30 Aralık 2011 Cuma

La piel que Habito (2011)


Yönetmen: Pedro Almodóvar
Oyuncular: Antonio Banderas, Elena Anaya, Marisa Paredes, Jan Cornet, Roberto Álamo, Blanca Suárez, Susi Sánchez, Eduard Fernández, Bárbara Lennie
Senaryo: Pedro Almodóvar, Thierry Jonquet
Müzik: Alberto Iglesias

Fransız yazar Thierry Jonquet'nin Tarantula adlı romanından Pedro Almodóvar’ın senaryosunu yazdığı La piel que habito (The Skin I Live In), karısını bir trafik kazasında kaybetmiş ünlü bir plastik cerrah olan Robert’in (Antonio Banderas) saplantı haline gelen “Gal” adını verdiği yapay deri projesinin ve gen nakli çalışmalarının sebep olduğu trajik sonuçları konu alıyor. Film hakkında spoiler vermeden bir eleştiri yazısı yazmanın zorluğu bir tarafa, hakkında sadece “mutlaka gidin görün” dense bile yeterli olabilir. Zira hem konu olarak, hem de o konunun perdeye aktarımı olarak sıra dışı ve başarılı bulduğumuz bazı filmleri insanlara tavsiye ederken sürprizleri bozmaktan kaçınmanın ardında, onların da aynı dumura uğramalarını istemek gibi değerli bir hedef mevcuttur.

Pedro Almodóvar sineması özellikle baş kadın karakterleri sayesinde kadın ruhunun türlü hallerine getirdiği yorumlarla tanınması yanında, kimi zaman cinsiyet olgusunu paradoksal boyutlarıyla masaya yatırmasıyla ve bunun sosyal hayata yansıma şekilleriyle de sivrilen bir sinema. Erkeklerin çoğu kez sorunlu, arızalı ya da düz oluşları, işini daha da kolaylaştırmakta. Ama şahsen Almodóvar’ın kadın ruhunun kıvrımları arasında gezinirken kritik köşelere yerleştirdiği erkek karakterlerin filmin akışına getirdiği virajları daha çok beğenirim. Bu yüzden Almodóvar deryası içinde Hable con Ella’nın yeri her zaman ayrı olmuştur. Ne var ki travesti baba, matador kadın gibi iç içe geçmiş kimliklerin sağladığı serbest oyun alanını her zaman iyi değerlendirdiğini düşünmüyorum. Fazla gay ya da fazla kadın kaçtığı filmlerindeki bu “fazla” olma durumu ise ancak sıra dışı olmak için kastığını hissettiren bazı hikâyelerde kendini fazla hissettirir. Yine de anormalliklerden çekip çıkardığı tutkulu normalliklerin sayısı hiç de az değil. Yani benim için iyi bir Almodóvar filmi, iyi bir hikâye ile mümkündür. Bunu yönetmen sineması kavramına adını yazdırmış yönetmenlerden biri için söylüyor olsam da.


Almodóvar sinemasının bir başka özelliği de ana temanın etrafında dolanıp duran, sonra bir şekilde birbirine karışıp o temayla birleşen ya da kendi yolunu çizmeye çalışan yan hikâyelerin mevcudiyeti. Bunlar kimi zaman sadece çeşni olsun diye, kimi zaman da akışa doğrudan ya da dolaylı çarpıcı etkilerde bulunsun diye eklenmiş izlenimi yaratan hikâyeler. Geçmişle kapanmamış hesaplar, kadın olmanın her sınıftan kadına yansımış ağırlığı, erkek ruhunun bencil dürtülerden muzdarip tutkudan gözü kör olmuş hastalıklı hali, eş/dost/aile ilişkilerinin naif tanıdıklığı bu eklentilerin ve ana temaların özünü oluşturuyor. İşte La piel que Habito bunların hepsini kanatları altına almış en çarpıcı Almodóvar yapımlarından birisi ve bence Hable con Ella’dan sonraki en iyi filmi.

La piel que Habito bir uyarlama kaynaklı olmasına rağmen sanki Almodóvar için yazılmış gibi duran ya da Almodóvar’ın kritik dokunuşlarıyla dönüşüme uğramış bir senaryo duruşuna sahip. Ama her durumda da iyi bir film. La piel que Habito, insanoğlunun bilim adamı kimliğiyle ete, meyveye, sebzeye, yüzlere, bedenlere, genlere müdahale etmesini, bunu yaparken kişisel çıkarları ve hırslarıyla etik değerleri çiğnemesini, ayrıca son derece tuhaf biçimde iç içe geçmiş aşk ve intikam olgularının marazi biçimde şekil değiştirmesini ele alıyor. Cinsel özeli sebebiyle Almodóvar’ın her iki cinsi de belli ölçülerde anlayıp yorumlayabildiğine dair görüşler hep vardı. La piel que Habito bu görüşleri tazeleyen detaylarla dolu bir film. Almodóvar’ın erkek ve kadın ruhunu, bedenini, ihtiyaçlarını anladığını göstermeyi denediğini, hatta anlamanın ötesine geçip bu iki cinsin imkânlar dahilinde yer değiştirmesini ya da tek bir bedende toplanmasını mümkün kılan deneyselliklerle kendine oyun alanları yaratmaya çalıştığını görmek pek de zor değil.


Almodóvar eski melodramların gölgesinde Hitchcock, Polanski ve başka Avrupalı sinema ustalarının görkemli kariyerlerinden ufak tefek izler taşıyan gerilim yüklü anlatımlarından derlenmiş, kolaj olduğunu hissettirmeyen bir kolaj (ki filmin doktoru Robert Ledgard’ın da üzerinde çalıştığı kısmen buna benzetilebilir) hissi veren sinema duygusu, filmine genel olarak yansımakta. Temeli oluşturan romantizmin gerilime, oradan da büyük sürprize ve finale uzanan rotası hayranlık veren bir kurguyla ilerliyor. Hele biraz anlar gibi olduğumuz o büyük sürprizi geçmiş ve geleceğe ait iki sahneyi üst üste bindirerek yavaş yavaş, sindire sindire açık ettiği müthiş sahne görülmeye değer. Ama tüm Almodóvar karakteristiklerine rağmen La piel que Habito, tıpkı Woody Allen’ın Match Point’i veya Ki-duk Kim’in Time’ı gibi ait oldukları yönetmenlerin kanıksanmış tarzları dışında gerilim genleri de taşıyabildiklerini ortaya koyan virajlardan biri olmuş sanki. En son 1990’daki Átame!’de beraber çalıştığı Antonio Banderas ile tekrar bir araya gelen Almodóvar, hem Banderas’ın, hem de Elena Anaya’nın çekici fiziklerinin içinden oyunculuk yeteneklerini de yeniden çekip çıkarmış adeta.


La piel que Habito geçmişte tohumları ekilmiş aşk ve intikam özelinde, bilimsel kobaylık çılgınlığını kendi ulvî amaçlarına uydurmak suretiyle sınırlarını zorlayan bir modern zaman Frankenstein’ının saplantılı aşkına olağanüstü bir övgü. Aynı zamanda bu saplantılı aşkın çok uzağında olduğu halde ağlarını zalimce ve zekice ören kaderin oyunuyla bu çılgınlığın arzu nesnesi olan bir başka bedenin fantastiğe varan tüyler ürpertici ağır dramı. Böylece o olağanüstü övgüyü tersyüz eden, hudutsuz bir hoşgörü ve affetmenin kanatları altında hayatını sürdüren o aşka lânet okutan başka bir yaşam formuna uzanış. Sonra da yeni bir hayata, yeni bir filme kapı açan bitmemiş, zor, sert, fantastik bir duygular yığını.

25 Aralık 2011 Pazar

Conan The Barbarian (2011)


Yönetmen: Marcus Nispel
Oyuncular: Jason Momoa, Stephen Lang, Rachel Nichols, Ron Perlman, Rose McGowan, Saïd Taghmaoui, Steven O'Donnell, Leo Howard, Nonso Anozie, Raad Rawi
Senaryo: Thomas Dean Donnelly, Joshua Oppenheimer, Sean Hood
Müzik: Tyler Bates

80'lerdeki Teksas, Tommiks, Mister No gibi çizgi roman alışkanlıklarımı ve algımı baştan aşağı değiştiren, adeta devrim yapan Ken Parker, Martin Mystere ve Conan olmuştu. İlk ikisindeki maden henüz sinema sektörü tarafından keşfedilmedi. Beyaz perdeye uyarlanınca rezil edilen örnekleri gördükçe iyi ki de keşfedilmedi diyesi geliyor insanın. Ama Robert E. Howard'ın yarattığı Kimmeryalı Barbar Conan, Arnold Schwarzenegger'ın kariyerinde bir dönüm noktası olan 1982 tarihli John Milius filmiyle o dönemde hayli ses getirecek biçimde sinemaya uyarlandı. Yıllandıkça da kıymeti artan filmlerden biri haline geldi. Aradan yaklaşık 30 yıl geçmişken Conan'ı tekrar sinemada, hem de 3D olarak diriltme projesi tüm hayranları gibi beni de heyecanlandırmadı değil. Yine de günümüz yeniden çekim ya da çizgi roman uyarlamalarında görülen piyasa normlarına uyum takıntısı ve daha pekçok sebepten ötürü temkinli olma duygusu, heyecanın önüne geçer oldu.

Küçükken babası Corin, dönemin zalim kralı Khalar Zym tarafından öldürülünce intikam yemini eden Conan'ın hikâyesi, fazla bir senaryo becerisi gerektirmiyor aslında. O hanede yazan isimlerden Thomas Dean Donnelly ve Joshua Oppenheimer ikilisi, yakın zamanda yine hayranlarının merakla beklediği çizgi roman kahramanı Dylan Dog'u mundar etmeleriyle bilin(m)iyorlar. Burada da yeni Conan üzerine neredeyse yeni ya da orijinal hiçbir şey koyamamışlar. O zaman bu hikâyenin nasıl anlatılacağı daha fazla önem kazanıyor. Belki de yeni nesile bir zamanların efsane çizgi roman kahramanını çağın teknolojik nimetlerinden faydalanarak tanıtma fırsatı elde eden bir filme yönetmen olan kişi ise The Texas Chainsaw Massacre, Friday The 13th yeniden çekimleriyle suyunun suyu olmaktan öteye gidememiş video klip kökenli Marcus Nispel ne yazık ki. Fazla efor gerektirmeyen senaryoyu (aslında kabaca bakıldığında mesela Batman'in hikâyesi bile fazla efor gerektirmiyordu ama ne oldu?) daha olgunlaştırmak biraz da felsefi boyut katmak için kasmayan, kaldı ki o kadar zekâsı da bulunmadığını düşündüğüm senaristlerden o yönde bir beklentisi zaten olmayan Nispel aksiyonun dibine vurmayı hedeflemiş. Ama orada da bilindik CGI şablonlarından hiç de yaratıcı olmayan biçimde faydalanmaktan başka bir numarası yok.


Conan yeniden çekiliyorsa, başrolü oynayacak oyuncunun da önemi artıyor. Epey bir dizi tecrübesi olan, son olarak da Game Of Thrones harikasında gözüken Hawaiili model eskisi Jason Momoa, tüm fiziki ihtişamına rağmen Conan olamıyor kanımca. Hâlâ iyi bir oyuncu olduğunu düşünmediğim Schwarzenegger, 82'deki filmin kült atmosferinin de yardımıyla Conan olmakta pek sıkıntı çekmemişti. Zaten Terminator'e kadar hep Conan diye hatırlanırdı. Ron Perlman dışında rolünü doldurabilen birinin olmadığı zayıf cast da eklenince yılın en ciddi hayalkırıklıklarından biriyle daha zaman kaybetmiş oluyoruz. Şu filmi Conan'ın yüzü suyu hürmetine izlemiş olanların sayısı düşünüldüğünde tuzağa düşmüş gibi hissetmemek zor. Belki çok daha iyi ellerde müthiş bir sinema deneyimine dönüşebilecek bir fırsat kaçmış. Tek dileğim, eğer bir gün Ken Parker, sinemaya uyarlanırsa (bol sezonlu bir dizi de fena olmazdı) John Hillcoat - Nick Cave ikilisinin el atması. Rüya gibi bir şey!

19 Aralık 2011 Pazartesi

The Thing (2011)


Yönetmen: Matthijs van Heijningen Jr.
Oyuncular: Mary Elizabeth Winstead, Ulrich Thomsen, Joel Edgerton, Eric Christian Olsen, Adewale Akinnuoye-Agbaje, Trond Espen Seim, Jørgen Langhelle, Kim Bubbs, Jan Gunnar Røise, Stig Henrik Hoff, Kristofer Hivju, Jo Adrian Haavind, Jonathan Walker
Senaryo: Eric Heisserer, John W. Campbell Jr.
Müzik: Marco Beltrami

Bir fosil bilimcisi olan Kate Lloyd, Dr. Sander Halvorson tarafından hayatının en önemli araştırmasını yapmak için Antartika'nın izole edilmiş bir bölgesine gitmesi için teklif alır. Burada Norveçli bilimadamlarından oluşan bir araştırma grubuna katılan Kate, çok uzun süredir buzun altında donmuş olarak kalan bir organizma keşfeder.Ama kısa bir süre sonra içinde hapsolduğu buzu kırıp canlanan tuhaf yaratık ekibin elinden kaçar. Ekibin başı olan Dr. Sander araştırmaya devam etmekte inat ederken, bu boş ve terk edilmiş geniş arazide dokunduğu her şeye bürünebilen yaratık, insanları da birbirine düşürecektir.

Başlangıçta herkes filmde The Thing adını görünce 1982 tarihli John Carpenter'ın yönettiği kült korku yapımı The Thing'in yeniden çevrimi sanmıştı ve doğal olarak son yeniden çevrimlerin özensizliği düşünülünce bu filme de burun kıvrıldı. Doğrudan DVD'ye düşen o kadar saçma remake ve tutmuş ilk filmlerin ardından B statüsündeki yönetmen, senarist, oyuncu vs. tarafından çekilmiş uyduruk devam filmleri vardı ki, The Thing'in de bu akıma kapılmış bir iş olduğunu düşünmemek olmazdı. Oysa The Thing 2011 bir prequel, yani The Thing 1982'nin öncesini anlatan bir film. John W. Campbell Jr.'ın ilk filme de ilham kaynağı olan kısa hikâyesi Who Goes There?'den çıkış alan ve Bill Lancaster'ın tek dişe dokunur senaryosu olan The Thing 82, bu defa genç senarist Eric Heisserer ile bu filmin öncesine bakıyor. Öncesinde A Nightmare On Elm Street (2010) ve Final Destination 5 gibi hazır materyaller üzerinden senaryo yazma alışkanlığı bulunan Heisserer, The Thing'in senaryosunda da 82 ruhuna bağlı bir tavır içinde. Bir prequel yazdığı için buna mecbur da sayılır.


Özellikle The Thing 82 gibi klâsiklerin ardından çekilen prequel veya sequel yapımların en büyük şanssızlıkları kendinden öncekilerin gölgesinden kurtulamamaları. Bu da çok doğal, çünkü film her ne yaparsa yapsın hazıra konmuş damgasını hep üzerinde taşıyacaktır. O zaman bunları prequel veya sequel olmanın gereklerini ne derece yerine getirdiklerine göre değerlendirmek daha uygun düşer. Sequeller için durum mâlum fakat prequellerin sorumluluğu bana göre biraz daha ciddi efor gerektiriyor. Çünkü bir filmin, hele de kült statüsüne erişmiş bir filmin öncesini anlatmak biraz da o filme hem benzemesini, hem de belli noktalarda ayrı durarak kendi bağımsızlığını kanıtlamasını gerektirir. Genel yapıya bakıldığında Eric Heisserer ilk filmin geçtiği 1982 yılının sadece birkaç gün öncesinde yaşananları yazarken ilk filme olan sevgi ve saygısını muhafaza etmiş ve o atmosferi elinden geldiğince korumaya çalışmış denebilir. Bununla yetinmeyip ilk filmde gördüğümüz bazı ayrıntıların çıkış noktalarını da bilerek ve isteyerek filme iliştirmiş. Bu sayede ekmek kırıntılarının nasıl ufalanıp yere bırakıldığını da görmek ayrıca hoş olmuş. En çarpıcı olanıysa The Thing 82'nin başlangıcı ile The Thing 2011'in finali arasında kurulan kusursuz bağ olmuş. Hatta bu final direk The Thing 82'yi (tekrar veya ilk defa) izleme yönünde kışkırtıcı bile olmuş.

Henüz ilk uzun metrajını çeken yönetmen Matthijs van Heijningen Jr. günümüz teknolojisinin getirdiği bazı avantajları kullanmaktan çekinmese de, zaten Carpenter usta da bu konuda zamanının ötesinde bir iş çıkarmıştı. Teknik atmosfer açısından düzgün bir film kotardığı söylenebilir. Bayat korkutma numaralarına pek prim vermeyen, adeta "ben geliyorum" diyen sahneler tasarlamasına rağmen ürkütücü olmasını bilmiş. Rolünün ciddiyetini iyi idrak etmiş genç oyuncu Mary Elizabeth Winstead'in rolü taşıyabilen duruşu ve oyunu da işin içine girince, The Thing 82 gibi büyük bir sinema olayı olmasa da 82 yılıyla kurduğu bağlantıların tutarlılığı ve hâlâ koruduğu gizemiyle belentilerin aksine yerlerde sürünmeyen bir film ortaya çıkmış. Şimdi bundan sonrası da çok önemli. Hazır bir prequelin altından çok da kötü olmayan bir biçimde çıkmışken, bir başka prequel veya hiç istemem ama bir sequel ile hikâyenin suyunun çıkarılma ihtimali endişe verici. Her ne kadar cevaplanmamış sorular olsa da, onlara cevap vereceğim diye kasmanın âlemi yok. Hem zaten The Thing 82 bile cevap vereceğine vermiş, vermediğini de seyirciye bırakmış bir zekâyla ismini bunca yıl korumuştu. Uyuyan bir canavarı uyandırmanın, hele de bu kadar kurcalamanın ne kadar kötü sonuçları olabileceğini bize hatırlatan filmlerden biri olması da bu açıdan ironik.

17 Aralık 2011 Cumartesi

Senna (2010)


Yönetmen: Asif Kapadia
Senaryo: Manish Pandey
Müzik: Antonio Pinto

Senna, tüm zamanların en iyi yarış pilotu olarak gösterilen Brezilyalı Ayrton Senna’nın, 70’lerin sonunda karting yarışları sayesinde Avrupa’ya açılmaya başlamasıyla, 1 Mayıs 1994’te İtalya’nın Bologna kentindeki yarışlarda trajik bir kazayla ölümü arasındaki dönemi anlatan etkileyici bir belgesel. Kariyerinde pek de önemli filmler bulunmayan İngiliz yönetmen Asif Kapadia’nın derleyip toparladığı görüntülerin kronolojik kurgusu, baştan sona heyecan dolu kurmaca bir yükseliş öyküsü izliyor hissi vermekte. Yakışıklı başrol oyuncusu, kötü adamı, dramatik virajları, duygusal anlarıyla benim diyen spor/aksiyon bir yapımdan hiç farkı yok. Çünkü her şey gerçek ve üzerinde fazla oynamalar yapılamayacak kadar da samimi.

Toleman (1984), Lotus (1985-1987), McLaren (1988-1993) ve Williams (1994) takımlarında yarışmış, 34 yaşında ölmeden önce üç kez Formula 1 şampiyonluğu kazanmış, ünü Formula 1 sınırlarını aşmış, özellikle ülkesi Brezilya’da efsanevi bir halk kahramanına dönüşmüş olan Senna’nın, yarış odaklı yaşam öyküsündeki dramatik malzemeyi Asif Kapadia’nın ve senaryo hanesinde adı geçen Manish Pandey’in en iyi biçimde değerlendirdiği söylenebilir. Film, bazı biyografi beklentilerinden biraz farklı biçimde Senna’nın doğumundan, çocukluğundan, okul hayatından sekip kendini şişirmeden direk Senna’nın adını ilk kez ciddi biçimde duyurduğu 1978’deki karting şampiyonasından başlıyor. Çünkü kendisinin de ifade ettiği gibi, saf yarışçılığı, saf mücadeleyi öğrendiği, kazanana para verilmediği, bu yüzden para ve politikaların olmadığı gerçek yarışçılığı buradan öğrenmiş olduğu gerçeği onu daha farklı bir konuma yerleştiriyor.


Lotus takımında parlaması, ardından beş parlak yıl geçireceği McLaren takımına geçmesiyle dünyaca ünlü bir yarışçıya, bir fenomene dönüşmesini adım adım izleyen film, Senna’nın çocukluğuna, özel hayatına ait önemli şeyleri birkaç cümle ve görüntüyle geçiştiriyor görünüyor. Aslında Senna’nın yarışçı kimliği dışında kalan şeylerle gereksiz duygu sömürüsü yapmamaya, şan, şöhret ve paranın getirdiği ufak tefek değişimlerin Senna’yı etkilemediğinin altını çizmeye çalışıyor. Gerçekte alçakgönüllü, utangaç, yardımsever bir kişilik olduğu için de bu tip şeylerin altının fazla çizilmesine gerek kalmıyor bir yerde. Özellikle memleketi Brezilya’nın o dönem içinde bulunduğu son derece zor ekonomik şartlarda halkın en büyük moral kaynağı olması, sokaktaki insanın da dediği gibi “Brezilya’nın başına gelen en güzel şey” addedilmesi, başarılı bir sporcu profilinin yanına iyi bir insan tanımının da eklenmesini sağlıyor.

Senna belgeseli, bir yıldızın yükseliş öyküsünü anlatırken, elindeki arşiv malzemesinin genişliğini en iyi biçimde kullanmasıyla dikkat çektiği gibi, birçok belgeselde rastladığımız anlatıcı konumundaki insanların konuşurkenki görüntülerini değil, sadece seslerini ve isimlerini ekrana yansıtarak temposunu yitirmiyor. Anlatıcıların görüntüsünün ekrana yansımasında olumsuz bir taraf yok tabiî. Fakat sözkonusu bir yarışçı ve onun heyecan dolu yarışlarından derlenmiş gerçek arşiv görüntülerinden, pilot kabini çekimlerinden, farklı ruh hallerini yansıtan yüz ifadelerine yakın girmiş kadrajlardan oluşunca kurgu ve gerçek arasındaki çekicilik daha da artıyor. Formula 1 gibi dünya çapında popüler bir organizasyonun neredeyse her saniyesinin filme alınmasının sağladığı avantajı Asif Kapadia’nın değerlendiriş biçiminde hazıra konma hissine de kapılmak mümkün. Ama belgeseli çekilecek bir kişi veya olayın arşiv görüntülerinin fazlalığı, yönetmene her zaman avantaj sağlar diye bir yargı da geliştirilmemeli. Zira o görüntülerin seçimi ve kurgusunu dramatik hale getirmek de çok önemli bir belgesel beceri gerektiriyor. Kapadia’nın kapasitesi de kendini burada belirginleştiriyor.

Üç dünya şampiyonluğu kazanmasına rağmen o günlerde yaşadığı yarış heyecanını sessiz sakin, ama hissedilir biçimde yaşadığı görülen Senna’nın etrafı başka sorunlarla da çevrili. En önemli rakibi olan sevimsiz Fransız pilot Alain Prost’un kıskançlığı, aynı sevimsizlikteki dönemin FIA başkanı Jean-Marie Balestre’nin yanlı tutumu ve alıştığı sürüş tekniğini olumsuz yönde etkileyen fren basıncı ile süspansiyonu ayarlayan anti-patinaj sistemine getirilen yasak, Senna’nın adaletsiz yarış kurallarına muhalif tavrını da yansıtan unsurlar olarak ortaya çıkıyor. Fakat Senna bu tavrını rakiplerini rencide etmeden, polemik yaratmadan, çoğunluğun ortak paydada buluşabileceği mantıksal açıklamalarla dile getiriyor. Çünkü büyük paraların döndüğü, insanların birbirlerinin ayağını kaydırmak için fırsat kolladığı bu kurtlar sofrasında dürüst kalabilmek için en büyük erdemin kişiliğinden ödün vermemek olduğunu, hayatının ve yarış kariyerinin her döneminde gösterdiği mütevaziliğiyle kanıtlıyor.


Geçirdiği trajik kazanın ardından yaşanan şok ve sonrasındaki dramatik cenaze töreni, hayati tehlikesi en fazla sporlardan biri olan araba yarışlarının tam olarak hangi amaca hizmet ettiğini de sessiz sedasız sorgulatan tarifi güç bir öfke/hüzün dalgası yaratıyor. Tabiî bu sorgulatma duygusu, benim gibi Formula 1 yarışlarına en ufak bir ilgisi olmayanlar için çok daha belirgin bir durum. Kendinizi Senna gibi azimli, dürüst, yardımsever, temiz, sevimli, naif bir kişiliğin ne uğruna canından olduğuna kafa yorarken buluyorsunuz. Verdiği röportajlar sayesinde aslında direksiyon salladığı yol hakkında kendi ağzından çeşitli mesajlar içeren bir şeyler duyma fırsatını bir nebze elde ediyoruz. Bunların en etkili olanlarından biriyse şu cümlelerde saklı:

“Öğrenme sürecimin yavaşladığını hissedersem mutsuz olurum. Bunu sadece kariyer ve yarışçılık açısından değil, insan olarak da söylüyorum. Pilot olarak öğreneceklerimden çok insan olarak öğreneceklerim var. Kariyerim daha uzun süre devam etmeyebilir. Ama umarım hayatım uzun sürer.”

14 Aralık 2011 Çarşamba

Rogue (2007)


Yönetmen: Greg Mclean
Oyuncular: Radha Mitchell, Michael Vartan, Sam Worthington, Caroline Brazier, Celia Ireland, John Jarratt, Heather Mitchell, Robert Taylor, Mia Wasikowska
Senaryo: Greg Mclean

Amerikalı gezi yazarı Pete, yeni hazırlayacağı yazısı için Avustralya’nın kuzeyinde küçük bir turistik tekne ile nehir turuna çıkar. Bir yardım çağrısı duyduğunu sanan tekne rehberi Kate, teknedeki turistlerle birlikte çağrı sandığı işareti anlamak için rotayı değiştirir. Ama büyükçe bir timsahın saldırısına uğramaları tekneleri parçalanır ve bir kaya parçasına sığınırlar. Nehrin suları gün batımına doğru yükselmeye başlayınca bu bir grup insan için korku dolu saatler başlar. Çünkü timsah, bu kara parçası üzerindeki insanları kendi yiyecek deposu gibi gördüğünden vazgeçmeye niyeti yoktur.

2005 yılında Wolf Creek adında yine Avustralya kırsalında geçen bir bağımsız slasher’a imza atan Greg Mclean, bu kez de klasik bir canavar timsah hikayesiyle geri dönüyor. Bu yapımların alışıldık giriş, gelişme ve sonuç rotasından neredeyse hiç sapmayan film, Jaws devam filmleri, piranha, anakonda vs. türü ıslak gerilimlerden farklı ve yeni hiçbir unsur barındırmıyor. Hatta bunların çoğundan bile gerilim yönünden daha zayıf denebilir. Her ne kadar yine alışıldık bir sapık dehşetine maruz kalan üç genç konulu Wolf Creek ile türdaşlarını fazlaca çağrıştırsa da, bence yarattığı açık alan gerilimi ve gizemi ile çok daha sağlam bir duruşu vardı.

Oysa Rogue, finaldeki uzun ve karanlık mağara sekansı dahil gerilim yaratmaktan, karakter geliştirmekten ve bana göre Wolf Creek’in klişeden ufak çapta da olsa bir fark yaratma becerisinden çok uzak. Böyle olunca Wolf Creek’te de gördüğümüz aralara serpiştirilmiş Avustralya doğası ile bezeli estetik görüntülerin de bir anlamı kalmıyor. Kariyerinde gayet iyi yapımlar bulunan Avustralyalı oyuncu Radha Mitchell’ın varlığı da olsa olsa filmin şeref sayısı olur. Fakat ilk filmi ile şahsen beni umutlandıran bir başka yönetmenin daha böylesi zayıf bir filme adını yazdırması üzücü. Hele de afişe "Wolf Creek'in yönetmeninden" cümlesi hiç yakışmıyor.

11 Aralık 2011 Pazar

Drive (2011)


Yönetmen: Nicolas Winding Refn
Oyuncular: Ryan Gosling, Carey Mulligan, Bryan Cranston, Albert Brooks, Ron Perlman, Oscar Isaac, Christina Hendricks, Kaden Leos
Senaryo: Hossein Amini, James Sallis
Müzik: Cliff Martinez

Gündüzlerini kendine çeşitli işler ayarlayan Shannon’ın (Bryan Cranston) tamirhanesi ile aksiyon filmleri dublörlüğü yaptığı setler arasında geçiren, geceleri ise yine Shannon’ın önayak olduğu bazı soygunlarda şoförlük yapan isimsiz sürücünün (Ryan Gosling), tek çocuğuyla yaşayan güzel komşusu Irene (Carey Mulligan) ile olan isimsiz ilişkisini izlediğimiz Drive, James Sallis’in kitabından İranlı senarist Hossein Amini’nin senaryosunu yazdığı, Cannes’da En İyi Yönetmen ödülü kazanan Danimarkalı Nicolas Winding Refn’in yönettiği başarılı bir suç dramı. Bu isimsiz ilişkinin içine Irene’in hapisten çıkan başı belâdaki kocası Standart ve onu borcuna karşılık soygun yapmaya zorlayan mafya girince bir suç filmi için gereken tüm malzeme hazır hale geliyor. Müthiş Pusher üçlemesinin ardından Bronson gibi sert ve stilize bir film ile yönetmenlik becerisini ülkesi dışına taşıyan Refn, Drive ile şimdi de Amerika’yı keşfe çıkıyor.

Amerika’yı keşif benzetmesi boşuna değil. Anlatım olarak o dili konuşmak adına şık bir 80’ler, Tarantino, Scorsese, western, neo-noir kolajı meydana getiriyor. Bu kolaj parçacıklarının eğreti durmaması için karışık olmayan, hatta mümkün olduğunca basit bir suç öyküsüne ve kıvrak yönetmenlik becerilerine ihtiyaç doğuyor. Böylece Refn’in Pusher sonrası tarz arayışında özellikle Bronson ile kazandığı ivme Drive ile son şeklini almış görünüyor. Drive’ın hikâyesi üzerine söylenecek, karakterler ve aldıkları pozisyonlar üzerine derinlemesine analizlerde bulunulabilecek gerçekten pek fazla şey yok. Olay akışı sürprizsiz. Çünkü sözü edilen ve edilmeyen birtakım geleneklerin bir araya getirilmesinden sonra Refn’in kendi tercihleri sonucu bu basit hikâyeyi dramatize edişindeki stil becerisi, gözalıcı oyuncu kadrosu ve şahane müzikleri filmin konu ve senaryo basitliğinin çok önünde seyrediyor. Tüm bu artılar yanında bir de orijinal hikâye beklentisi fazla lüks kaçmıyor aslında. Zira eldeki malzemelerin kalitesine ve o kalitenin işleniş biçimine rağmen sofradan doymadan kalkmış gibi hissedebiliyorsunuz.


Drive benim izlediğim beşinci Nicolas Winding Refn filmi. Henüz izlemediklerimi bilemeyeceğim ama kendisinin Drive’a gelene kadarki anti kahraman yaratmada veya yaratılmış olanı perdeye aktarmadaki ustalığı uzun uzun tartışılabilir nitelikte. Pusher üçlemesinin üç baş karakterlerini oluşturan Frank, Tonny, Milo ve İngiltere yapımı Bronson’da ise Michael Peterson bu Refn filmlerinin hemen her sahnesinde nefes kesiyorlardı. Seyirciyi o bedene hapseden öfkeleri, hataları ve diken üstündeki ruh halleri filmin geri kalan her şeyini ikinci ve sonrası plânlara atıyordu. Drive’daki isimsiz sürücü de görünüş olarak Refn’in bu vizyonuna yakın bir potansiyel barındırıyor. Etrafındaki suç çemberinin giderek daralması ve finale doğru bu çemberin patlaması elbette beklenen bir şey. Ama sözünü ettiğim dört Refn filmindeki “finalsiz” tavrın kazandırdığı Avrupai gizem, Drive’da yerini “finalli” (her ne kadar öyle gözükmese de!) bir Amerikan sonuna bırakıyor. Sürücünün geçmişi hakkında bilgilendirilmiyoruz. Ama gerek yüz ifadesinden, gerek vücut dilinden, gerekse Irene ve çocuğunu sahipleniş biçiminden mutlaka kayda değer şeyler yaşadığı çıkarımında bulunabileceğimiz bir iklim yaratıyor Refn. Ne var ki bu iklim filmin selâmeti için yeterli midir o da tartışılır.

Benim izlediğim Nicolas Winding Refn filmlerindeki suç batağına saplanmış karakterlerin ortak özelliklerinden biri de bencil oluşlarıdır. Yaptıkları ve yapacaklarının kendi paçalarını bir şekilde kurtarmak olduğunu anlarız. Elbette hepsi daha iyi bir hayatı arzularlar. Ama bunun için donanımlı değillerdir. Sistemle, kanunlarla, kadınlarla nasıl geçineceklerini bilemezler. Karizmatik yanları vardır ama çoğu zaman sevimsizdirler. Oysa bizim sürücümüz bu özellikleri pek taşımaz. Sanki iyi eğitim görmüş bir ajan eskisi gibi kötülüklere karşı hazırlıklıdır. Sevdiği dostu ve patronu Shannon’ın ayarladığı bazı soygunlarda rol almıştır ama bu soygunlarda araba sürmek dışında uyuşturucu kullanmak, alıp satmak, adam öldürmek, kadın dövmek gibi (Blanche’a attığı tokadı saymazsak) bir kötülüğü yoktur. Üstelik Irene ile oğluna karşı sevecen ve korumacı davranır. Hatta bu durumu daha da ileri götürerek Irene’in işe yaramaz kocası Standart’ın mafyaya borcunu ödemesi için zorlandığı soyguna şoför bile olur.


Burada Refn’in tipik Amerikan sahipleniciliğine haiz gizemli, yakışıklı, fedakâr iyi adamını görürüz. Aslında şahsen pek de görmek istemediğim, çünkü benzerlerini Amerikan sembolü olmuş pek çok kişiden defalarca gördüğüm için görmek istemediğim bir kahraman ortaya çıkmış. Refn gibi özgün bir yönetmenin Avrupa dışına çıktığında baş karakterine ve onun içinde yer aldığı filmine fazladan Transporter, Pulp Fiction, Goodfellas vs. eklemeleri ya da kısa omuz atışları yapacağına pek ihtimal vermiyorsunuz. Göze sokulan akrep olgusu, kendi gecesine dublör olmuş bir adamın, gündüzleri dublörlük yapıyor olması, hoşlandığı kadının gönlünü adım adım fethetmesi pek orijinal hamleler sayılmaz. Herşeye rağmen Drive kendine ruh sağlamayı bilen bir film. Birini çekiçle tehdit ederken şaşırtıcı biçimde tuhaf bir kabare ambiyansı yaratan, bir kavga sahnesinde sadece yere düşen gölgeleri izleten, asansör sahnesinde etkileyici bir romantizm zirvesinden koruma içgüsünün vahşiliğine dönen ve başka fikirlerini düz biçimde çekmemeye özen gösteren Refn, içeriği çok güçlü olmayan filmini bu tip kestirme yollarla kendine bağlamasını biliyor.

Ryan Gosling ve Carey Mulligan gibi ışığı olan iki oyuncunun çarpıcı kimyası filme yansısa da, Gosling’in karakterini iyi özümsemiş naif, gizemli, heyecanlı ve öfkeli ruh hallerini aktarma becerisi yanında Mulligan’ın hemen her sahnesinde yüzündeki gülümseme ifadesinin de yarattığı vasatlık seziliyor. Filmin performans olarak en fazla yükseldiği anlar ise Breaking Bad ile üç Emmy ödülü kazanmış Bryan Cranston ve tecrübeli aktör ve yazar Albert Brooks’un sahneleri oluyor genelde. Kötü adamlığı kendine yakıştıran usta oyuncu Ron Perlman, 2013 yılındaki Coen kardeşlerin Inside Llewyn Davis projesinde başrol şansı yakalayarak gelecekte adından daha fazla söz ettirecek Guatemala kökenli Oscar Isaac ve filmdeki fonksiyonu bir türlü anlaşılmayan Christina Hendricks filmin künyesindeki diğer isimler. Bir diğer başrol ise filmin atmosfer yaratan sahnelerinin gücüne güç katan, hatta bazen o sahnelerin önüne geçip kendi atmosferini kendi yaratan müzikleriyle Cliff Martinez. Sonuç olarak Drive belki Nicolas Winding Refn’in en iyi filmi sayılmaz. Ama Avrupalı bir yönetmen olarak örneklerini sıkça gördüğümüz diğer Avrupalı yönetmenlerin Amerika’da yaşadığı hüsranı yaşamayacağı, yeteneğini çok fazla sorgulatmayacağı iyi bir film çekmiş diyebiliriz.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Tomboy (2011)


Yönetmen: Céline Sciamma
Oyuncular: Zoé Héran, Malonn Lévana, Jeanne Disson, Sophie Cattani, Mathieu Demy
Senaryo: Céline Sciamma

Babası, hamile annesi ve küçük kızkardeşiyle birlikte yeni bir daireye taşınan 10 yaşındaki Laure, fiziki görünümünün de etkisiyle kendini bu yeni muhitteki çocuklara Michaël adlı bir erkek olarak tanıtır. Çocuklar onun bu durumunu anlamaz, hatta aralarından Lisa ondan hoşlanmaya bile başlar. Laure işin sonunu düşünmeden bu yalanı sürdürmek ister ama günler geçtikçe onun için gerçek çemberi daralmaya başlar. 1980 doğumlu genç yönetmen Céline Sciamma'nın yazıp yönettiği ikinci film olan ve Philadelphia, Torino, San Francisco gibi üç önemli Amerikan gay/lezbiyen festvali ödülleriyle birlikte Berlin Film Festivali'nden jüri özel ödülüyle dönen Tomboy, festival filmlerinin sade ama etkili minimalliğine sahip örneklerinden biri.

Laure'un cinsiyet tabanlı kimlik bunalımını sessiz bir anlatımla dile getiren Céline Sciamma, onun bir erkek gibi görünmek istemesini yargılamaktansa, onun çevresine böyle bir yalan söylemesinin ve bu yalanı sürdürmesinin sonuçlarına dikkat çekmeye çalışıyor. Böylece kolaylıkla istismar edilebilecek bir meseleyi sırf gay/lezbiyen hassasiyetlerine değil, kız-erkek farklılığına bakışıyla genele yönlendirebiliyor. Bunu yaparken zaten kısa olan süresini dakikalarca çocuk aktiviteleri izleterek harcadığını düşündürebiliyor. Ama orada da amacının Laure'un bir gruba (bu grup hem yeni bir çevre, hem de erkekler olarak beliriyor) dahil olma arzusunu nasıl yönlendireceğini tam olarak kestirememesinden kaynaklı bir masumiyete vurgu yapma olduğunu hissettiriyor. Bu çıkarımımı ise tamamen Laure'u canlandıran Zoé Héran'ın manalı yüz ifadesinden faydalanmasını bilen Sciamma'nın yakaladığı konuşan yüz ifadelerine dayanarak yapmaktayım.


Laure'un erkek gibi davranması sonucu sebep olduğu sorunların çözümü için onun kandırdığı çocuklarla yüzleşme cezası da gayet anlamlı. Burada onun kız olduğu için değil, bunu gizleyip yalan söylediği için cezalandırılması normalliği, gay/lezbiyen ötekileştirmesinden farklı bir okumaya sahip. Céline Sciamma'nın karakterini sömürmeyen, sadece yalan söylediği için sitemkâr davranan duyarlılığı, bireyin kendisine verilen cinsiyetin tam karşısında bir konum belirlemesi normalliğine de sahip çıkar nitelikte. Bu normalliğin yalan söylemek gibi kötü bir davranış biçiminden ayrılması gerektiği noktasıyla kıvrak bir dramatik ikilem yarattığı da söylenebilir. O gizemi ve ruhu verebilmesi için Zoé Héran'ın seçilmiş ve iyi idare edilmiş olması, bu amaçların hedefine ulaşmasına yarar nitelikte. Onun yanında, çakma da olsa birdenbire çok arzu ettiği ağabeye sahip olmaktan şikayetçi olmayan ve Laure'un yalanına ortaklık eden sevimli küçük kardeş Jeanne'ın ve onu canlandıran Malonn Lévana'nın fonksiyonu da unutulmamalı.

4 Aralık 2011 Pazar

Stay (2005)


Yönetmen: Marc Forster
Oyuncular: Ewan McGregor, Ryan Gosling, Naomi Watts, Bob Hoskins, Janeane Garofalo, Kate Burton, Elizabeth Reaser
Senaryo: David Benioff
Müzik: Asche & Spencer, Tom Scott

Bir ileri çağ metropolünü andıran atmosferiyle tekno-bunalım New York tasviri, Trainspotting emeklisi Ewan McGregor, Naomi Watts, Ryan Gosling, Bob Hoskins, Janeane Garofalo gibi itinayla seçilmiş kadro, Monster’s Ball, Finding Neverland gibi hiç beğenmediğim iki filmin (sonrasında Stranger Than Fiction ile durumu çok iyi toparlayan) Alman yönetmeni Marc Forster, ölümün kıyısındaki genç bir sanat öğrencisi şeklindeki konusu, sürpriz final, filmden önce gardımı almak için öğrenmiş olduğum taktiklerdi. Film benim için şu haliyle hiçbir çekicilik içermiyordu aslında.

Aşk, ölüm, sanat.. İşte bu üçlü bir filmi izletmeye ikna edebilir. Her ne kadar bu üçlünün sonuçlarının da garanti veremeyebileceği ihtimal dahili olsa da. İşte tam o sırada devreye elektrik giriyor. Bende şöyle bir durum var: Bazı filmler (popüler ya da vizyon filmleri olmuyor genelde) kimi zaman afişiyle, kimi zaman oyuncuları, kimi zaman yönetmeni, konusuyla garip bir çekicilikle beni çağırır. Bu 10 kişiden 9’una olan bir şeydir diye düşünebilir ve haklı olabilirsiniz. Ama bu çekicilik üzerine izlediğim 10 filmden 10’u da beni yanıltmadı. Bu 10 kişiden kaçında gerçekleşen bir orandır? Hatta hakkında yukarıdaki kadar bilgi sahibi olmadığım halde, yani tam kapalı kutu diye düşündüğüm filmler bile, sırf o çekicilikleriyle beni çağırdılar. Bu spiritüel bir safsata olarak düşünülmesin, burada “deprem olacağını önceden hissettim” veya “onun öleceğini rüyamda gördüm” türü bir tuhaflıktan bahsetmiyorum. Bu son derece normal ve çoğumuzun da sahip olduğu kişisel bir his. Beni Stay’e çağıran iki unsur oldu: Panic Room dönemlerinde David Fincher’in bir zamanlar senaryoyla ilgilendiğini okumam ve Ryan Gosling’in filmden alınma bir resmi.. O stabil ama yine de hüzün dolu yüz ifadesini bir yerlerden tanıyorum. Bu çağrı üzerine filmi izlemeye koyuldum.



New York’tayız. Pisikiyatrist Sam Foster (McGregor), zamanında intihardan kurtarıp evlendiği ressam eşi Lila (Watts) ile birlikte bir yaşam sürmekte. Bir gün ortağından devraldığı bir hasta olan genç sanat öğrencisi Henry Letham (Gosling)’dan çok etkilenir. Henry, olacakları önceden tahmin edebilen, depresif ve gizemli bir tiptir. Aralarında babasının da olduğu, gördüğü bazı insanları sadece sima olarak önceden tanımaktadır. Ama o insanlar Henry’yi ilk kez görmektedirler. Sam’e, hayranı olduğu ressamın 21. yaşgününde intihar etmesinden esinlenerek, Cumartesi geceyarısı intihar edeceğini söyler. Çünkü o gece de Henry’nin 21. doğumgünüdür. Henry’yi takibe alan Sam, gittikçe Henry’nin sırlarla dolu dünyasına doğru çekildiğini fark eder. Yeterince ilgi çekici sayılabilecek bu hikaye New York’lu David Benioff tarafından yazılmış.

Film ilerlerken, “kim bu Letham” sorusunu sormaktan, Sam Foster gibi bitap düşüyoruz. Ama bir yandan da bu bitaplığı sineye çekiyor, kalkıp son bir gayretle filme asılıyoruz. Son bir gayretle! Bu sonlar uzadıkça hikayenin tam bir deli saçmasından ibaret olduğu fikri uyanarak, yarı yoldan geri dönme tehlikesi de barındırdığı söylenebilir. Bazıları bu söylediğime “sıkıcılık” derler. İtiraf etmeliyim, bu tuzağın kıyısından döndüğüm oldu. Ama o kadar çok birleştirilmesi gereken parça çıktı ki önüme, bunların bir manası olmalı diye düşündüm. Malum, manasız parçalardan birşey çıkardığınız vakit New York çevrelerinde “sanatçı” etiketi ve dokunulmazlığı kazanıyorsunuz.

Genelde uyarlama senaryolara el atan, şu sıralar Game Of Thrones senaryolarıyla izlediğimiz David Benioff'un kendi senaryosu ve yönetmen Marc Foster'ın yarattığı gizemli, biraz da masalsı atmosfer, hikâyenin muğlaklığa sonuna dek sahip çıkan rotasıyla ilgiyi koparmıyor. Zaten yerden fazla havalanmadan o masalsı halini uzun süre hissettirmiyor. Özellikle de dramatik finaliyle yakaladığı ivme filmin gerçeklikten fanteziye uzanan, nihayetinde her ikisinin karmasından oluşan bir tümevarıma işaret ediyor. Ewan McGregor ve Naomi Watts filmin sahip olduğu yoğunluğu taşıyabilecek nitelikte oyuncular olduklarından o cephede herşey normal. Ama son yıllarda haklı olarak popülaritesi hızla artan Ryan Gosling'in ilk dönem filmlerinden olan Stay'deki normalin üzerine çıkan hüzünlü oyunu, filmin ilginç konusundan ve onun perdeye aktarılış biçiminden sonraki en büyük artısını oluşturmakta.


Final sekansını spoiler vermeden anlatmak biraz zor. Spoiler vermek ve almaktan hoşlanmam. Merak eden izlesin, anlamazsa spoiler veren bir yer mutlaka bulunur. Ama bu kadar yazdıktan sonra spoilersız bir şeyler söylemek gerek. Bu öyle bir final ki, tüm soruları cevapladığı gibi, cevaplanmadığını hissettiklerimizi de ikinci, belki de üçüncü izleyişte cevaplayacakmış gibi duran, karmakarışık eden, donduran bir son. O malum ihtimallerden birini, finale bu kadar planlı programlı, bu kadar kurnazlıkla (aslında kurnazlık yaptığı da söylenemez) taşıyan filmlerin hepsi şu an birer klasik. Stay’in klasikleşmesi kimi sebeplerden zor gözükse de, benim nazarımda, onunla gözgöze geldiğim vakit, zamanında beni bir filme inanmama uçurumundan kurtaran eski bir dostu hatırlayacağım.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Face/Off (1997)


Yönetmen: John Woo
Oyuncular: John Travolta, Nicolas Cage, Joan Allen, Alessandro Nivola, Gina Gershon, Dominique Swain, Nick Cassavetes, Colm Feore
Senaryo: Mike Werb, Michael Colleary
Müzik: John Powell

Aksiyon üstadı John Woo ile Face/Off öncesi tek tanışıklığım, VHS döneminde olmuştu. The Killer, Hard Boiled gibi nice eskidikçe değerlenen ve belirli bir kitleye hitab eden filmleri John Woo isminde birinin yönetmiş olmasıyla hiç alakalı değildim. O zamanlar ismini akılda tutmakta dahi zorlandığım Chow Yun Fat’ın karizması yeterliydi. Hoş, akılda tutmak gibi bir gayret de yoktu. Ne zaman ki Tarantino keşfedildikten ve bir fenomene dönüştükten sonra, onun video arşivinin vazgeçilmez parçalarını Woo filmlerinin oluşturduğunu öğrenmek açıkçası promosyon etkisi yaptı. Zaten bu aralar üzerinde Tarantino yazan her şey iyi ciro yapmakta. Akabinde gerçekleşen Hollywood transferi ve stil yaratan aksiyon teknikleriyle bezeli filmlerle olay geldi Face/Off’a dayandı. Woo’nun satırbaşı filmlerini izlemiş olanlar için Face/Off pek çok tanıdık sahne içermekte. Gina ve Castor’un küçük Adam’ı kulağındaki walkman ile polis baskınından ağır çekim eşliğinde kurtardıkları nefis bölüm, iyi ve kötünün birbirlerinin suratına dayadıkları tabancalar, barış timsali güvercinler, ağırçekimle çift tabancalı yürüyüşler ve daha sürüyle ayrıntı, günümüzde bile cepten yenen malzemeler.

John Woo aksiyonları yalnız Tarantino’ya değil, Tony Scott’a, Wachowski biraderlere, Chemical biraderlere, James Wan’a, son zamanların James Bond’una, Cem Yılmaz’a ve yeni yetme aksiyonculara ilham kaynağı olmuştur. Van Damme’lı Hard Target ve Travolta/Slater’lı Broken Arrow’dan sonraki Face/Off, yine John Travolta ile Nicholas Cage gibi iki jönün başı çektiği, hasılatın altından girip üstünden çıkan, kendi formüllerine sahip, ama her zamanki gibi Amerika’nın yeniden keşfettiği zımba gibi bir filmdi. Travolta’nın filmde Castor Troy olarak söylediği gibi, iyi ve kötünün sonsuz savaşının işlendiği milyarlarca filmden biri olması, kuşbakışı bakıldığında filmi klişe gösterebilir. Çoğu yönden öyle zaten. Ancak filmin içerdiği dramatik tat ve fantastik, sıra dışı konusunun sağladığı iyi-kötüye felsefi bakışı Face/Off’u diğer benzerlerinden oldukça ayırıyor. Bununla da kalmıyor. Tıbbi bir fanteziyi gerçekleştirmesinin yanında pedagojik (Castor’un, Sean’ın kızına kendini savunsun diye kelebek tabir edilen bıçağı kullanmayı öğretiş biçimi mesela!), dinsel, astrolojik ve hatta mitolojik okumalara da sahip. Önce sözü Mitoloji servisimize bırakalım:


Yunan mitolojisinde, tanrılar tanrısı Zeus ile Truvalı Helen’in annesi olan Sparta kraliçesi Leda’nın ikiz çocukları olan Castor ve Pollux, Truva savaşında omuz omuza çarpışmışlardır. (Filmde Castor’u Nicholas Cage, Pollux’u Alessandro Nivola oynuyor.) Fakat filmin aksine Pollux güçlü kardeş iken, zayıf olan Castor’dur. Savaşta Castor ölünce Pollux, babası Zeus’a “hani biz ölümsüzdük, ben kardeşimi isterim “ diye yalvarıyor. Aynı yalvarışı Jüpiter’e de yapınca iki kardeş gökyüzünde İkizler Takımyıldızları yapılarak onurlandırılıyor. Esasen Travolta’nın canlandırdığı Sean Archer’ın Archer’ı, Sagittarius The Archer, yani Yay savaşçısı (veya Okçu), Zodiac’ta bulunan takımyıldızlardan biri olup, Gemini ile tamamen zıt bir durumdadır. Gemini ise Castor ve Pollux’un başı çektiği takımyıldızının adıdır. Yani namı diğer İkizler Burcu. Archer’ın neden Castor ve Pollux ile anlaşamadığı da anlaşılıyor böylece. Süper! Bunun yanında, kilise sahnesinde, Sean kılığındaki Castor’un İsa taklidiyle iyi ile kötünün kilisede hesap saatinin geldiğine dikkat çekmesi, devamındaki takip sahnesinde Castor’un kötülük simgesi kırmızı, Sean’ın iyilik sembolü beyaz deniz motorlarını seçmesi onlar için tesadüf, Woo için değil. Sean’ın karısı rolündeki Joan Allen’in adının Eve (Havva), Castor’un sevgilisi Gina’dan olma oğlunun isminin Adam (Adem) olması da yorumlara ardına kadar açık.

Face/Off, mantıken değerlendirmesi hazımsızlık yapabilecek bir film. Zira filmde sadece yüz değil, neredeyse başlı başına bir vücut nakli yapılmış. Yoksa Travolta’nın o meşhur çenesini hangi cerrah ordusu Cage’e yapıştırabilir? Sean, Castor iken, Sean’ın göğsündeki ölen oğlunun hatırası olan yara izini filmin sonunda doktordan geri istemesi de bu mantıksal garipliğe bir örnek. Sanki geçici dövmesi silinmiş de geri istiyor. Ama bu gariplikleri silip, önyargısız izlenmesi gereken, gerçekten saygı duyulası bir film Face/Off.. Onu saçma bulan insanlardan soğuduğum bir filmdir aynı zamanda. Bize suratın önemini anlatır. Ya da suratsızlığın!.. Daha çok, iyi ve kötünün yer değiştirdiğinde sahip olduklarını değerlendiriş biçimlerini ve bu yer değiştirmenin avantaj-dezavantaj boyutlarını göstermeye çalışan gerilimli, aynı zamanda heyecanlandıran bir tecrübe olarak görmek gerek.


Felsefi boyuta hiç değinmedik. Can düşmanınızın bedeninde olduğunuzu düşünün. Bu bile yeter. Filmde aynaların oyununa geldiğimiz müthiş bir sahne var. Yüzleri yer değiştirmiş Castor ve Sean, çift taraflı bir aynanın iki yanında birbirlerini öldürmek için beklemektedirler. Kısa ve anlamlı bir konuşmanın ardından ikisi aynı anda dönüp ateş edecekken boy aynasında aslında kendilerine ait olmayan yüzleri görmeleri, hani şu sözün bittiği anlardan biridir. Mask’ta, dostumuz Rocky’nin komik aynaları ile birlikte bu sahne, benim aynalara duyduğum saygıyı sonsuz kılmıştır.

Travolta ve Cage’i hem iyi, hem kötü adam olarak bu kadar verimli kullanmış olan kaç film var? Ortasından izlemeye başlamış birine asla izah edemeyeceğimiz bu dilemmatik durum için seçilmiş oyuncular daha iyi olamazdı. Hele yapımcıların Sean Archer-Castor Troy rolleri için önce Arnold Schwarzenegger-Sylvester Stallone’u düşündüklerini öğrenince insanın yüz kasları şekilden şekle giriyor. Neyse ki projeye getirilen John Woo olaya el koymuş. Travolta-Cage ikilisinin yanına Joan Allen, Gina Gershon gibi iddiasız ama tam yerinde seçimler, filmin çapına uygun düşmekte. Aynı yapımcılar bu bayanların yerine kimleri düşünüyordu acaba? Fimde ayrıca Sasha’nın abisi kel insan irisi Dietrich rolüyle izlediğimiz full karizma Nick Cassavetes, The Notebook, John Q ve başrolünü Travolta ile Sean Penn’in oynadığı She's So Lovely’nin de genelde bağımsız takılan yönetmenidir.

John Woo’nun Hollywood macerasında Face/Off’un ve onun kadar olmasa da Mission Impossible II’nin haricinde (orada da değişen yüzler, görkemli ağırçekimler ve güvercinler vardı) dişe dokunur bir hadise olmadığı kanaatindeyim. Son dönemlerdeki Windtalkers ve Paycheck’in Woo filmleri olduğuna inanmak istemiyorum. Ama bu, onun bir sonraki hamlesi için her daim pusuda beklemek zorunluluğu hissettiğim güzel insanlardan biri olduğu gerçeğini asla değiştiremez.

22 Kasım 2011 Salı

The Guard (2011)


Yönetmen: John Michael McDonagh
Oyuncular: Brendan Gleeson, Don Cheadle, Liam Cunningham, Mark Strong, Fionnula Flanagan, David Wilmot, Rory Keenan, Katarina Cas, Pat Shortt, Sarah Greene, Michael Og Lane
Senaryo: John Michael McDonagh
Müzik: Calexico

2008 yılının en iyi filmlerinden, aynı zamanda bana göre tüm zamanların kara mizah sahibi suç filmleri arasındaki en iyilerden biri olan In Bruges, Martin McDonagh imzası taşıyordu. 2010 yapımı The Guard ise kardeşi John Michael McDonagh’nın yazıp yönettiği ilk uzun metraj. Kardeş McDonagh’nın harika bir ilk film olan In Bruges’ün izinden gittiği birçok yönden belirgin. Filmin gövdesine zarar getirmeyen, tam aksi o gövdeyi monoton klişelerden kurtaran yan senaryo tasarımları, gereksiz yere karmaşıklaşmaya çalışmayan olay örgüsü, baş karakterler arasında yaratılan kimya ve tabiî dengeleri bozmayan keyif verici bir kara mizah. Bu unsurların hepsi The Guard’da çeşitli şekillerde mevcut.

Ancak bu ortak yanlarına rağmen The Guard’ın bir In Bruges olamamasının en belirgin nedeni, In Bruges’deki suç matematiğinin karakterlere eşit oranlarda yansıyan dramatik ve mizahi izdüşümü üzerine derinlemesine nüfuz edilmemesi. Bu durum McDonagh’nın yeni bir In Bruges yaratma ihtirasına sahip olmamasına bağlanırsa ortada sorun kalmıyor. Yüklü miktarda bir uyuşturucu sevkiyatı, bu rota üzerinde işlenen birkaç cinayet, emniyet güçlerinin örtbas, yardım ve yataklık politikasına karşı duran İrlandalı polis memuru Boyle (Brendan Gleeson) ile Amerikan ajan Everett’in (Don Cheadle) idealizmi filmin konusunu oluşturuyor. Bu sıradan ve sürprizsiz görünen gidişatı renklendirmek için elinden geleni yapan, iyi oyuncuların da yardımıyla bunu başaran McDonagh senaryosu, her ne kadar aynı yolun yolcusu olsa da In Bruges kadar büyük oynamayı tercih etmemiş, kendi yağıyla kavrulmayı seçmiş bir duruşa sahip. Bu tercihler de filme hep olumlu katkılar sağlamakta.


Bazı senaryoların kafa karıştırmak için filme süslü bir veya birkaç cinayet eklediğini, bu cinayetler sayesinde katilin polise ya da halka türlü mesajlar iletmeye çalıştığını gördük. Fakat o süslü bir veya birkaç cinayeti tamamen amaçsız biçimde sadece kafa karıştırmak için eklediğini itiraf eden fazla senaryo yok sayılır. Yozlaşmışlıkla idealizmi bir arada götüren polis tiplemesi de her filmde bu kadar renkli işlenmez. Bu tip ufak ters köşe yöntemlerle, Boyle ve Everett’in tadını damaklarda bırakan atışmalarıyla, bazı klişelerle inceden kafa bulan beklenmedik sahneleriyle sevimli ve sıcak bir film olabilmek, yeni tanıştığımız McDonagh genleriyle alâkalı olabilir.

Brendan Gleeson ve Don Cheadle gibi birinci sınıf oyuncuların uyumuyla güçlenen The Guard, İrlandalı Boyle’un Amerikalı Everett’e verdiği politik ayarlarıyla, ailevi sohbetleriyle, suç ve suçluya bakışlarıyla farklı kimlik ve kişiliklerin yarattığı zıt kutupların çekimini hem senaryo bazında, hem de ikilinin oyunculuk becerilerinde yansıtabiliyor. Usta oyuncular Liam Cunningham, Mark Strong ve Fionnula Flanagan ile iyice şenlenen cast kurulumu, senaryonun onlara da gösterdiği özen sayesinde salt isim yapmış oyunculuk duruşu sağlamıyor, kısa da olsa boyutlu kimlikler yaratıyor. Boyle’un küçük muhbiri Eugene rolünde karikatür gibi bir Michael Og Lane’i de herkese tanıtıyor. Cast sorumlusu olan Jina Jay’in elinin değdiği filmler arasında In Bruges, Intermission, Shaun Of The Dead, Atonement, Munich, Layer Cake, Hanna, Body Of Lies ve dahasını saymak fikir verebilir. Ayrıca Arizonalı folk rock grubu Calexico’nun kattığı western ambiyansını da es geçmek olmaz.


The Guard bazı seyircilere eksiklikler hissettirebilecek mütevazi yapısına rağmen, In Bruges gibi bir filmle karşılaştırıldığı vakit hem kusurlarını, hem de değerini belli eden bir film. Henüz ilk filmleriyle adlarından övgüyle söz ettiren McDonagh biraderlerin getirdiği heyecan şimdilik kendini yüksek boyutlarda göstermemekte. Ama böyle giderse büyük stüdyolar tarafından keşfedilmeleri kaçınılmaz. Zaten Martin McDonagh müthiş bir oyuncu kadrosuna sahip İngiliz-Amerikan ortak yapımı Seven Psychopaths ile geri sayıma girdi bile. McDonagh’ların beraber çalışmak yerine iki koldan sinema dünyasına girmeleri, gösterdikleri birbirine benzer senaryo ve yönetmenlik performansları yüzünden hiç şikâyet edilecek bir durum değil. Bundan böyle takip edilecek bir değil iki McDonagh olması benim gibi suç yapımları müptelâları için nimet sayılır.

17 Kasım 2011 Perşembe

Anjos do Sol (2006)


Yönetmen: Rudi Lagemann
Oyuncular: Fernanda Carvalho, Antonio Calloni, Otávio Augusto, Darlene Glória, Vera Holtz, Chico Díaz, Bianca Comparato
Senaryo: Rudi Lagemann
Müzik: Nervoso, Felipe Radicetti, Flávio Santos

Yine Brezilya, yine acı ve keder.. Küçük yaştaki kız çocukların nasıl fuhuş sektörüne köle edildiğini çok çarpıcı bir dille anlatan bir film. Ailesi tarafından acımasızca fuhuş simsarlarına satılan 12 yaşındaki Maria'nın yürek yakan öyküsünü izlemek zordu gerçekten. Natalie Portman'ın Leon'daki performansına benzer bir his uyandırması da mümkün küçük Fernanda Carvalho'nun filmden sonra psikolojik tedavi görmüş olması da muhtemel. Brezilya'da her yıl binlerce çocuğun cinsel istismara uğradığını dünyaya duyurma misyonu da başarılı biçimde yerine getirilmiş. Acı ama gerçek filmlere yüreği elverenler mutlaka görmeli.

Zaten bu acı gerçekleri tüm doğallığıyla sinemaya uyarlama başarısı Brezilya sinemasının karakteristik özelliği. Filmin çekilmesine ön ayak olan Brezilya insan hakları derneği ve çocuk esirgeme kurumu benzeri kurumlar, Brezilya’nın bu utanç tablosunun cesurca filmleştirmesi ile, dikkat çekmenin en etkili yollarından biri olan rahatsız etme yöntemine destek çıkmışlar. Bu çok önemli bir girişim. Hele de bizim o kurum kurum kurumuş benzer kurumlarımızın faaliyetlerini (!) düşündükçe bazı kurumların yol yakınken bataklık misali kurutulması gerekliliğine uyanıyor insan. Her türlü suç unsurunun günlük yaşamın bir parçası haline geldiği karnavallar, salsa ve futbol cenneti Brezilya’nın insanlıkla imtihanına bir tanıklık fırsatı daha Anjos do solTürkiye-Brezilya dünya kupası maçının küçük Maria için önemini de dikkat çekelim bu arada.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Loft (2008)


Yönetmen: Erik Van Looy
Oyuncular: Koen De Bouw, Filip Peeters, Matthias Schoenaerts, Bruno Vanden Broucke, Koen De Graeve, Veerle Baetens, Tine Reymer, An Miller, Charlotte Vandermeersch
Senaryo: Bart De Pauw
Müzik: Wolfram de Marco

Güvenilir bir psikiyatr olan Chris, karizmatik ve gizemli mimar Vincent, sağı solu belli olmayan tehlikeli Filip, sesi soluğu çıkmayan Luc ve parti kuşu Marnix çok sıkı beş arkadaştır. Metreslerini Vincent'ın tasarladığı çatı katına getiren bu beş adam arasında gizli bir anlaşma vardır. Ama burada genç bir kadının cesedini bulmalarıyla beraber şüphe içinde birbirlerini suçlamaya başlarlar. Kadının katili bu beş kişiden biridir. Çünkü evin yalnızca beş anahtarı vardır.

Bart De Pauw senaryosuyla Erik Van Looy’un yönettiği, Belçika tarihinin en çok izlenen filmi ünvanını kazanan Loft, iyi oyunculukları, sık sık yakaladığı neo-noir atmosferi ve sürprizli kırılma noktalarıyla sürükleyici bir gerilim dram. Başarılı bir “katil kim” filmi olması yanında aldatma ve boşanma olgularını bu cinayet yapımlarının formatına uydurma gayreti içinde de denebilir. Üst sınıfa mensup beş adamın eşlerini aldatmak için kullandıkları çatı katının metreslerden birine mezar olmasının ardından sadece kendi aralarındaki katili bulma çabalarını değil, o çatı katını kullanma gerekçelerini de sorgulamaya başlamalarını izliyoruz. Bu durum filmin sözel cazibesini arttırdığı gibi, yapılan geri dönüşlerin sağladığı hızlı kurguyla tansiyonu gittikçe yükselen gerilim sazı elden bırakılmıyor.


Şehirli eşler arasındaki uyumsuzluk, geçimsizlik, ekonomik üstünlük, bunun yanında kaçamaklar, karşılıksız aşk, evlilik, boşanma gibi meseleler farklı biçimlerde bir şekilde senaryoya iliştirilmeye çalışılmış. Modern toplumlarda bile kadınların horlandığı, ezildiği, kullanıldığı, aldatıldığı gerçeğinden hareketle erkek egemen bir film ile yapılan vicdan muhasebesinin yeterliliği tartışılır. İşin “eden bulur” kısmıyla bir miktar ilgilense de, aldatma olayının “sadece bir kerelik” sözde masumiyetini kanıksatma refleksi mevcut. Bu bağlamda testosteron salgılayan böyle bir filmde feminizmin izi de sürülebilir rahatlıkla.

Loft ile ilgili en ilginç nokta ise filmin üzerinden henüz iki yıl geçmesine rağmen bu defa Antoinette Beumer yönetiminde Hollanda yapımı yeniden çekiminin gösterime girmesi. Üstelik Erik Van Looy, 2012’de kendi yönettiği ilk filmin Hollywood versiyonunu çekmek için post prodüksyonla meşgul. Ortada iyi bir konu, o konuyu zaman zaman fazla elit olmakla birlikte çok da abartılmayacak biçimde işlemiş bir yönetim anlayışı ve sürükleyici bir gidişat var. Ama yine de özgün olmayan, sürükleyici bir cinayet romanından hallice böyle bir konuyu mal bulmuş mağribi gibi sömürmek, bu sömürme işlemini de beş senede tam üç kez aynı filmi izletmek isteyecek derecede abartmak son derece saçma. Filmin haklarını satın alan Hollywood sayesinde Erik Van Looy’un Amerika’ya transfer olan Avrupalı yönetmenler kervanına bilet alma şansını kaçırmak istemediği aşikâr. Fakat bu remake çılgınlığı öyle aldı yürüdü ki, Michael Haneke (Funny Games U.S.), Werner Herzog (Bad Lieutenant), David Fincher (The Girl With The Dragon Tattoo), Spike Lee (Oldboy) gibi yönetmenler bile tembel Amerikan seyircisinin gönlünü hoş tutmak gibi aptalca bir amaç uğruna (tabiî başka amaçlar da sözkonusu olabilir) yeniden çekimler yaparlarken, Erik Van Looy’u eleştirmek saçma kaçıyor.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Submarino (2010)


Yönetmen: Thomas Vinterberg
Oyuncular: Jakob Cedergren, Peter Plaugborg, Patricia Schumann, Morten Rose, Helene Reingaard Neumann, Sebastian Bull Sarning, Gustav Fischer Kjærulff, Mads Broe Andersen
Senaryo: Jonas T. Bengtsson, Tobias Lindholm, Thomas Vinterberg
Müzik: Kristian Eidnes Andersen

Nick ile küçük kardeşi, alkolik ve sorumsuz anneleriyle sefil bir hayat sürmektedirler. Çocukluklarında yaşadıkları bir trajediden sonra nasıl, ne şekilde koptuklarını göremeden iki kardeşin ortayaşlarını izlemeye başlarız. Nick bir kavga sonrası aldığı cezanın ardından hapisten yeni çıkmıştır. Tek başına, yurt tipi odalardan oluşan bir binada sürekli içerek yaşamaktadır. Komşusu Sophie ile cinsel, uzun zaman sonra karşılaştığı eski arkadaşı Ivan ile kimyası bozuk bir ilişki yaşamaktadır. Ivan şimdi yarım akıllı bir evsizdir ve aynı zamanda Nick’in hayatının aşkı Ana’nın ağabeyidir. Ana evlenmiş, bir de çocuk doğurmuştur. Öte yandan filmde adıyla anılmayan Nick’in kardeşi ise karısını bir kazada kaybetmiş, oğlu Martin ile birlikte yaşayan uyuşturucu bağımlısı bir adam olmuştur. Annelerinin ölüm haberini alan iki kardeş yıllar sonra cenazede birbirleriyle karşılaşırlar. Çocukluklarındaki sefaleti farklı şekillerde de olsa hâlâ yaşamaya devam eden kardeşlerin trajedisi, yetişkinliklerinde de sürecektir.


Jonas T. Bengtsson romanından Tobias Lindholm ve Thomas Vinterberg’in senaryolaştırdığı, özellikle 2005 yapımı Dear Wendy ile çok beğendiğim Vinterberg’in yönettiği Submarino, Semih Kaplanoğlu’nun Bal ile Altın Ayı kazandığı Berlin Uluslararası Film Festivali’nin aday filmlerindendi. Danimarka Film Akademisi Danske Filmskole’a bugüne kadar kabul edilmiş en genç öğrenci (19 yaşındayken) ünvanını koruyan Thomas Vinterberg, Dogme95 akımının en hararetli zamanlarında Lars von Trier gibi pek çok yönetmenle eğitimini pekiştirmiş bir yönetmen. Buna rağmen ilk önemli çıkışını aralarında ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi çeşitli ülkelerin yer aldığı yapım ekibinin desteğiyle çekmesi, onun hakkında tam mânâsıyla bir fikir edinmemi engellemişti diye düşünüyordum.

2007’de çektiği En mand kommer hjem’i ise, genel olarak İskandinav komedilerine olan soğukluğum nedeniyle izlememiştim. Ancak Danimarka-İsveç ortak yapımı Submarino’nun türlü beslenme kaynaklarına ve İskandinav ortak sinema dilinin taşıdığı benzerlikleri barındıran sert dramatik yapısına karşın, tümüyle Vinterberg’in kendine ait bir film olduğunu düşündüm. Konu itibariyle cenazede buluşan birbirinden kopuk aile fertlerinin geçmişleriyle yüzleşmelerinden oluşan alışıldık bir dram beklentisi olabilir. Ancak Submarino’da bu cenaze, sadece çocukken çok kötü bir deneyimi paylaşmış ve bunun sonucunda kendilerini suçlamaktan normal hayata tutunamamış iki kardeşin karşılaştıkları bir yer olmaktan başka bir anlam taşımıyor. Hikâyenin odaklandığı esas mesele, kardeşlerin bu olay sonrası kendilerine çizdikleri ya da zor şartların onları çizmeye zorladığı ayrı yolların nasıl engellerle dolu olduğu.


Bu engelli yolların yürünmesi sırasında bireye ait türlü zor yaşam şartlarının, çocukluktan kalma travma ve suçluluk duygularını istemeyerek de olsa yetişkinliklerine taşımış iki adam üzerindeki baskısı zedeleyici oluyor. Nick üzerindeki baskı, onun güçlü yapısı sayesinde daha içsel şekillerde belirirken, kardeşinin dramı çok daha yıkıcı etkilere sahip. Nick’in hapisten çıktıktan sonra izlemeye başladığımız hikâyesi bir süre sonra kardeşinin hikâyesiyle birleşiyor. Bu ikinci hikâyenin ilki ile birleşmesinden önce bir miktar geriye gittiğinin de farklı açılardan tekrar izlediğimiz bazı ayrıntılar sayesinde anlaşılması başarılı bir kurgu tekniği olarak ortaya çıkarken, bu durumu fazla sulandırmadan ve kafaları karıştırmadan yoluna devam ediyor film. Diğer kardeşin bir baba ve uyuşturucu müptelası arasında gidip gelen psikolojik durumu da Nick’in hikâyesiyle hemen hemen aynı ruh hâli, ama biraz daha gergin ve dramatik bir tonla ele alan Vinterberg, son bir kesişme noktasıyla ve çok mânalı bir finalle Submarino’yu noktalıyor. Jakob Cedergren’in sert ve karizmatik sakinliği, Peter Plaugborg’un gergin ve naif zayıflığıyla çok iyi dengelenmekte. Bu durum da filmi zaten bulunduğu üst noktadan biraz daha yukarılara taşımakta.

7 Kasım 2011 Pazartesi

A nyomozó (2008)


Yönetmen: Attila Galambos
Oyuncular: Zsolt Anger, Judit Rezes, Pálma Pusztai, András Márton Baló, Péter Blaskó, Csaba Czene, Andrea Spolarics, István Juhász, Éva Kerekes, Zoltán Tamási, József Tóth, Zsolt Zágoni, Ilona Kassai
Senaryo: Attila Galambos
Müzik: László Melis

Tibor Malkáv, tedavisi oldukça pahalı bir hastalığa yakalanan annesini iyileştirme derdinde sıradan bir patologdur. Sonra bir gün bir yabancı çıkagelip başka bir yabancıyı öldürmesi için ona para teklif eder. Annesini kurtarmak adına parayı kabul eder ve karşılığını verir. Ama sonra eline bir mektup geçer. Mektubu kurbanı yazmıştır. Bu kişi ona bir yabancıdan çok daha yakındır. Böylece tek seferlik kiralık katil Tibor, kurbanının kim olduğunu araştırmaya başlar.

A nyomozó, sakin anlatımını gizemli bir suç örgüsüyle bütünleştirmiş çok şık bir film. Başlangıçta filmi sürüklemesi gereken Tibor karakterinin fazlasıyla mekanik, hatta ruhsuz duruşuyla Avrupalı bir Coen anti-kahramanı izlenimi veren görüntüsü adım adım bu ruhsuzluğa anlam kazandıran, kendini o ruhsuzluk içinde var eden, aslında farklı bir ruh sahibi olduğunu gösteren bir ustalıkla ele alınıyor. Konusu itibariyle de şüphelileri ve onların gerekçeleri ile bilinen cinayet şablonunun ezberini bozmaya oynuyor. Zira cinayeti işleyenin filmin baş karakteri Tibor olması nedeniyle bu defa kayıp bir katili değil, cinayeti ustaca kurgulamış olan azmettiriciyi bulmamız gerekiyor.


Tibor’un annesini tedavi ettirme dürtüsüyle karıştığı gizemli cinayeti profesyonel bir kiralık katil gibi işlemesinin ardından oluşan kafa karışıklığı giderek yerini daha kabul edilebilir bir seyre bırakıyor. Çünkü soğukkanlı, duygusuz (ya da duygularını göstermemekte son derece usta) ve dümdüz bir kişilik olan Tibor’un mesleği gereği ölüm ve ölülerle olan yakın ilişkisinin sağladığı destekle çok pratik, aynı zamanda seyirciyi de güvende hissettirecek müthiş bir zekâya sahip olduğunu anlıyoruz. İş sadece sebebini bilmeden, maktülünü tanımadan katil olmasının ardındaki gerçekleri merak etmesine kalıyor. Orada da devreye öldürdüğü adamın kendisine önceden yazdığı mektup girince Tibor’un macerası başlıyor. Çoğu dedektifin aklına gelmeyebilecek kurnazlıklar ve cesur hamlelerle kendi işlediği cinayeti aydınlatma peşine düşüyor.

Sırf bu durum bile birçok senariste ilham verebilir. Macar yönetmen/senarist/oyuncu Attila Galambos’a verdiği ilhamın yine kendisi tarafından hayata geçirilişi, Tibor gibi benzerine az rastlanır bir kişiliğin yardımıyla farklı bir Agatha Christie dokusu taşımıyor değil. Ama bu dokuya Avrupalı kimliğini koruyarak ve üzerine kara film deneyimi de katarak ilerliyor. Tibor’un etrafında şekillenen karakter çeşitliliği, hemen her “katil kim” filminde (gerçi buradaki arayış “plânlayıcı kim”e dönüşmüş durumda) olduğu gibi hedef şaşırtmayı amaçlamış olsa da, senaryonun bu çeşitliliğe verdiği değer kendini belli ediyor. Özellikle kendi kurmacası içinde bir başka kurgu daha barındırdığı iddiasını öne sürmekten geri durmuyor. Tibor’un kürsüde yer aldığı, filmin tüm kadrosunun katıldığı ve filmdeki konumlarını amfi düzeninde tartıştıkları sahnenin yaratıcılığı, bu kurgusallığı bir senaryo atölyesi ciddiyetine konu edilecek denli tartışmaya değer, tabiî aynı zamanda mizahi bir düzleme taşıyor.


Tüm olumlu yönlerine rağmen A nyomozó’nun en önemli unsuru hiç kuşkusuz Tibor. Birçok yönden filmin kendisinin olduğu kadar Tibor’un da sahip olduğu cinayet romanı kahramanının gizemli edebî yönü filme de yansımış denebilir. Bunun yanında roman anlatıcısının onun hakkında söyleyebileceği kişilik özelliklerini bizzat kendisinin dile getiriyor olmasının da orijinal bir yanı var. Mesela alımlı ve sevimli kız arkadaşı Edit ile fiziksel yakınlaşmadan kaçınmasını “ben öyle şeyler bilmem” şeklinde açıklaması, yapılan espriler karşısında “benim espri anlayışım pek yoktur” demesi gibi tepkileri (veya tepkisizliklerin) böyle bir karakteri ironik biçimde sempatik kılması da önemli bir başarı. İçine düştüğü kriminal durumun türlü kişilik zaaflarını da beraberinde getirmesi beklenirken, soğukkanlılığını ve zekâsını muhafaza eden, insanlara doğru sorular sorarak, insanlara doğru yerlerde yalan söyleyerek şüphelileri sıkıştırmayı ya da sıkıştığı yerden kurtulmayı beceren Tibor’un tasarım ve uygulanışı çok başarılı. Sıradan bir adamın sıra dışılığı, bu her iki ucun da hakkını veren sahnelerle pekiştiriliyor.

Yine başlangıçta Zsolt Anger’ın iki önemli ödül kazandığı Tibor karakterini canlandırırken benimsediği minimalliğin aslında tam da bu filmin ihtiyacı olduğu hissediliyor. Ama özellikle Tibor’un kendisine doğrultulmuş bir silahı iki saniyede sahibine iade edişinin hemen öncesinde, silah sahibine olduğu kadar seyirciye de oynadığı kısacık karakter yükselişi kandırmacası, sonra tekrar saniyesinde Tibor normalliğine döndüğü sahne olağanüstü. Sanki aktör bile değilmiş izlenimi veren Zsolt Anger’ın yanında filmde neredeyse hiç kötü oyuncu olmaması da bu artılara eklenince Attila Galambos’un filmi mutlaka izlenmesi gereken küçük suç filmleri arasında yerini gururla alıyor.

3 Kasım 2011 Perşembe

Scott Pilgrim vs. The World (2010)


Yönetmen: Edgar Wright
Oyuncular: Michael Cera, Mary Elizabeth Winstead, Alison Pill, Mark Webber, Kieran Culkin, Ellen Wong, Anna Kendrick, Chris Evans, Brie Larson, Brandon Routh, Jason Schwartzman, Aubrey Plaza, Johnny Simmons, Mae Whitman
Senaryo: Michael Bacall, Edgar Wright, Bryan Lee O'Malley
Müzik: Nigel Godrich

Edgar Wright'ın Shaun Of The Dead ve Hot Fuzz'daki absürd anlatımından rahatsızlık duymayanlar, tam tersi çok beğenenler Bryan Lee O'Malley'nin grafik uyarlaması Scott Pilgrim vs. The World'den de zevk alacaklardır. Böyle klişe bir cümleyle başlamak gerekiyor çünkü elma ile armudu birbirine karıştırmak çoğu zaman Scott Pilgrim vs. The World gibi filmlerin, özellikle de Edgar Wright gibi yönetmenlerin hakkının yenmesine yol açıyor. Scott Pilgrim vs. The World'ü sırf Wright çizgisindeki filmlerle kıyasladığı halde beğenmeyenler varsa da bunun sebebinin onun bu filmde birçok yönden budanmış "İngilizliği" olduğunu düşünüyorum. Zira aksan, oyunculuk, indie hayat tarzı, atmosfer yönünden full Amerikan bir yorum var karşımızda. Bundan rahatsız olmamak için ise Juno, Nick and Norah's Infinite Playlist gibi son dönem bağımsız gençlik romantik komedilerden keyif almış olmak gerekebilir. Tabiî Scott Pilgrim vs. The World, bu filmlere göre çok fazla uçarı ve fantastik öğelerle süslü. Dinamik kurgusu, renkli anlatımı, hoş göndermeleri, sıkı müzikleri ve indie zekâsıyla palazlanmış ilginç sahneleriyle çok zevkli anlar barındırıyor.

Sex Bob-Omb grubunda bas gitar çalan Scott Pilgrim’in (Michael Cera) süper gizemli Ramona Flowers (Mary Elizabeth Winstead) ile karşılaşması ve onunla çıkmak istemesinden yola çıkan film, Ramona’nın geçmişinde kapanması gereken büyük hesaplar yüzünden kabak çiçeği gibi açılan bir ritme kapılıp gidiyor. Scott’ın Ramona ile sevgili olabilmesi için onun 7 eski sevgilisiyle kavga edip yenmek zorunda olması filme yeni level’lar ekledikçe, arcade nostaljisinin çocuksu veya ergensi coşkusunu modern bir anlatımla buluşturan tasarım, filmin hak ettiği ilgiyi dinç tutuyor. Oyun, pembe dizi, sit-com, çizgi roman göndermeleri, müzikal performans ve dövüş sahneleri, kavga efekti baloncukları, görsel-işitsel efektler ile bir şenlik havasında ilerlerken, eski sevgili olgusunun gölgesinde Scott-Ramona ilişkisini de sevimli bir romantizmle bu şenliğin hücrelerine sıkıştırabiliyor. Homofobiden uzak gay bakışıyla ve müzik sayesinde sosyalleşmiş, kendi alt kültürünü daha da zenginleştirmiş Amerikan geek imajıyla tüm uçarılığına rağmen duygusal zekâsına sahip çıkan bir hava yaratıyor.


Yerli yerine oturmuş genç kadrosu, “7 Kocalı Hürmüz” Ramona’nın 7 belâlısı ve Scott’ın Kim, Knives, ve Envy Adams’dan oluşan eski sevgili geçmişiyle filmin sevimliliğini kat kat arttırıyor. Scott’ın geveze kızkardeşi Stacey, ev arkadaşı Wallace, sürpriz Vegan polisleri ve diğer yan karakterler, filmin başka sürprizlere gebe delişmen anlatımıyla birleştiğinde alternatif gençlik filmleri kulvarının (ister uyarlama, ister özgün senaryolar olsun) ne kadar zengin bir maden olduğu daha iyi anlaşılıyor. Başroller dahil olmak üzere karakterlerde derinlik aranmaması, fakat bu durumun filmin kredisini eksiltmemesi de bir başka ayrıntı. Bir Edgar Wright filmi olması, onu Shaun Of The Dead veya Hot Fuzz yapmıyor belki. Ama bu haliyle çeşitli referanslarından ötürü filmin ışığını yakalayanlar için hem farklı, hem de benzer tatlar aldırabilecek bir film haline geliyor. Çizgi roman serisini okuyup bilenlerin alacağı zevkle, Scott Pilgrim’i ilk kez bu film sayesinde tanıyanlar arasında nasıl bir beğeni farklılığı yaratacağını bilemiyorum. İlk kez Edgar Wright sayesinde tanıdığım Scott Pilgrim ve arkadaşlarını (ve rakiplerini) sanki uzun zamandır tanıyormuş gibi hissettim ki, bence filmin en önemli başarısı buydu.


Alternatif gençlik filmlerinin en popüler yüzlerinden biri haline gelen Michael Cera, kendisine sunulan rollerin uygunluğuyla sivrilen bir oyuncu. Aslında oyuncu bile diyesim gelmiyor. Daha çok bir duruş. Bu duruş, onu iyi bir oyuncu ya da komedyen yapmaya yetmiyor. Fakat bu filmlerde iyi bir oyuncu olma gerekliliğinden ziyade bir duruş arandığı için, oyuncuya uygun bir rol canlandırılan karakterin de yükünü hafifletiyor. Juno, Norah, Ramona gibi indie prenseslerin karşısına konan Amerikan geek figürü olarak, bir romantik komedi jönü sınıfına konmak için çok sıradan bir tipe, ses tonuna ve oyunculuğa sahip Michael Cera. Bu özellikleri sayesinde epik bir masal kahramanı olmadığının farkındaki genç izleyici kitlesiyle özdeşleşmesi çok daha kolay.

Bu normallik, onun karşısındaki oyuncuları parlattığı gibi, filmin selameti açısından da olumlu etkiler sağlıyor. Bir grubu olan ve bas gitar çalan, iyi dövüşen, sosyalleşme sorunu yaşamayan, kızlarla arası iyi çizgi kahraman Scott Pilgrim’de bu normallik sadece fiziki boyutlarda kalıyor olabilir. Zaten tutup orada Justin’lerden herhangi birini oynatırsanız bu normalliğin kabul görmesi hayli zorlaşır. Çünkü hitap ettiği düşünülen veya düşünülmeyen yaş aralıklarındaki seyircinin Harry Potter’da, Scott Pilgrim’de, The Big Bang Theory dörtlüsünde, Oscar adayı olan (artık nasıl olduysa) Jesse Eisenberg’de kendilerini görmeleri ya da görmek istemelerinin önünde fazla engel yoktur.

30 Ekim 2011 Pazar

In The Bedroom (2001)


Yönetmen: Todd Field
Oyuncular: Tom Wilkinson, Sissy Spacek, Marisa Tomei, Nick Stahl, William Mapother, William Wise, Celia Weston
Senaryo: Robert Festinger, Todd Field, Andre Dubus
Müzik: Thomas Newman

Küçük bir balıkçı kasabasında doktorluk yapan Matt (Tom Wilkinson) ve okul korosunu çalıştıran karısı Ruth'un (Sissy Spacek) üniversite öğrencisi oğulları Frank (Nick Stahl) ile birlikte sürdürdükleri mutlu bir yaşamları vardır. Frank kasabada yaşayan iki çocuklu, dul Natalie (Marisa Tomei) ile aşk yaşamaya başlar. Önceleri bunun geçici bir heves olduğunu düşünen Matt ve Ruth, oğullarının Natalie yüzünden okulunu bırakma kararı alması üzerine Frank'i engellemeye çalışırlar. Ancak Frank bu konudaki kararını değiştirmemekte ısrarlıdır. Natalie'nin sorunlu biçimde ayrıldığı eski kocası Richard, Frank'i kendi evinde Natalie'yle birlikte bulduğunda öfkelenip saldırganlaşır ve Frank'i yaralar.

Oyunculuk kariyeriyle yazar ve yönetmenlik kariyerini bir arada götüren Todd Field, yönetmen olarak ilk ses getiren çıkışını yaptığı In The Bedroom ile 2002 Oscar’larında En İyi Film ve Senaryo başta olmak üzere, üç önemli oyuncu ödülüne de aday olmuştu. Yetişkin bir evlada sahip Fowler çiftinin mutlu yaşantısı, trajik bir kırılma noktasıyla yerle bir olunca yaşananların gerilimi yükseltmesi, üstelik filmin bu gerilimi genel anlamda sakin bir kalıp içinde ele alması tam bir anlatım başarısı taşımakta. Bir yanıyla naif bir aile dramı gibi ilerlerken, bir yanıyla da kabına sığmaz intikam duygusunu bir kaba koyma ihtiyacının yarattığı ikilemleri seyirciye geçirmekte zorlanmıyor.


In The Bedroom, görünenin ötesine geçmeden kötülük ve onun ne şekilde cezalandırılması gereğine kafa yoruyor. Bu suç ve ceza pratiğine bakışında vardığı illegal sonuçlar, kişiyi bir dişe diş basitliğinden öteye, vicdan ve adalet duygusunun kendine has yasalarına sahip olma zorunluluğuna kadar götürebiliyor. Belki de kağıt üzerinde hiç yasalaşmayacak bu kendine has yasaların doğa kanunlarına olan yakınlığı, bir balık tuzağı olan “bedroom”un işleyişinin filmin adalet anlayışına ilham vermesini anlamlı kılıyor. Evlat acısı gibi insanlar için dayanılmaz trajedileri belki de hergün yaşayan doğanın tepkisizliğini, huzuru bulmak adına o doğanın kurallarıyla oynamaya karar veren insanoğlunun tepkisiyle iç içe geçirmeyi başarmış filmlerden birisi In The Bedroom. Doğanın kontrol edilemez ama tuzakların kontrol edilebilirliğinin farkındaki insanın, her şeyi kontrol altında tutma isteği de öne çıkıyor filmde. Aşırı kontrolcü ebeveyn davranışlarının ileride çocuğun vereceği hayati kararlara ve sorumluluk bilincine vereceği hasarları da satırları arasına ekliyor.

Filmin Oscar adayı da olan üç oyuncusu Tom Wilkinson, Sissy Spacek ve Marisa Tomei, ölçülü olduğu kadar dizginlenmesi güç karakter plânlarını başarıyla uyguluyorlar. Özellikle Wilkinson ve Spacek’in karşılıklı sahneleri oyunculuğa yeni başlayanlar için olduğu kadar, performans sanatına değer veren seyirciler için de müthiş anlar. Hiç konuşmadıkları ya da birbirlerine bağırdıkları anlarda bile aynı etkiye sahipler. Böyle oyuncularla çalışmak sadece Todd Field’a değil, olabilecek en usta yönetmene bile büyük kolaylıklar sağlar. Ama In The Bedroom’dan sonra 2006’da Little Children ile de Oscar’a ve daha birçok ödüle aday olması, oyunculuk kariyeri daha baskın olan Todd Field’ı güvenilir yönetmenler statüsüne taşıdı.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Until The Light Takes Us (2008)


Yönetmenler: Aaron Aites, Audrey Ewell

Aaron Aites ve Audrey Ewell ikilisinin iki yıl boyunca Norveç’te ikâmet ederek çektikleri Until The Light Takes Us, Norveç Black Metal sahnesinin kilit isimleri etrafında şekillendirilen etkileyici bir belgesel. Burzum ve Mayhem gibi iki gruba öncülük etmiş Varg "Count Grishnackh" Vikernes ile, Darkthrone grubunun lideri Gylve "Fenriz" Nagell’a yoğunlaşan film, sadece bu ayrıksı müziğin değil, onun sosyal ve kültürel etkilerinden ve tuhaf biçimde giderek popülerleşmesinden bahsediyor. Black Metal’in kuruluş ve gelişim aşamasında çok etkin rol oynamış ve halen yaşayan bu iki ismin yanında, artık birer alt kültür efsanesi olmuş başka ilginç figürlerin ürkütücü hikâyelerini de ayrıntılarıyla öğrenme fırsatı sağlıyor. 90’lı yılların başında kilise kundaklamaktan cinayete kadar uzanan bir arka plâna sahip Norveç Black Metal’in bu bayrak olmuş isimleri önderliğinde, kapsamlı bir Black Metal belgeseli izleyeceğimizi düşünürken, daha spesifik olaylarla farklı bir bakış açısı benimsemiş, bu yüzden çerçevesini biraz daraltmış bir filmle karşılaşmak hayal kırıklığı yaratabilir. Yine de Varg Vikernes ve Gylve Nagell’ın kaybedecek hiçbirşeyi olmayan bir ruh haliyle yaptıkları yorumlar, filmin belgesel değerini zedelemiyor.

1993’te bir tartışma sonucu Mayhem’de gitar çalan grup arkadaşı Øystein "Euronymous" Aarseth’i bıçaklayarak öldürme ve üç kilise yakma suçlarından 21 yıl hapis cezasına çarptırılan Vikernes ile hapisanede yapılan çekimlerin önemli bir parçasını oluşturduğu belgeselin esas amacının da bir Black Metal tarihi anlatmak olmadığı anlaşılıyor. Vikernes ile hapiste, Nagell ile Oslo ve Bergen’de yapılan çekimlerin paralel kurgusunun arşiv görüntüleriyle zenginleştirildiği klâsik anlatım, Euronymous cinayetine ve kilise yangınlarına zemin hazırlayan Norveç Black Metal ortamının 90’lara uzanan sürecini bu ikili ve onların küçük çevresi dışına çıkmayan şekilde ele alıyor. Hapiste bulunan Vikernes’in yaptıklarının arkasında duran “normal” tavrı, halen aktif müzik hayatını sürdüren Nagell’ın tedirgin, güvensiz ve entelektüel kaygılar taşıyan kafası güzel samimiyetsizliği kameralara aynen yansıyor.


Hapiste yapılan çekimlerde kapitalist düzen, din ve müzik konusundaki fikirlerini dinlediğimiz Varg Vikernes, McDonalds’ın camlarını kırmaktan kilise kundaklamaya varan anarşist duruşunu gururla ifade ederken, Norveç’in kendine ait dinlerinin, Yahudiliğin bir uzantısı olarak gördüğü Hıristiyanlığın gelmesiyle birlikte yok edildiğini, hatta modern dünyamızda bütün problemlerin kaynağının Hıristiyanlık olduğunu dile getiriyor. Bunları dile getirirken soğukkanlı, pozitif ve yaptıklarından pişmanlık duymayan bir tavır içerisinde bulunması, Euronymous’u öldürdüğü anları anlatırken de bunlara ek olarak biraz heyecanlanması gözlerden kaçmıyor. Her şeye rağmen duraksamadan anlattığı o dehşet anlarını kafasında tekrar yaşaması ve “böyle olsun istememiştim ama oldu bir kere” ifadesi de yakalanabilir. Bilinen ilk Black Metal gitar riffini bulan, kilise yakma olayları patlak verdikten sonra bu olaylarda fiilen yer almaktansa yeni yetmeleri azmettiren, Mayhem’in 88-91 arasında vokalini üstlenen Per Yngve "Dead" Ohlin’in intiharından sonra cesedi ilk gören olarak polisi aramak yerine önce dağılmış beyin fotoğrafını çeken, sonra da o fotoğrafı albüm kapağı olarak kullanan Euronymous, belgeselin çoğu bölümüne ürkütücü bir gizem katıyor.

Belgeselle ilgili bir diğer nokta da, görüntü sanatçısı Bjarne Melgaard’ın Black Metal ve türevlerinin görsel çekiciliklerine dikkat çekmesi. Zaten pek çok insan için işin müzik yönünden önce bu şov yanı ve çeşitli referansları bulunan korku-gerilim-vampir-kurtadam vs. ürkütücülüğünün yarattığı çekicilik ve sanatsal doku önce geliyordu. Melgaard’ın Norveçli ekspresyonist ressam Edward Munch’ün meşhur tablosu Çığlık ile bu grupların albüm kapakları için belirledikleri imgelerin akrabalığına vurgu yapması da önemli. Onun Black Metal fotoğraf ve pop-art sergisi olarak başlayan, ortalığın yangın yerine döndüğü bir performans gösterisiyle biten şovu da bu çekici görsellikten nemalanan türde. Ama Black Metal’i asıl ticari yapan unsur ise, 90’ların başındaki kilise yangınlarının ardından medyada yükselen “satanist” tanımlarıydı. Reklâmın kötüsünün de reklâm olduğu gerçeği, aslında Varg, Gylve veya Euronymous’dan hiçbirinin satanist olmadığı, ama özellikle Euronymous’un gaza getirdiği kilise kundaklayan yeniyetmeler sayesinde ihalenin Varg’a kaldığı gerçeğinden çok daha güçlüydü.


Aaron Aites ve Audrey Ewell, ülkelerindeki Helvete adındaki köhne bir müzik dükkânından çıkıp bir fenomene, büyük paraların döndüğü bir pazara dönüşen Black Metal olgusunun hem yakın tarihine bakıyor, hem de bu fenomenin baş aktörlerinin bireysel hesaplaşmalarından ve toplumsal reddedişlerinden doğan bir dizi polisiye olayın izini başarıyla sürüyor. Tüm bunların yanında bu aktörlerin özel olarak satanizm diye bir şey yaratmak için çabalamadıklarını, ama medya sayesinde afili bir kimliğe bürünen ve aşırıcılığa hevesli gençler tarafından kendi modasını meydana getiren satanizmin Black Metal’e dönüştüğünün altını çizerek sessiz fakat güçlü bir yazılı ve görsel basın eleştirisi de içeriyor. Bazı şeyler ne kadar gizli kapaklı kalırsa o kadar zararsız olur. Buna Varg ve Gylve’nin birgün Helvete’de mısır gevreği üzerine sohbet ederlerken içeri heavy metalci gençlerin girmeleri üzerine susmaları güzel bir örnek olabilir. Belki de herşey orada, mısır gevreğinde kalmalıydı.