli bir ilişki yaşamaktadır. Gruptaki oyunculardan Marius, bu ilişki hakkındaki şüphelerini Karl'a anlatınca Karl eşini takip eder ve ilişkinin doğru olduğunu anlar. Eşini başkasına kaptırmak istemeyen Karl, oyun provalarında Günter'e zorluklar çıkarmaya başlayınca Günter de ondan intikam almak için oyunun ilk gösterimini beklemektedir. Özellikle De laatste dagen van Emma Blank, Borgman, Schneider vs. Bax gibi Hollanda sinemasının ses getiren filmleriyle seyirciyi ikiye bölen oyuncu, senarist, yönetmen, yapımcı Alex van Warmerdam, yine kendisinin yazıp yönettiği Nr. 10 adlı filmine bu konuyla başlıyor. Basit gibi görünen bir aldatma hikayesini biraz gerilimle ama daha çok nereye doğru evrileceğini merak ettiren bir gizemle yoğuruyor. Yine pek çok Warmerdam filminden bildiğimiz kapalı mizah anlayışını da bu karışıma ufak dozlarda ilave ediyor. Kendi içinde gayet iyi ilerleyen ancak ilerledikçe de bir uzun metraj süresinde bu hikayeyi nasıl geliştireceği konusunda şüphe uyandırmaya başlayan Warmerdam, filmin neredeyse tam ortasında radikal bir karar alıyor. Bu tiyatro grubunda yaşanan aşk, ihanet, intikam tasarımını bir şekilde sonuca bağlayıp baş karakteri Günter ve kızı Lizzy ile birlikte, ilk yarıda fonksiyonlarının ne olduğu tam olarak bilinmeyen rahipler Wassinski ve Innocence'ı da alarak bambaşka bir hikayeye yelken açıyor.

İlk yarıda bir şekilde sonlandırdığı olay örgüsünü bıçak gibi kesip başka bir bilinmeyene yol alan film, sadece hikayesini değil türünü de değiştirmeye oynayarak şaşırtıcı biçimde bilim kurguya göz kırpıyor. Ama bu değişim içinde de tavrını bozmayıp genel anlamda ilk yarıdaki tonlarını koruyor. Sürpriz bozmadan bu ikinci yarı hakkında yuvarlak şeyler söylemek daha doğru olacaktır. Filmin ilk yarısında yolda rastladığı bir adamın Günter'in kulağına tuhaf bir kelime fısıldaması, Günter'in rahip Wassinski'nin başını çektiği bilinmeyen bir grup tarafından izleniyor oluşu, Günter ve kızı Lizzy'nin hayatları boyunca hiç hastalanmadıkları gibi bazı bilgiler ikinci yarıda cevabını bulacak kırıntılar olarak düşünülmüş. Baş karakteri ortak iki ayrı film görüntüsü rahatsızlık yaratmasa da Alex van Warmerdam sineması hep bu farklılığın peşinden giden, kafasına göre takılmayı, metaforları seyircinin kucağına bırakmayı seven, klasik anlatımı bozmaktan çekinmeyen bir sinema. Aklına parlak bir fikir geldiğinde onu hem ana akıma, hem de ana akım kodlarına uymayan farklı mecralara çekerek ikisini de denemiş ama günün sonunda bu karışımı imzası haline getirmeye çalışmış olmakla kalıyor. Böylece seyirciyi ikiye bölmek de kolaylaşıyor. Ama Nr. 10'in en keskin ve etkili dokunuşu finalde oluyor ki, o zamana kadar bilimin ve teknolojinin araştırmaya, başarmaya çalıştığı her şeyin önünde bir engel olarak biten din olgusunun hak ettiğini bulmasına yönelik Warmerdam fantezisi, eğer tüm filmden olmasa da ikinci yarıdan hedeflediği buysa, o hedefi vuruyor. Nr. 10 iyi bir film midir tartışılır. Ama kesinlikle tuhaf Warmerdam filmografisine yakışan bir film.

2 Nisan 2022 Cumartesi

Sundown (2021)

 
Yönetmen: Michel Franco
Oyuncular: Tim Roth, Charlotte Gainsbourg, Iazua Larios, Henry Goodman, Albertine Kotting McMillan, Samuel Bottomley
Senaryo: Michel Franco

Londralı Neil Bennett ve kız kardeşi Alice Bennett, Alice'in iki çocuğuyla birlikte Acapulco' da rüya gibi bir tatil yaparlarken aldıkları acı bir haberle apar topar dönmek zorunda kalırlar. Havaalanına geldiklerinde Neil pasaportunu kaybettiğini söyleyerek uçağı kalkmak üzere olan ailesini önden gönderir. Taksiye binip şehirdeki köhne bir otele yerleşen, günlerini denize karşı içki içerek ve yeni tanıştığı güzel Berenice ile birlikte geçiren Neil aslında Londra'ya dönmemek için pasaportunu kaybetmiş gibi yapmış, ailesini zor gününde yalnız bırakmıştır. İlk uzun metrajı Daniel & Ana ile kışkırtıcı bir başlangıç yapan, Después de Lucía, Las hijas de Abril ve en son Venedik Film Festivali'nden ödüllerle dönen Nuevo orden ile tarzını sürdüren Michel Franco, bu filmden sonra fazla bekletmeden sürpriz bir biçimde Sundown ile geri döndü. Ülkesi Meksika'nın toplumsal ve politik yozlaşmışlığını farklı sınıflar üzerinden irdelemeyi seven Franco, zaman zaman bu yozlaşmayı kişileştirip daha bireysel arızalara odaklanmayı da ihmal etmiyor. Daniel & Ana, Nuevo orden gibi Sundown da varlıklı aile yapısının temellerini sarsmaktan ve olacakları görmek için sarsıntıyı yıkıma kadar götürmekten çekinmeyen bir tavır takınıyor. Haneke'nin burjuvazi salvolarının boyutlarında olmasa da Franco, Meksika gibi kartellere, yozlaşmaya, adaletsizliğe teslim olmuş, sınıfların gelir dağılımı arasında uçurumlar olan bir ülkenin hem alt, hem de elit tabakasında kör noktalar bulup onların üzerine giden bir yönetmen. Sundown da öncelikler kadar sert olmayan, dünyanın herhangi bir yerinde de geçebilecek bir garip kayboluş hikayesi.

Filmin ilk dakikaları 4 kişilik Bennett ailesinin Acapulco'da kaldıkları lüks otelde, restoranda, etkinliklerde geçirdikleri hoş vakitlerden derlenen turistik tatlar taşıyor. Aldıkları haberle ülkelerine döneceklerini sanırken birden Neil'in pasaport bahanesiyle ailesini gönderip kendisinin tekrar şehre dönüşüyle film ilginçleşiyor. Hiçbir şey olmamış gibi tatiline bu kez daha alt bir seviyeden devam eden Neil, üstüne çok geçmeden bir de kız arkadaş yapınca kafalarda biriken sorularla ilerleyen ve bu yüzden ince bir gerilimi de yanına alan bir film izlemeye başlıyoruz. Filmin "kayboluş" kısmı yanlış anlaşılmasın. Ana karakter Neil, hem sinir bozucu, hem de özendirici soğukkanlılığı ile kendini adeta gönüllü olarak kaybetmiş bezgin bir karakter. Sanki tek derdi ne şekilde olursa olsun tatilini sürdürmek olan bu adam, denize karşı plastik sandalyesinde içen, güneşlenen, akşamları sevişen, ayağında terlikleriyle yürüyen bir gizem adeta. Franco'nun, altından ne çıkacağı merakla beklenen bu soğukkanlılığın, umursamazlığın, tembelliğin sırrını yavaş yavaş veya birdenbire açıklamak gibi bir amacı olmadığını, onu bir sır gibi görmememizi gerektiren hamlelerinden anlıyoruz. Alice'in ona neden böyle davrandığı sorusuna tatminkar bir cevap, hatta bir cevap dahi verdiği söylenemez. Tabii konuşulanlardan anladığımız kadarıyla Neil'in stresli iş hayatından, ailevi sorumluluklardan bıkıp kendini saldığı, kaybolmak istediği belli. Ama bunu yapış şekli o kadar sade, umursamaz ve ruhsuz ki, bu durum onu ve davranışlarını daha ilginç, haliyle daha gizemli yapıyor.

Michel Franco, Neil'i anlamaya çalışan seyirciyi resmen peşinde koşturan sakin, basit ama etkili bir anlatım seçiyor. Görsel zenginlikleri ekonomik kullanarak onlara yaslanmıyor. Hatta senaryosunu zenginleştirmek için bile uğraşmıyor denebilir. Vurucu bir replik, çatışmaları betimleyecek diyaloglar, içinde bulunulan sis perdesini dağıtmaya yönelik açıklamalar yok. Franco bunları film izleme yolculuğunda seyircinin zihnine bırakıyor. Aslında içeride çok çarpıcı zincirleme dramlar yaşanırken sanki bunlar olmuyormuşçasına yılgın davranıyor. Yani tam da Neil gibi bir film yapıyor. Sonlara doğru yaşanan bir kırılma neticesinde bu tuhaf rutinin değişeceğini düşünüyoruz. Bazı filmlerin finalinde yer alan insansız bir son kare çok şey ifade eder. Sundown da o filmlerden biri. Belki de bu gizemi çözmemize ya da oluruna bırakmamıza vesile olacak son bir görüntü. Michel Franco, bir önceki filmi Nuevo orden'in kaos atmosferinden kendini sıyırıp tamamen bir adamın tuhaf tercihlerinin domine ettiği bir yaz sıkıntısına imza atarak yazar/yönetmen özgürlüğünü ve çeşitliliğini yansıtıyor. 2015 yapımı Chronic'te de birlikte çalıştığı usta aktör Tim Roth ve Charlotte Gainsbourg'a rağmen, nasıl ki yapısı gereği süslü diyaloglara, aforizmalara, durum ve kişileri betimleyici konuşmalara yüz vermiyorsa, oyunculuk performanslarına da bel bağlamıyor. O yüzden sivrilen bir performans da görmüyoruz. Özellikle Tim Roth'un bu ruhsuz hali, Neil'ı anlatmak için biçilmiş kaftan. Franco'nun son dönemlerde beraber çalıştığı Belçikalı görüntü yönetmeni Yves Cape'in filmin tüm renklerine hakim işçiliğini de satırlarımıza ekleyelim.  

26 Mart 2022 Cumartesi

A Nuvem Rosa (2021)

 
Yönetmen: Iuli Gerbase
Oyuncular: Renata de Lélis, Eduardo Mendonça, Helena Becker, Girley Paes, Kaya Rodrigues
Senaryo: Iuli Gerbase

Gökyüzünde beliren gizemli ve ölümcül bir pembe bulut, birkaç saniye içinde açık havadaki insanları öldüren bir etkiye sahiptir. Yapılan anonslarla insanların eve kapanması istenir. Bir gece önce bir partide tanışan ve birbirlerinden etkilenen web tasarımcısı Giovana ve kiropraktör Yago da Giovana'nın annesinin evinde mahsur kalırlar. Çift, bu apartman dairesinde birlikte yaşamaya başlar. Günler, aylar geçtikçe bu duruma çare bulunamaz ve dünya bu karantinaya alışmaya zorlanır. Dış dünyayla sadece teknoloji sayesinde iletişim kurabilen Giovana ve Yago'yu uzun, sıra dışı ve meşakkatli bir ilişki beklemektedir. Iuli Gerbase'nin yazıp yönettiği A Nuvem Rosa (The Pink Cloud), filmin girişinde de belirtildiği üzere 2017'de yazılmış, 2019'da da çekilmiş. Covid-19'dan önce benzer salgın öngörüleriyle yazılmış Contagion (2011), Perfect Sense (2011), yüzlerce zombi filmi ve daha onlarca pandemi senaryosunda tuhaf bulaşıcı hastalıklar ve bunların yarattığı kaos portreleri kendi kural ve klişelerini yaratmıştı. Fakat olayın karantina boyutu söz konusu olduğunda portrenin çerçevesi daralmakta. Aniden ortaya çıkan ölümcül bir tehlikenin insanları oldukları yere hapsetmesiyle birlikte, beraber yaşamak zorunda kalmanın getirdiği çatışmalar artık bir film senaryosu olmaktan çıkıp hayatımıza girmişti. Iuli Gerbase, Covid-19'dan önce tasarladığı bu karantina senaryosunu, bizim yaşadığımız karantina günlerinden daha katı kurallarla çerçevelemiş, haliyle bazı mantık hatalarını da içeri buyur etmiş. Mesela evlerinden çıkamayan insanların temel ihtiyaçlarının karşılanması, yetkililere verilen siparişler ve o siparişlerin pencerelere takılan tüpler vasıtasıyla dronlarla ulaştırılması şeklinde olurken, kapı pencere açamayan insanların nasıl hava alabildikleri gölgede kalmış.

Iuli Gerbase, bu detayları ve mantık hatalarını fazla deşmeden asıl meselesi olan karantina iletişim ve iletişimsizliklerini iki ana karakteri üzerinden okumaya çalışıyor. Tecrübe ettiğimiz üzere post-Covid seyirciler olarak bu pre-Covid okumalarını daha donanımlı bir şekilde eleştirebileceğimiz için bazı burun kıvırmalarımız olabilir. Giovana ve Yago, bu karantinanın erkek, kadın, birey ve çift olarak zorluklarını yansıtırken kendilerine ayrıksı özellikler biçilmeden, ekstra bir kişilik özelliği veya geçmiş travması eklenmeden, olması gerektiği gibi sıradan şekilde konumlandırılıyorlar. Bu sayede seyircinin onları benimseyişi kolaylaştırılıyor, uzun karantina sürecinde yaşadıkları çatışmalar tanıdık ve mümkün görünüyor. Eksiklikleriyle beraber bizim de geçtiğimiz evreler, içine düştüğümüz sıkıntılar, ortasında kaldığımız ikilemler bu izolasyon simülasyonunu izlenir kılıyor. Kendi gerçek karantinamızda sahip olduğumuz bazı özgürlüklere bile sahip olamayan Giovana ve Yago'nun çok daha sert şartlarda, çok daha uzun süre yaşamalarına rağmen bu kadar diri kalabilmelerine, normal bir çift hayatı sürebilmelerine ikna olmak durumunda bırakılsak da, "şayet kendi karantinamız da bu kadar sert ve uzun sürseydi ne yapardık" sorgusuna kapı açtığı için ilgiyi hep canlı tutuyor film. Ne var ki çocuk yapacak, onu dışarı adım bile atmadan büyütecek özveri testini yüzeysel bırakıyor. Karantinaya doğmak ve onun içinde büyümek gibi bir tuhaflığı tanımlamak için yeterince donanımlı olmadığını hissettirse de, bu ihtimali hayata geçirmesi dahi onu ilginç hale getirebiliyor.


A Nuvem Rosa, toz pembe felaket ironisiyle tek çıkışını bu bulutların dağılmasına bırakmış bir film. Çıkışı fazla umursadığı da söylenemez. Daha çok sürecin kendisine odaklanıyor. İki insanın bu karantina sürecinde karşılaştığı sorunlar, karantinasız aynı evde yaşamak zorunda olan çiftlerin karşılaştıklarından teorik olarak çok farklı değil. Bu manada pembe bulutları evlilik ya da birliktelik metaforu olarak görmek de mümkün. İkili arasında pembe bulutlardan bağımsız olarak iletişimsizlik ilişkinin monotonluğu, çocuk isteği gibi normal tartışmalar görüyoruz. Tamamı evde geçen film, bu normal çatışmaların ve tek mekanın sıkıcı potansiyelini bertaraf etmek için ara sıra bu mahsur kalma halini yan karakterlere ve onların içinde bulundukları durumlara da paslıyor. Öyle ki, tek mekan filmi olmasaymış pekala korku/gerilime bile yaklaşabilirmiş izlenimi veriyor. Giovana ve Yago'nun bilgisayar ve telefondaki görüntülü uygulamalarla iletişim kurdukları bu yan karakterlerin kapanma sürecinde yaşadıkları ve bizim sadece ekrandan onların ağzından dinlediğimiz karantina psikolojileri, kendi alanlarını oluşturabilecek derecede etkili, muğlak, hatta dehşet verici. Partneri ekmek almak için evden çıkıp fırında mahsur kalan, böylece uzun kapanmayı tek başına geçirmek zorunda kalan Giovana'nın arkadaşı Sara, kendisine bakan erkek hemşireyle karantinada kalan Yago'nun hasta babası Rui, kapanmadan hemen önce bir arkadaşlarının evindeki partide başka kızlarla mahsur kalan Giovana'nın ergen kardeşi Julia filmin çapını genişletip güçlendiren unsurlar.

Bu karakterler dışında zaman zaman Giovana ve Yago'nun kaldıkları evin civarındaki başka kapalı dairelerde uzaktan gördüğümüz insanların tuhaf davranışları da karantina psikolojisinin komik, dramatik, trajik yönlerini yansıtıyor. Giovana'nın, "daha önce yapmayı sevdiğimi fark etmediğim bir şey" diye anlattığı ayrıntı, daha önce hiç kapalı kalmadığımız için elimizdeki sayısız imkanın, gözümüzün önündeki sayısız hayat detayının kıymetini bilememiş ve pandemi sayesinde hatırlamış olmanın samimiyetini taşıyor. Bu ölümcül gerçeklikle yaşamak zorunda kalan toplumun, kapanma süresi uzadıkça durumu kabullenişi, hayatını teknoloji üzerinden sürdürmeye başlaması, kişisel gelişim videoları, görüntülü konuşmalar, çöpçatan uygulamaları, VR seti vs. ile hayatı yeniden kodlamaya başlamaları da atlanmıyor. Şayet Covid-19 gibi bir felaketi yaşamamış olsaydık A Nuvem Rosa bize çok daha orijinal gelebilirdi. Hatta belki de "olur mu öyle şey" eşiğinde filme bir zombi istilasının farklı bir versiyonu muamelesi yapıp trajikomik bulabilirdik. Ama bizim yaşadıklarımıza oldukça yakın şu haliyle yarattığı aşinalık onu daha kabul edilebilir yapıyor. Post-apokaliptik veya bilim kurgu düzleminden çıkarıp gerçeğe yaklaştırıyor. Renata de Lélis ve Eduardo Mendonça'nın seyirciyi yabancılaştırmayan performansları, Iuli Gerbase'nin eski normalde seyirciyi yabancılaştırabileceği ama karantina normalini şaşırtıcı biçimde birçok yerinden yakalayan öngörüleri A Nuvem Rosa'yı bu yeni türün iyi örneklerinden, hatta belki öncüllerinden biri yapıyor.