27 Aralık 2007 Perşembe

The Band’s Visit (2007)


Yönetmen: Eran Kolirin
Oyuncular: Sasson Gabai, Ronit Elkabetz, Khalifa Natour, Saleh Bakri, Uri Gavriel
Senaryo: Eran Kolirin
Müzik: Habib Shadah

Bir zamanlar, ama çok eskiden değil, Mısırlı küçük bir polis bandosu İsrail’e gelmiş. Bir açılış töreninde çalacaklarmış, ama ister bürokrasi yüzünden deyin, ister talihsizlikten, havaalanında onları kimse karşılamayınca kendi başlarına kalakalmışlar. Başlarının çaresine bakmaya çalışınca kendilerini çölün ortasında, kuş uçmaz, kervan geçmez, küçük bir İsrail kasabasında buluvermişler. Kayıp bir kasabada kaybolmuş bir bando. Bu hikâyeyi hatırlayan fazla kimse yokmuş. Çünkü zaten pek de önemli değilmiş.. Çeşitli kaynaklarda bu masalsı giriş ile konusu özetlenen The Band’s Visit / Bikur Ha-Tizmoret, 8 kişilik Alexandria Polis Orkestrası’nın bir avuç kasaba sakini ile zoraki olarak kesişen yaşamlarına, bu kısa zaman dilimi içinde küçük ve sıcak paylaşımlar sığdırmasını anlatıyor.


Akraba sayılabilecek Selamsız Bandosu ve İtalyan yapımı Mediterraneo’dan izler taşıyan The Band’s Visit, küçük kasabaları dekor alan, küçük hayatları perdeye taşıyan küçük filmlerden biri.. Pozitif manada kullanılan bu küçüklüğün içinde sadelik, doğallık, sıcaklık, huzur ve tebessüm var. Selamsız Bandosu, Beynelmilel, Brassed Off gibi bando merkezli filmlerin traji-komik samimiyetini taşımasına karşın, bu filmlerin hamurundaki politik taşlama ve sistem eleştirisi özelliklerinden farklı olarak hiçbir siyasi misyon taşımayıp, sadece bu filmlerin duygusal temaslarına sahip bir film. The Band’s Visit, zevkler ve renkler doğrultusunda sıkıcı veya tam tersi insanı sarıp sarmalayan bir şirinlik olarak bulunabilir. Aslında her iki türlü de amacına ulaşmış sayılır. En azından, büyük şehrin imkanlarından yoksun, bunaltıcı bir rutini olan, gidilecek yeri, yapılacak doğru dürüst bir sosyal faaliyeti bulunmayan, bu sayede sıkışmışlık sıkıntısı yaratan, ama yine de birilerinin sığındığı bir liman, bir yuva potansiyelini muhafaza eden kasaba yaşantısına yabancı olmayanların bazı hislerine tercüman olabilir. Orada bir gün için de olsa zoraki ikamet etmek durumunda kalan orkestranın bu küçük kasabadan, kasabanın birkaç sakininin de onlardan öğreneceği az ama öz şeylere o kadar da yabancı olmadığımızı farkedebiliriz.

Sasson Gabai’nin canlandırdığı orkestranın şefi Tawfiq, karizmatik, otoriter, babacan bir kişilik olarak, geçmişte yaşadığı ailevi trajediyle bu kasabada yüzleşme fırsatı buluyor. Onun katı ve kederli duruşunu çözmeyi başaran ise kasabanın orta yaşlı, çekici lokanta sahibi Dina oluyor. Tawfiq ve Dina beraber çıktıkları gece birbirlerine samimi itiraflarda bulunarak, tek gecelik bir randevunun bile ne kadar anlamlı olabileceğini yaşıyorlar. Orkestranın yakışıklı trompetçisi, yine efsanevi bir caz trompetçisi olan Chet Baker hayranı Haled ise mecburiyetten başka bir randevuya katılmak durumunda kalıyor. Kasabanın gençlerinden iki çift ile zoraki ve ilginç bir disko deneyimi yaşaması da yine aynı derecede sevimli ve hüzünlü.

Yakın plana alınan bir başka orkestra üyesi de tecrübeli klarnetçi Simon. İçinde ukte olmuş orkestra şefliğini Tawfiq var iken elde edemeyeceğinin burukluğu yüzüne yansımış olan Simon ve onunla birlikte iki orkestra üyesi daha, bu kez lokantada tanıştıkları bir gencin kalabalık evinde yatıya kalmak zorunda kalıyorlar. Simon’un kendi bestesi olan yarım kalmış bir senfonisi var. Yine de gerçek nedenini tam olarak sezemediğimiz öyle bir derdi olmalı ki, adeta tüm hücrelerine sinmiş bir hüzün yayması sayesinde insan sebepsiz bir burukluğa kapılıyor. İşte bu üç sette yaşananlar, filmin kasvet yüklü havasını elden geldiğince renklendiriyorlar. Başlangıçta 8 adamın masmavi askeri üniformalar içinde küçük bir kasabada mahsur kalmalarının mizahi yanı, gittikçe yerini ufak şiddette kederlere bırakıyor. Aslında bildiğimiz anlamda askeri yankılar yapan bando olgusundan farklı olarak onlara orkestra denmesi daha uygun düşüyor. Keman, kanun, klarnet, darbuka ve yanık vokallerle bezeli enfes bir orkestra. Her ne kadar filmde tadımlık da olsa güzel müziklerini duyduğumuz, selamsız sabahsız bir orkestra. Yine başta bize hafif komik gelen mavi üniformaların, gerçekte hüznün rengi mavi olarak mükemmel bir tezahürü olduğunu düşündürmeden edemiyor.


Tawfiq ve Dina’nın konuşmaları, yeni tanışmış iki insanın birbirleriyle ilgili ortak noktaları keşfetme samimiyeti taşıyor. Mesela Dina, etkilendiği Tawfiq’in efkarlı tutukluğunu kırabilmek ve ona ulaşmak adına Mısırlı efsane şarkıcı, bizim bildiğimiz adıyla Ümmü Gülsüm’den, gençliğinde ünlü Mısırlı aktör Omar Sharif’in filmlerini izlediğinden, Arap romantizminin geçmişte kendi üzerinde bıraktığı etkilerden söz ediyor. Dina’nın, ilk görüşte askeri marşlar çalan bir bando imajı veren orkestranın aslında Ümmü Gülsüm, Ferit El Atraş şarkıları gibi geleneksel eserler icra ettiğini öğrendiğinde şaşırması da filmin izleyici ile aynı frekansları tutturma işaretlerinden biri. Dina’nın “niçin bir polis Ümmü Gülsüm çalar ki” sorusuna Tawfiq’in cevabı şiirsel ve çok anlamlı. “ Bu, niye bir insan ruha ihtiyaç duyar gibi bir soru..” Tawfiq ve Dina arasındaki çekim, filmin sonunda yerini karmaşık duygulara, hazin bir yarım kalmışlığa bırakıyor. Tawfiq’in yapısı gereği kendine ve kendi geçmişine olan saygısı, onu belki de başka baharlardan mahrum ediyor.

Bu noktada tekrar dönmemiz gereken genç trompetçi Haled ise ekolü olan, zamanında “bir kadın için yapamayacağım tek şey, kadın olmaktır” diyen, loş dumanaltı caz kulüplerinin kalbi kırık trompet ustası Chet Baker’ın izini sürüyor adeta. Tawfiq’in saygı anlayışına karşın Haled’in zaaflarını ise saygısızlık olarak yorumlamamak gerek. Aynı şekilde Simon’un bitmemiş senfonisi de biraz önce sözünü ettiğimiz yarım kalmışlık duygusunun altını çok güzel çiziyor. Bitmediğini, yarım kaldığını, devamının geleceğini düşündüğümüz bir güzelliğin belki de sonunda olduğumuz ihtimali kadar kederli bir bakış açısı bu. Veya belki tam da o yarısı dediğimiz yerde durmak, onu bir son olarak görmek, öyle kabul etmek. İşte The Band’s Visit böyle bir film.


Bu dört ana karakteri canlandıran oyuncuların en belirgin ortak yanı, simalarına sirayet etmiş olan yılgınlık ve hüzün. Belki o suretleri öyle görmemizin nedeni filmin kendi havası. Hepsi canlandırdıkları karakterleri olması gerektiği veya filmin gerektirdiği ölçüde ne eksik, ne fazla oynamaktalar. Başta saydığımız filmlerdeki bando, grup, orkestra oluşumlarının disiplinlerinden biraz olsun sıyrılıp, o oluşumları hayatın gerçekleri ile bütünleştiren, enstrumanları birer iletişim köprüsü olarak gördüğü insancıl duygularıyla o gerçekleri karşılayan, müziğin gücü kadar onun duygu yüklü zerrecikleriyle de ruhlarını besleyen bir grup insanın aidiyet hisleri vurgulanır. Bu gruplar, hayatından bir şeyler kopmuş veya hayatından bir şeyleri kendisi koparmış insanların dahil olmak, sosyalleşmek istedikleri bir doğal ortamın, sakin bir kasabanın sembolüdür. Veya tam tersi, The Band’s Visit’in dediği gibi “tonlarca yalnızlığın!..”

23 Aralık 2007 Pazar

Secret Sunshine (Milyang) (2007)


Yönetmen: Chang-dong Lee
Oyuncular: Do-yeon Jeon, Kang-ho Song, Yeong-jin Jo, Mi-kyung Kim
Senaryo: Chong-jun Yi, Chang-dong Lee
Müzik: Christian Basso

Küçük oğlu Jun ile, ölen kocasının memleketi olan Miryang’a taşınmaya karar veren piyano öğretmeni Shin-ae, yol sırasında bozulan arabasını tamir için gelen servis görevlisi Jong Chan ile tanışır. Shin-ae, Çince'de anlamı "Gizli Güneş Işığı" anlamına gelen Miryang’dan bir arsa almak, orada bir müzik okulu açarak temelli yerleşmek istemektedir. Yaşadığı çevrede birikmiş parası olduğu duyulduktan kısa bir süre sonra oğlu Jun fidye için kaçırılır. Fidyeyi ödemesine rağmen oğlunu kurtaramayan Shin-ae’nin zaten var olan inanç bunalımı iyice artar ve hayatta neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veremeyecek trajik bir döngüye hapsolur.
 
Oasis ve Peppermint Candy gibi Güney Kore sinemasından çıkmış en iyi filmlerden ikisine imza atan Chang-dong Lee, Milyang isimli romandan senaryolaştırdığı ve yönettiği 4. filmi Secret Sunshine’da çok tartışılacak bir meseleye diğer filmlerinde kullandığı dile çok yakın bir dille yaklaşıyor. Lee’nin 2000 yılında çektiği Peppermint Candy’nin baş karakteri Yongho ile birtakım benzerlikler taşıyan, karanlık yönleri ile aydınlık tarafı arasında sürekli çekişme halinde olan gerçek bir karakter daha resimliyor. Üstelik istenildiği gibi kullanılabilecek bu karakteri bir trajedinin tam ortasına konuşlandırarak bıçak sırtı sorgulamaları ile izleyenleri suyun yükselip çekildiği gel-gite çakılı bırakıyor. Her ne kadar filmin konusu içinde önemli bir konuyu açık etmiş olsam da, Jun’un kaybından sonra filmin esas meselesine değinmeye başladığını görebiliriz. Secret Sunshine’ın bu önemli kırılma noktasından sonra rotası baştan aşağı değişiyor.

İlk başlardaki rutin, naif hava, sinema dili olarak aşırı değişiklikler göstermiyor, ancak hayatın acı gerçeklerinden kopup gelen trajik olay, anne Shin-ae ve onun hazin hikayesini başlatıyor. Yani filmin başlarında sayılabilecek Jun’un ölümünden bahsetmesek, birçok taş yerine oturmayabilirdi. Shin-ae’nin acı kaybından sonra filmi başka mühim kırılma noktaları bekliyor. Böylece hiç aksiyon, kan, şiddet görmediğimiz bir filmin tüyler ürpetici isyanı, tarifsiz kederi ve dinler tarihinin başlangıcından bu yana tartışılmış meselelerin göbeğinde buluyoruz kendimizi. İşte Secret Sunshine, kayıpların, inançların, şüphelerin, günahların, affetmenin, bağışlanmanın hesabını tutuyor.


Yönetmen Chang-dong Lee, katmanlı karakterleri kanlı canlı hale getirmesini bilen, o karakterleri çıkışı olmayan dehlizlere hapsetmeyi seven ve onları bir deney faresini izler gibi izleyen seyircilerin vicdan akustiklerinde ses denemeleri yapan usta bir sinemacı. Bu söylemiş olduklarımı pekçok sinemacı da yapıyor. Lee’nin sinema matematiğinin formüllerine yaptığı birtakım katkılar ve kendi yazdığı senaryolar üzerindeki hakimiyeti, kendine has bir üslubu da beraberinde getiriyor. Belli bir üslup sahibi sinemacıların eserleri, ötekilere nazaran daha çarpıcı, daha kalıcı oluyor. Lee’nin en belirgin özelliklerinden biri karakter işleme titizliği.. Fakat bununla yetinmeyip o karaktere hazırladığı doğal ortama da aynı titizlikle yaklaşıyor. Önce o baş karakterin belli bir dönemi üzerinde yoğunlaşıyor, sonra diğer evreleri daha da yoğunlaştırarak birbirine ekliyor. Peppermint Candy’deki Yongho ile Shin-ae arasındaki benzerlikler de bununla ilgili.

Yongho’nun okul, askerlik, görev, aşk kronolojisini tersyüz ederek ve bu evrelerdeki kritik dönüm noktalarını bize yaşatarak, daha filmin başında çıldırmış bir adamı anlamamızı sağlayan Chang-dong Lee, Secret Sunshine’da Shin-ae’nin hayatından geniş bir kesit almamış, yine de hayati önem taşıyan bir kronolojiyi takip etmiş. Önceleri ateist olan ve bu durumdan şikayetçi görünmeyen Shin-ae’nin ilk döneminin ardından, belki de acıların en büyüğünü tatmasıyla yön değiştirip, dış etkilerin de yardımıyla ikinci dönem olan itikad dönemi başlıyor. Fakat yine önemli bir dönüm noktasıyla (Jun’un kaybı kadar olmasa da çok önemli) ilk iki dönemin arasına sıkıştığı son evrede artık olacaklara karşı ümitsizce savrulma var. Yongho’nun isyanı, Shin-ae’nin isyanı gibi sadece din hedefli değil, sisteme ve bireysel hatalara gidip gelen bir isyandı. Ama sapına kadar isyandı. O isyana giden yol üzerinde her ikisinin de yaşadığı olaylar zinciri, birey ne kadar güçlü olursa olsun insani zayıflıkların pençesinde yaptığı seçimlerin bedelini ödetir biçimde zalim oluyor.

Her iki film de, Takva gibi kapısının önüne kadar gelen fırsatı tepen, korkak bir filmden çok başka bir dünyada yaşıyor. Muharrem Efendi’nin geçirmeye elinin mahkum olduğu değişimin gazozuna maç mantığından bir farkı yoktu bana göre. Muharrem gibi bir malzeme, bir yönetmenin önüne kaç kere gelir ki? Yapmasının şart olduğu dünyevi-dini sistem eleştirisini boşverip (veya anlaşılması güç biçimde şifreleyip), araya parça misali ucuz cinsel rüyalarla veya 3. sınıf roldeki Bosnalı genç ile bir şeyler geveleme manasızlığına düşüyordu. Takva’nın cesaretten anladığı buydu. Benzer frekanslarda olduğu düşünülürse değişim ve eleştiri nasıl yapılır, Secret Sunshine bir referans olabilir. Eğer aksi düşünülürse, o değişim ve eleştiriye hazır olunmadığı, muhtemelen de olunmayacağı sonucu çıkarılabilir.

 
Shin-ae’ye yakınlık bakımından Lars Von Trier filmi Breaking The Waves’de Emily Watson’un canlandırdığı Bess McNeill’den de söz etmek isterim. Shin-ae’nin tüm devrelerini yakan son kırılma noktası ile girdiği son evre, Bess’in Tanrı ile olan konuşmalarının ardından yaptığı dengesizlikler evresini anımsatmıyor değil. Bess’in sorgusuz sualsiz itaatlerinin sebep oldukları ile, Shin-ae’nin sorgusuz sualsiz itaatlerinin sebep oldukları arasında sadece göreceli hasar farkı var. Secret Sunhine, Peppermint Candy, Takva, Breaking The Waves gibi filmler, hedeflerini ana karakterlerinin önünden arkasından, profilinden görmeye çalışan filmler. Ama kimin bunu başardığı, kimin denediği, kimin hiç üzerine kafa yormadığı yorumları bizlere kalıyor.

Secret Sunshine’ın eleştirel bakışı çok güçlü. Ama sırf eleştirel olayım meraklısı değil. Zaten doğal akışı gereği Tanrı-din- Hristiyanlık üzerine söyledikleri olsun, bu söylemlere sebep olan hüzünlü-isyankar dokusu olsun bu eleştirel tavır esnasında yapmacık olması mümkün değil. Lafı ve olayları dağıtmadan, oldukça çiğ eleştiriler yapıyor. Shin-ae’nin Tanrı’ya ve dinine inanma sıkıntısı hem aynı sıkıntıyı çeken, hem de inancı sağlam izleyici profili için de dengeli denebilir. Fakat yine devreye giren o doğal akış, filmin her iki tarafı birbiriyle uzlaştırmak için göstermelik bir denge tutturmaya çalıştığını düşündürmüyor. Kısaca Secret Sunshine, bu iki kesimi birden memnun etme veya orta yolu bulma misyonu üstlenmiyor. Septik bir film. Karşı görüşe karşı kuşandığı silahlar ve saldırı planı elbette rahatsız edecektir. Bunu rahatsız etmeden yapmaya çalışan munis örneklerin çoğunluğu acımasız biçimde sıkıcıdır. Kah taraflardan birine körü körüne bağlı, kah orta yolu bulma uğruna herkese kucak açtığını sanan ezik örneklerdir. Secret Sunshine’ın bir orta yolu varsa bile, olması gereken diye bir şeyi başımıza kakmayıp, olanı saf haliyle yansıttığı için sorgu gücü zarar görmüyor.

Dinlerin varoluşlarından beri şüphe hep olmuştur. Bize doğruluğu söylenenler, öğretilenler ile bizim günlük yaşamda karşılaştıklarımızın örtüşmemesi, öteki alem hakkındaki tasvirlerin çelişkili hali, haksızlıkların ve kötülüklerin açtığı yaralara karşı somut çözümlerin getirileceği tesellisinin dayanakları, dilek ve duaların adaletsizliklere karşı gösterilmesi gereken haklı tepkileri/isyanları budaması gibi nedenler, bireylerde inanç problemleri yaratmıştır. Maneviyat gerçek bir ihtiyaç. Fakat farklı dinlerin varoluşu ve bunların yarattığı söylem kargaşası, teoride ve pratikte birlik olmaması insanların bu dinlere ve Tanrı’ya duyulan şüpheyi de beraberinde getirebilmiştir. Çeşitli inanç tavırları ortaya çıkmıştır. Mensubu olduğu dinin tüm gereklerini kayıtsız şartsız benimseyen, ama bunu yaparken kendi dininin dışındakilere gösterilecek hoşgörüyü kapının dışında bırakan, Tanrı’nın sözleri kisvesi altında kendi yobazlıklarını dine alet edip din kuralları diye yutturmaya çalışan, Tanrı’nın varlığına inandığı halde dinlere inanmayan veya ne Tanrı, ne de dinlerle alakası olmadığı halde maske takanlar buna örnektir.

 
Secret Sunshine’ın affetmek-affedilmek ile de çok derdi var. Dinlerde yeri olan “kötülüğe hoşgörü”, “kötülüğe iyilikle cevap verme”, “sana yapılan kötülüğü bağışlama”, “öteki yanağı çevirme” ne kadar ulvi bir kapsama alanına sahipse de o kötülüğün boyutları hakkında her zaman hazırlıklı olunmuyor. Affetmek her durumda bu kadar kolay oluyor mu? Çünkü “her durum” söz konusu. Belli durumlarda affedin, bazılarında affetmeseniz de olur gibi bir durum yok. Shin-ae, oğlunu kaybettikten sonra en büyük acıyı, tırnakları yediren bir yüzleşmenin ardından tekrar yaşıyor. Yapılan bir kötülüğü biz affediyoruz diyelim, ama bir yandan onu affetmeyecek, cezalandıracak birinin de olmasını arzu ediyoruz. Hele Tanrı’nın o kötülüğü bağışlamasını ne derece hazmediyoruz? Tanrı’nın bağışlayıcı olması kadar, yapılan her kötülüğün bağışlanma kapısının da açık olmasını Shin-ae’nin karşılayış şekli için ne söylenebilir?

Son olarak filmin incisi Do-yeon Jeon’dan söz edelim. Asyalı suretlerin birbirinden farklarını güç anlamamız, farklı bir ırkın gözünden bakmamızla veya onları oyuncu olarak çok farklı projelerde, sıkça izlemeyişimizle ilişkili belki de. Ama bir kez benimsediğimiz Uzakdoğulu bir oyuncuyu da kolay kolay unutmuyoruz. Kocasını, oğlunu, inancını ve nihayet kendisini kaybetmiş Shin-ae’nin depresif, mutlu, telaşlı, huzurlu, kederli anlarını, geçirdiği üç değişik evreyi canlandırmak, bu hisler üzerine rol yapmak her oyuncunun eline geçen bir fırsat, her oyuncunun üstesinden gelebileceği bir kolaylık değildir. Şimdi oturup sayamayacağımız kadar fazla Güney Kore yapımında rol almış 34 yaşındaki Do-yeon Jeon, Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü de aldığı performansıyla doğallığın zirvesinde. İddiasız duru güzelliği bize Shin-ae’nin paramparça olmuş ruhuyla bir bütün halinde yansıyor. Zaman zaman dehşet verici bir doğallıktan bahsediyorum.

Shin-ae
’ye ümitsizce aşık oto tamircisi rolüyle Güney Kore’nin en güçlü aktörlerinden Kang-ho Song’un saf, sadık ve komik tiplemesi de ayrı bir renk. Onun Shin-ae’yi gerçekte ne amaçla istediğini anlatan çok da güzel bir sahnesi var. Bu uzunca yazı, Secret Sunshine’ı tam olarak anlatmıyor. Çünkü filmden alınacak şeyler aynı olsa da, yorumlar farklı olacaktır. Herkesin inancı, günahı, sevabı, ibadeti kendine ait. Kutsal kabul ettiğimiz değerlerimiz için yaşıyoruz. Ama bazı insanlar için din kavramı ve onun insanoğlu tarafından değiştirilmiş, katılaştırılmış kuralları hala tartışılıyor. Filmin kimi yorumları hoşunuza gitmeyebilir. Fakat ortada duran şeyi bir sinema eseri, onun yapmak istediğini de banal bir propaganda olarak algılamaz isek, Secret Sunshine’ın son yılların en eleştirel filmlerinden biri olduğu konusunda hemfikir oluruz.

14 Aralık 2007 Cuma

Stranger Than Fiction (2006)


Yönetmen: Marc Forster
Oyuncular: Will Ferrell, Emma Thompson, Dustin Hoffman, Maggie Gyllenhaal, Queen Latifah
Senaryo: Zach Helm
Müzik: Britt Daniel, Brian Reitzell

Karen Eiffel, uzun yıllar süren çalışmalarından sonra romanını büyük oranda tamamlamıştır. Tek eksik romanın sonunun bir türlü belli olmamasıdır. Baş kahramanı Harold Crick'i nasıl öldüreceğine karar verememesinden kaynaklanan bu sorun, Karen'ın hayatını kabusa çevirir. Ama bütün bu olanlardan habersiz yaşayıp giden biri vardır: Harold Crick! Harold, Karen'ın romanda kendisi ile ilgili olarak yazdığı herşeyi birebir yaşamaktadır. Romanın gidişatı ile kendisi arasındaki bağlantıyı keşfeden Harold, hayatının sonunun romanın sonu ile aynı olmaması için bir şeyler yapması gerektiğini anlar. Bütün bu olanlardan habersiz olan Karen, büyük bir gayretle romanını sonlandırmaya çalışmaktadır.


Stranger Than Fiction’dan söz ederken esas girişin Will Ferrell’in canlandırdığı Harold Crick ile yapılması uygun görülebilir. Ama Harold, romancı Eiffel’in yarattığı bir karakter ve aralarındaki ilişkiyi daha iyi anlamak adına Eiffel ile yapılan bir giriş daha sağlam temelli olacaktır. Romanın yazarı Eiffel ile romanın baş kahramanı olan vergi müfettişi Harold arasındaki ilişkinin bize çağrıştırdıkları o kadar çeşitli ki. Tanrı-kul, efendi-köle, Azrail-fani, anne-oğul... Asosyal, plan-program, tertip düzen manyağı ve bu sayede oldukça sıkıcı Harold’un dişlerini kaç defa fırçaladığını, kaç adımda otobüse ulaştığını, her gün aynı saatte harfi harfine ne yaptığını, saat kaçta uyuduğunu vesaire, İngiliz aksanıyla konuşan orta yaş üzeri bir kadın sesinden duyuyoruz. O ses, belgesel anlatıcıları, haber spikerleri kadar düzgün diksiyonu ve estetik bir rutinle dile getirdiği cümleleriyle bize bu adamı tanıtmakla yükümlü tipik bir dış ses olarak görünüyor. Ta ki Harold o sese bir tepki verene kadar. Bu durum bizim için de tam bir şok! Çünkü bir romandan çıkmış gibi savrulan bu cümleleri meğer bizim gibi Harold da duyuyormuş.

Bu bilgiyi edindikten sonra o ana kadar Harold ile ilgili verilen bu bilgiler ilgimizi çekmemişse bile, artık daha dikkatli dinliyoruz. Kendi hayatının detaylarını hiç tanımadığı bir kadının sesinden dinleyen ve buna reaksiyon veremeyecek kadar bıkkın bir rutine hapsolmuş Harold, o ses birdenbire satır arasında Harold’un öleceğini söyleyince artık o rutinin bozulacağını hem biz hem de o fark ediyor. Durup dururken kaynağı belirsiz bir ses size öleceğinizi söylediğinde her insan gibi Harold da o sesten daha fazlasını duymak istiyor. Ama ses, öyle Harold’a cevap verebilecek bir durumda değil. Bazen susuyor, hiç konuşmuyor. Bu da Harold’u deli ediyor, isyan ettiriyor tabi. Sesin ara ara susmasının da sebebi, sahibi ile doğrudan alakalı. Çünkü o ses, ciddi bir yazar tıkanıklığı içine girmiş bulunan, tarzı ile birçok hayran edinmiş ünlü yazar Karen Eiffel’in sesi.

Harold’un öleceğini daha filmin başlarında öğrenmiş olmamız, filmin geri kalanına zarar vermek şöyle dursun, farklı karakterlerin de dahil olması durumunu beraberinde getirmesiyle, son derece düzeyli bir fantastik komedi ile sahici bir dramın karışımını yudumluyoruz. Hem daha Harold’un öleceği de kesin değil. Öleceğini öğrendiği andan itibaren Harold’un kendi yaratıcısının peşine düşmesi, bu süreçte Eiffel’i bir yazar olarak çok iyi analiz etmiş olan üniversite profesörü Jules Hilbert (Dustin Hoffman) ile buluşması, vergi cezası kesmek için uğradığı pasta dükkanını işleten deli dolu, asi ve idealist Ana Pascal (Maggie Gyllenhaal) ile tanışması da gerçekleşiyor. Hikayenin diğer tarafında ise, yazarların çektiği kabızlığa karşı yayımcı şirketlerin görevlendirdiği kontrol görevlilerinden birinden Eiffel da nasibini alıyor. O da Penny (Queen Latifah) ki filmde ona da gereksinim var. Çünkü Eiffel’in yazma sıkıntısının nedenlerini izleyici ile paylaşabilmesi arasında bir köprü lazım. Kısaca senarist Zach Helm, filmin karakterlerini laf olsun diye tasarlamamış.


Oyuncu kadrosu da aynı titizliğe sahip çıkıyor. Emma Thompson ve Dustin Hoffman’ın varlığı izleyene güven veriyor. Hele de Thompson, Karen Eiffel’in çaresizliğini yansıtmada bilinen ustalığını konuşturuyor. Will Ferrell ve Maggie Gyllenhaal uyumundan bahsedecek olursak, bu paragraf bitene dek “kimya” kelimesini çok sık kullanacağımı belirteyim. İkili arasında bir kimya sorunu olup olmadığı çok tartışıldı. Buna kesinlikle katılıyorum. Ancak bir vergi memuru ile pastacı arasındaki kimya nasıl olmalı ise, Harold ve Ana arasındaki kimya da öyle. Yani bu kimyasızlıktan bambaşka bir kimya doğuyor aslında. Gyllenhaal’ın karşısına Heath Ledger jenerasyonundan birini koysaydınız bana göre asıl o zaman zorlama bir kimya sorunundan söz edilebilirdi. Ana ne kadar hoş ve alımlıysa, Harold’un o kadar sıradan görünmesi gerekirdi. İşte bu kimya dersini de yüksek notla geçmiş bir film bana göre.

Will Ferrell’in tarzının dışına çıkmasının meyvesi çok lezzetli. Onun gibi her tarafı oynayan bir komedyenin böylesi oturaklı bir karaktere olan uyumu, Reign Over Me’deki Adam Sandler eksikliklerini hiç mi hiç hissettirmiyor. Bunda yönetmen Marc Forster’in etkisi ne derece etkilidir bilemiyorum ama filmin bütününü ele alırsak, özellikle Stay’den sonra kendisine fazlaca bel bağladığım Forster’ın bir sonraki filminde bu kadar iyi olmasını da beklemiyordum. Yine fantastik bir hikayeyi, bu kez dozajı kontrollü bir komedi ile perdeye yansıtma becerisi sayesinde bir kat daha devleşiyor.


Harold’un hayatın anlamını, Eiffel’in yazarlık adı altında yaratıcılık gücünün sınırlarını sorguladığı mükemmel bir film Stranger Than Fiction. Mükemmelliği kişisel bir yorum olarak kullandığımın altını çizerek, bazı eleştirilerde rastladığım noktalara da değinme hakkımı saklı tutuyorum. Mesela güldürmeyi birinci amaç olarak görmeyen komedilere alışmak için çok yerinde örneklerden birisi. Neden böyle bir şeye alışalım derseniz, bu filmler katran karası dram potansiyellerini, o dramın dokusuna zarar vermeden ustaca yumuşatan, kırılganlığını sevimli unsurlarla muhafaza ve müdafa eden özelliklere sahiptirler diyebiliriz. Stranger Than Fiction, bayrak yarışında Eternal Sunshine Of The Spotless Mind, Being John Malkovich, Truman Show, Adaptation, Grounhog Day gibi devlerle aynı kulvarda koşan bir film. Şimdilik sıra onda ve onun elinden bayrağı alacak olan filmi beklemekte. Peki bu yarış neyin yarışı ve bu kulvar neyin kulvarı?

Hudutsuz bir hayal gücünün, yaratıcılığın, fantezinin hudutlarını kendi mütevazi gramerleriyle çizen, gerçek olamayacak öykülerinden insana dair gerçeklikler elde etmeyi başaran yapımlar bunlar. Üstelik hikayesiyle, hudutlarıyla sapına kadar gerçek anlatımlara sahip filmlerin başarılı olabildiği kadar hem de. Hayatı boyunca bir TV dizisi kahramanı olduğundan habersiz yaşayan, bir sabah uyandığında her gün aynı günü yaşamak zorunda kalan, eski sevgilisini unutmak için tüm hafızasını sildiren, hayranı olduğu sanatçının beynine giden bir yolu keşfeden veya Harold gibi bir gün kendisinin aslında yazar tıkanıklığı içinde olan bir yazarın baş kahramanı olduğunu fark eden bireylere dair anlattıkları şeyler, yaşadığımız hayatın anlamına yapılacak en sıkı vurgular olmalı. Bu filmler 21. yüzyıla uzandığımız günlerin sinema şaheserleri kabul edilmeli. Çünkü günümüz kirliliğinde buna benzer yaratıcı fikirlerin sinemaya aktarılması, bırakın aktarılmasını, o fikirlerin ortaya çıkması bile o kadar zor ki. Son derece hassas bir denge tutturulması da şart.

Bu eşsiz kulvarda bu filmlerle aynı bayrak yarışında koşma fırsatını ellerinin tersiyle iten Angel-A ve Click gibi fikirlerin heba edilmesi ile bu dengenin önemi daha da anlaşılır bir hal alıyor. Her biri için derin incelemeler yapabileceğimiz, sonuçta ise sadece insanın özüne ulaşabileceğimiz bu eserleri bağrımıza basmalı, gelecek nesillere aktarmalıyız. Stranger Than Fiction için yapacağımız incelemenin sonucu da bu filmlerden farklı bir yola çıkmıyor. Bize hayatımızın da birer roman olabileceğini, hepimizin kendi romanımızda baş kahraman, başkalarının romanlarında ise etkin veya değil, bir yan karakter olduğumuzu hissettiriyor. Dünyanın bir yerinde bizi yazan bir yazarın olduğu fikrine tebessüm ettiriyor. Kimi zaman romanlardan daha tuhaf bir hayatımız olduğu düşüncesine kapıldığımız anlara mütevazi bir gönderme yapıyor.

12 Aralık 2007 Çarşamba

Evening (2007)


Yönetmen: Lajos Koltai
Oyuncular: Claire Danes, Vanessa Redgrave, Toni Collette, Patrick Wilson, Natasha Richardson, Hugh Dancy, Meryl Streep, Glenn Close, Mamie Gummer, Barry Bostwick
Senaryo: Susan Minot, Michael Cunningham
Müzik: Jan A.P. Kaczmarek
 
Ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir karakterin şimdiki zamanda etrafına toplanmış aile bireylerinin bireysel meselelerini, o karakterin geçmiş zamanda yaşadığı unutulmaz bir aşk hikayesi ile paralel götüren filmlere pek yabancı değiliz. Ann Grant Lord, gençliğinde aşık olup acı tatlı anlar yaşadığı, ancak olumsuz şartlar gereği ayrıldığı Harris Arden'i aradan geçen uzun yıllara rağmen unutamamıştır. Ann’in o yıllarda en iyi dostu olan, aynı zamanda Harris'e aşık Lila’nın, aslında istemediği biriyle evleneceği düğünün arefesinde yaşananlar ile, günümüzde ölümle pençeleşen Ann’in iki yetişkin kızının yaşadığı sorunlar iç içe geçmiş bir şekilde anlatılmakta.
 
Oyuncu kadrosunda deneyimli kadın oyuncuların cirit attığı, lakin çok da yüksek kalitede oyunculuk göremediğimi düşündüğüm, yine de türünün gereklerini harfiyen uygulamış bir film Evening.. Eş veya sevgili ile birlikte izlenmesi daha uygun olacaktır. Melodramlardan hoşlananlar için kendisi olmasa da, tarihi yeni bir film. Ana hikayenin etrafında filizlenmeye çalışan yan öykülerden bazıları zorlama, sıkıcı, gereksiz gelebilir. Hele şu "senin yıldızın, benim taşım, onun çiçeği, öbürünün böceği" muhabbetlerinin lüzumunu anlamadım. Şahsen Vanessa Redgrave için görmek istediğim bir filmdi. Ama ondan da hakkıyla faydalanıldığını düşünmüyorum. Prodüksyon, oyuncular, başarılı bir sinematografi, epik bir melodram atmosferi, kısaca kağıt üzerinde her şey yerli yerinde. Fakat uzunca bir pembe dizi tadı almanız da oldukça mümkün.

10 Aralık 2007 Pazartesi

Sleeping Dogs Lie (2006)


Yönetmen: Bob Goldthwait
Oyuncular: Melinda Page Hamilton, Bryce Johnson, Geoffrey Pierson, Colby French, Bonita Friedericy, Jack Plotnick
Senaryo: Bob Goldthwait
Müzik: Gerald Brunskill

Amy'nin üniversite yıllarından kalma çok acayip bir sırrı var. Birisine anlatmak için can atıyor. Ama bu öyle herkese anlatılacak türden yenir yutulur birşey değil. Onunki sadece anlatıp hafiflemek.. Erkek arkadaşı John'u muhafazakar ailesi ile tanıştırmaya götürdüğü bir gece bu sırrı ona söyleyince, üstüne üstlük bu sırrı, hep Amy'nin başarısının gölgesinde kalmış olan uyuşturucu bağımlısı erkek kardeşi tesadüfen duyup, huzurlu bir sabah kahvaltısında ifşa edince Amy'nin hayatı cehenneme dönüyor. Ne yönetmeni, ne oyuncuları tanınmış olan, bir ödülü bile olmayan, ama hele de şu sıralarda romantik komedi diye bir türün var olduğunu hatırlatan -sırrına rağmen- çok sevimli bir film. Merak etmeyin, o sır zaten filmin ilk cümlesinde belirtiliyor. Tamamı aşk ve dürüstlük ilişkisi üzerine bir güzelleme olan Sleeping Dogs Lie (diğer adı Stay - o da niyeyse!) uzun zamandır izlediğim en iyi romantik komediydi diyebilirim. Kusurları vardır muhakkak, fakat nedense hiçbiri gözüme batmadı. Üstelik bazı anlar yalan söylemenin hayati önemini savunan edepsiz mesajına da bayıldım.

3 Aralık 2007 Pazartesi

Searching For Debra Winger (2002)


Yönetmen: Rosanna Arquette
Oyuncular: Rosanna Arquette, Patricia Arquette, Emmanuelle Béart, Katrin Cartlidge, Laura Dern, Jane Fonda, Whoopi Goldberg, Daryl Hannah, Salma Hayek, Holly Hunter, Gwyneth Paltrow, Diane Lane, Frances McDormand, Sharon Stone, Robin Wright Penn, Julia Ormond, Vanessa Redgrave, Theresa Russell, Meg Ryan, Charlotte Rampling, Debra Winger
Müzik: Jojo Villanueva

Rosanna Arquette'in yönettiği Searching For Debra Winger, genel anlamda kadın oyuncuların yaşlanmaları ile birlikte yaşadıkları kariyer düşüşü ekseninde dönmesine rağmen, içerisinde seksist yaklaşımlara, anneliğe, eşliğe, sevgililiğe, erkeklere ve erkek oyunculara, tacize ve daha başka yan konulara da değinen, anlamlı pasajlar barındıran bir belgeseldi. Sayısız ünlü kadın oyuncunun katıldığı filmde Debra Winger'ı aramanın espirisini, aslında çalışan kadının (ya da kadın oyuncuların) diğer dış etkilere karşı kadınlığını aramaya ve Winger gibi yaşlanıp Hollywood'un gözünden düşmeye başlamış bir oyuncunun sembolize ettiği kadınsı değerleri korumaya ithaf edilmiş olması olarak algıladım. Genciyle yaşlısıyla röportaj yapılan oyuncuların bir çoğu, samimi bir şekilde doğru tespit ve çözümlemelerde bulundular. Ama özellikle Jane Fonda'nın oyunculuk mesleğini, kendi tecrübeleriyle harmanlayarak tanımladığı bölüm gerçekten çok içtendi. Her ne kadar birtakım gereksiz bulduğum bölümler de olsa, yapılan söyleşilerin kurgulanış biçimi yanında, kadın ruhunun karanlık bazı bölümlerine gayet iyi ışık tuttuğunu düşündüğüm bir belgeseldi.

1 Aralık 2007 Cumartesi

Renaissance (2006)

 
Yönetmen: Christian Volckman
Senaryo: Mathieu Delaporte, Alexandre de La Patellière, Jean-Bernard Pouy, Patrick Raynal
Müzik: Nicholas Dodd

Paris, 2054. Genç ve başarılı bir araştırmacı olan Ilona Tasuiev kaçırılır. Fidye istenmemektedir ve onu bulmak için yapılan ilk girişimler boşa çıkar. Dev bir çok uluslu şirket olan Avalon ve kızın işvereni onu ne pahasına olursa olsun kurtarmak istemektedir. Avalon’un yönetim kurulu başkanı Dellenbach bu davada rehin kurtarma uzmanı ve teşkilatın en tartışmalı polisi memur Barthélémy Karas’ın görevlendirilmesini ister. Karas, Ilona ile gözden düşen bilim adamı Dr. Jonas Muller’in arasında bir bağ olduğunu öğrenir ve Ilona’nın kendisi kadar güzel kız kardeşi Bislane ile buluşur. Kayıp kızın ilgi çekici bir resmini oluşturur ve kar yağmaya başlayınca onun Paris’te yeni ortaya çıkan şehir ormanlarındaki hareketlerini takip eder: O da izlenmektedir ve tehdit edilir, tanıklar öldürülür ve birisi de onu öldürmeye çalışır. Polis artık avının kurban mı yoksa suçlu mu, melek mi şeytan mı olduğunu bilmemektedir. Ilona’nın izini sürmek artık Karas için belki de tüm halk için bir ölüm kalım meselesi haline gelmiştir. Ilona, insan ırkının geleceğini belirleyecek bir protokolün bilimsel anahtarını tutmaktadır.

Uzakdoğulu örneklerinden pek fırsat bulamamış olsa da Fransız animasyonlarının da bu rengarenk dünyada önemli bir yeri olduğu muhakkak.. Mesela uzun zaman önce televizyonlarımızda oynayan Clémentine ve Les Mondes Engloutis (Kayıp Dünyalar) isimli animasyonlar, gerilim, bilim kurgu, dram türlerini pek alışık olunmadık biçimde çizgi dağarcığımıza yerleştirmişlerdi. Kurmaca medeniyetler, kültürler ve son derece parlak bir zekanın ürünü olan teknolojik araç gereçlerin yer aldığı bir yaratıcılık ürünüydü. Japon animeleri ile benzerlikleri olmasına rağmen, psikolojik ve felsefi tabanıyla yediden yetmişe herkesin ilgisini çekmişti. Hala da izleniyor olması, zamansızlığının en büyük kanıtı. Yine efsanevi Lucky Luke’ün (Red Kit) uzun soluklu komik maceralarını büyük bir keyifle izlemiştik. 2003 yılında Sylvain Chomet’in En İyi Animasyon Oscar adaylığı dahil pekçok adaylık ve hatırı sayılır festivallerde 20’ye yakın ödül kazanan Les Triplettes de Belleville’in haklı başarısı da Fransız animasyonlarına yeniden dikkatleri çekti. Özellikle 90’lı yılların başında artan yapımlar Fransız sinemasının karakteristik özelliklerinden bol miktarda beslendiği gibi, yeniliklere açık, kendi türüne has bir vizyon da geliştirdiler. Günümüze kadar gelmesine rağmen bu akımın örneklerine uluslar arası arenalarda pek rastlanmıyor veya bağımsız duruşlarından ötürü tanıtım yapılmıyor. Ama bu türe gönül verenlerin yakından takip ettiği üzere, Uzakdoğu hakimiyetindeki anime yapımları arasında kendine yer bulan Fransız prodüksyonlar sofraya ayrı bir tat katıyor.

Türünün sağlam örnekleri arasında gösterebileceğimiz Renaissance’ı hem grafik açıdan, hem de uzun metraj bir film kimliğinde değerlendirdiğimizde her iki janrın gereklerini yerine getirmiş olduğunu söyleyebiliriz. Oldukça tanıdık çağrışımlar yapabilecek konusu ve konuyu işleyiş biçimi ile malum kıvrılmalar ve kırılmalar geçiren Renaissance, farklılığını konusundan ziyade, üzerinde çok konuşulması gereken görselliğinden alıyor. Philip K. Dick ruhunu, 50’li yılların kimi Fransız film-noir bileşenlerini ve klasik bilim kurgu polisiye öğelerini bir kazana atıp, çizgi roman zihniyetine sonuna kadar sadık olan kurgusuyla pişiren, tüm bu karışım karışıklığına rağmen derli toplu denebilecek sürükleyici bir film. Gerek şekil, gerekse anlatım yönünden Dick uyarlamaları ile, özellikle de Minority Report ve A Scanner Darkly ile uzaktan akrabalık kurmaya çalışan Renaissance, kurgusal bir zamanda geçen, ancak günümüz normlarında hala geçerliliğini koruyan güzellik ve ölümsüzlük kavramlarını ilişkilendirerek etik seslendirmelerde bulunuyor. Özellikle kozmetik dünyasının zirve isimlerinden birine yaptığı Av)al(on göndermesi ile sırf sembolik kalmayıp, esrarengiz kaçırılma hikayesinin köşe taşlarını da bu göndermenin ahlaki sebep-sonuçlarına uygun şekilde tasarlıyor. Avalon’un reklam sloganı olan “sağlık, güzellik, uzun yaşam” ifadelerini filmin başında ve sonunda tekrarlayarak, aynı cümlenin filmin başı ile sonu arasında izleyici üzerinde bırakacağı farklı etkiyi de test ediyor.


Hayat boyu güzel görünmek, yaşlılığa meydan okumak için göze alınan fedakarlıklar, yapılan harcamalar, çekilen çileler ve başvurulan sahtelikler tüm hızıyla sürüyor. Tüketim toplumunun ve özellikle metropol bireylerinin sıkça rağbet ettiği estetik ameliyatlar, çeşit çeşit kozmetik ürünler, doğal olmayan yöntemler, kimyasal maddeler hep bu güzellik, estetik, sağlık arayışının araçları olmaya devam ediyor. İşte insanoğlunun ümitsizce zamana meydan okuma çabalarını, doğal akışına bırakmadan uzun yıllar güzel görünme saplantısını fırsat bilen büyük şirketler, durmak bilmeyen keşifleri ve pazarlama stratejileri ile bu zayıflıklara çanak tutuyor, o çanağı da para ile dolduruyorlar. Doğal güzelliğine sahip çıkamayan yapay bir nesil işte böyle vücuda geliyor. Kurmaca tekno bir çağda ise bireylerin bu bitmek bilmeyen estetik kaygıları, ölümsüzlük arayışına kadar dayanmaya başlıyor. Bu ihtiyacı karşılamak için parlak beyinleri keşfeden, onları sömüren şirket felsefeleri, hem değerlerini elde tutmak, hem de teknoloji casusluğuna, insanlar üzerinde yapılan tuhaf deneylere kadar varan iktidar hırslarını kurumlarının geleceğine taşımaktan çekinmiyorlar.

Renaissance’ın bayrağını salladığı en önemli mesaj bundan ibaret. Ulaştığı sonuç ise, ölüm olmadan hayatın anlamsız olacağı.. Gerçekten çok anlamlı. Lakin bu mesajı daha öncesinde duyduğumuzdan farklı biçimde duymak yerine, klişelerden beslenerek semirmiş bir şekilde almak, böylesi heyecan verici bir projeye birkaç numara küçük geliyor. Klişelerden devşirilmiş olay sıralamasını zevk ve heyecanla izlememizin tek sebebini filmin görsel cazibesine bağlamak istemiyor insan. Aslında bu sıralamadan sıkılmak ya da zevk almak izleyene kalmıştır. Fakat sadece konu açısından yeterli heyecan ve sürpriz bulmak bir izleyene göre güçleşmeye başladıkça, filmin grafik ustalığının da güme gitme riski artıyor. Yönetmen Christian Volckman ve filmin yazar/animasyon/adaptasyon ekibi bu durumu grafik zeka ile bertaraf etmek istemiş bile olabilirler. Barthélémy Karas’ın, Los Angeles sokaklarında çörek ve kahvesi ile suçlu avlayan kurt polislerden farkı olsun istiyor insan. Veya “fatale” olamamış bir “famme” görüntüsü veren, alıcımızın ayarlarıyla oynadığımızda ise “fatale” kısmının sadece sigara içen yanı olduğunu anladığımız Bislane, yeterince “kötü” planlanmamış olan filmin baş kötüsü Dellenbach, sırları ilginç, kendisi sıradan bilim adamı Muller ve haliyle bir bedel ödeme görevi üzerine düşen Ilona’nın da fark yaratması bekleniyor belki de.. İşte bu beklentinin sorumlusu da Renaissance’ın görsel çekiciliği olsa gerek.


Zemini camdan oluşan meydan, Avalon şirketinin arşiv departmanı teknolojisi, Ilona’nın hapsedildiği simülasyon gibi yaratıcı fikirler, bina ve mekan tasarımları, takip sahnelerinin dinamizmi ve 2050’li yılların Paris görüntüleri muazzam bir atmosfer yaratıyor. Üstelik bunu tonsuz siyah ve beyaz ile betimlemek, cansız varlıklara olduğu kadar, karakter suretlerine de yansıyan enfes kareler yaratılmasını sağlıyor. Cyberpunk bir dünyanın rekliliğini böylesi radikal bir ambiyansla tasvir etmek, aynı dünyanın ruhsuz, soğuk haline mükemmel bir alternatif oluşturuyor. Siyah-beyaz zıtlığının nasıl ayrılmaz bir bütün olduğuna, sahnelerdeki beyaz yoğunluğunun siyaha, siyah yoğunluğunun beyaza ne kadar önemli bir hareket alanı sağladığına, başka bir deyişle bu iki rengin birbirlerini ne kadar çok sevdiğine tanık oluyoruz. Genel atmosferin karanlık oluşu biraz da o çağın ruhsuzluğuna ve karamsarlığına işaret etmekte. Ama beyazın bu bütünlüğü bozmayıp, ona eşlik etmesi de ahengi bozmuyor, yeni bir ahenk yaratıyor. Işığın ve gölgenin diğer tüm renkleri hiçe sayarak yarattığı haklı bir karamsarlık bu.

Başta çizgi roman tutkunları olmak üzere, perdede farklı tecrübeler yaşamak isteyen herkesin görmesi gereken bir film Renaissance.. A Scanner Darkly, Sin City, 300, Paprika gibi başka bir dünyadan seslenen kaliteli sinema deneyimlerinin yanına eklenebilecek bir halka. Konuşma balonları yerine altyazılar var, ama bu bir sonraki sayfada ne göreceğimizin merakını zedelemiyor. Barthélémy Karas yeni neslin Max Payne-Nathan Never karışımı karizmatik-kurmaca-kült karakteri olur mu şüpheli.. Fakat aşina olduğumuz olay örgüsünü bir kenara bırakırsak, sırtını iki renge dayamış bir görsel şölen olarak tekrar izlenmeyi bile hak ediyor.

29 Kasım 2007 Perşembe

Reign Over Me (2007)


Yönetmen: Mike Binder
Oyuncular: Adam Sandler, Don Cheadle, Jada Pinkett Smith, Liv Tyler, Saffron Burrows, Donald Sutherland, Mike Binder
Senaryo: Mike Binder
Müzik: Rolfe Kent
 
Başarılı diş hekimi Alan Johnson’ın (Don Cheadle) birgün uzun zamandır görmediği üniversitedeki oda arkadaşı Charlie Fineman (Adam Sandler) ile karşılaşması ile tekrar başlayan dostluk öyküsü.. Ama Charlie, eski Charlie değildir, çünkü çok sevdiği eşi ve kızları, 11 Eylül saldırılarında ikiz kulelere çarpan uçakta hayatlarını kaybetmişlerdir. Dış görünümünden psikolojisine her şeyi negatif yönde değişen Charlie ile yeni baştan iletişim kurma çabası içine giren Alan, sahip olduğu ailesinin değerini de bu sayede değerlendirme sürecine girer.

Görünüş itibariyle çok sıcak bir arkadaşlık öyküsü işlenebilecek iken, başta Adam Sandler’in inandırıcılık problemi yaşayan ve benimsenmesi güç oyunu yüzünden önemli ıskalamalar yapan ortalarda bir dram. Buna çok sevdiğim Don Cheadle’ın ne uzayan, ne de kısalan yardımcı rolü de eklenince yer yer sıradanlaşıyor. 11 Eylül üzerine hazin bir aile dramından beklediğim sözlerin neredeyse hiçbirini etmeyen, 11 Eylül’ü bir trafik kazasından farklı göstermeyi beceremeyen bir film olmuş. Güzel bir hastasının Alan’ı taciz etmesi her ne kadar filmin psikanaliz rüzgarında kendine yer edinmeye çalışsa da, film ile alakasız durmuş. Jada Pinkett Smith, Liv Tyler, Saffron Burrows gibi hoş bayanların varlıkları yine film ile ilişkilendirilmeye çalışılan tipik yancı konumdan öte bir şeye sahip değil. Yine de bizdeki “deprem” kelimesine benzer bir hassasiyetin onlarda “uçak” kelimesine denk düşebileceğini hissettiren, sevdiğimiz ama uzak kaldığımız dostlarımızın akibetlerini düşündürebilen bir yanı da yok değil.

Bir filmin başına oturduğumuzda kendimizi bir takım beklentilere boğuyoruz. Oyunculardan, yönetmenden, konudan kaynaklı bu beklentiler bizi algı farklılıklarına sürüklüyor. Sanırım benim de Reign Over Me'den beklentim bu film değildi. Fakat izlemiş olmakla zaman kaybettiğimi, pişman olduğumu kesinlikle söyleyemem. Bir kere kendi kulvarlarında müthiş oyuncular olan Sandler-Cheadle ikilisinin kimyasına adapte olabilmek için çok çaba harcadım. Bunda kısmen başarılı olduysam da bu kez hikayenin ele alınış biçimi beni tekrar başladığım yere döndürdü. Üniversitede oda arkadaşı iki insanın tesadüfen karşılaşıp tekrar birlikte takılmaları hakkında, Cheadle yönünden ikna edici olmasına rağmen Sandler için aynı duyguları hissedemedim. Hayır bunu kesinlikle Sandler'ın komedi geçmişi ve onun getirdiği olası güvensizlik endişesine bağlamıyorum. O konuda peşin hükümlü de değildim. Sandler da pekala iyi bir dramın hakkından gelebilmeli. Gerçi kendi adıma buna henüz rastlamadım ama.


Bana göre filmin önemli bir eksikliği olarak gördüğüm Charlie Fineman karakterinin tasarlanışında tutarsızlıklar vardı. Avukatı ve hesabında yüklü miktarda parası olan, pahalı oyuncaklarıyla vakit geçiren, bir grupta davul çalabilecek kadar da sosyal olabilmiş Charlie'nin, ciddi psikolojik yardıma ihtiyacı olan "homeless" görünümlü bir birey oluşu arasında bocaladım. Aynı şekilde Alan'ın Charlie'nin yitirdikleri ile kendi sahip oldukları arasında kurması gereken, ama filmde kurulan bağlantı da zayıf geldi bana. Charlie'nin Alan'ın ailesi ile (onun için zor da olsa) biraz vakit geçirmesi filmin dramatik yapısına çok iyi gelecekti. Beklediğimiz, Charlie'nin geçmişle yüzleşme sahnesi, filmin garnitürü Liv Tyler'ın canlandırdığı psikoloğun soğuk bekleme salonunda değil, Alan'ın eşinin de bulunduğu güneşli bir piknik ortamında yaratılan zıtlıkla çok daha dramatik olabilirdi. Hani güneşli piknik ortamı, herşeye rağmen ümidi, hayata bağlanmayı temsil ediyor safsatası değil kastettiğim. O güneşli ortamı bile yüreğimizde karartabilecek hazin bir yitiriş öyküsünün hissettireceği kuvvetli duygular anlamında.

11 Eylül konusunda böyle bir filmden ırkçı, politik veya önyargı yüklü imalar beklenmiyor elbette. Ama yeni yüzyılın en trajik olaylarından birininin fonunda akan bir film yapılıyorsa, o olaya filmin dokusunu zedelemeden değinmek de mümkün olabilirdi. Aslında bazı yönlerden bu bir fırsattı da.. Kimse Reign Over Me'den bir Michale Moore belgeseli, sahte bir Oliver Stone romantizmi veya Crash gibi Amerika'nın kendi önyargılarını "yabancı" paranoyasıyla çarpıştırıp elde ettiği gerçekten çarpıcı hoşgörü mesajlarını beklemiyor. En azından ben beklemiyordum. Nitekim bunlar olmadığı için de memnunum. Ama bunlar olmuyorsa da "birşey" olmalıydı bu film. Oradaki insanlık dramı, sırf yanlış yer ve zamanda bulunma kaderciliğinden biraz sıyrılmalı, kendi kırılganlığı içinde kısa da olsa 11 Eylül'ü bahane ederek, insan öldürmenin muhasebesini kendince yapmalıydı. Bunu yapmadığı için belki de 11 Eylül terörist saldırıları, film için basit bir dekordan öte gitmedi. Esas amaç bu dekoru sağlamak da olabilir. Lakin her dekorun bir işlevi de olması gerekmez mi?

26 Kasım 2007 Pazartesi

The Dog Problem (2006)


Yönetmen: Scott Caan
Oyuncular: Giovanni Ribisi, Scott Caan, Lynn Collins, Mena Suvari, Don Cheadle
Senaryo: Scott Caan
Müzik: Mark Mothersbaugh

Yazma sıkıntısı ve aynı zamanda sevgi eksikliği çeken bir yazar olan Solo (Giovanni Ribisi), psikoloğunun uyarısıyla bir köpek alır. Başlarda anlaşamasa da, sonradan köpeğe bağlanır. Bir köpek sahibi olmanın getireceği sorumluluk, sevgi, bağlılık kavramlarını hayata uygulama fikirlerinden hareketle, fikir olarak fena sayılmayacak bir hareket noktası olan, lakin basbayağı çapsız bir film. Orada burada bağımsız film demişler kendisine. Bence bağımsız filmlere düpedüz hakaret etmişler. Kokain triplerinden fırlama gibi duran birtakım diyaloglar/sloganlar üretmeye uğraşmış, minik skeçler şeklinde tasarladığı sıradan sahneleri uç uca ekleyip 90 dakikayı tamamlamış. Bunu kim yapmış? Usta aktör James Caan’ın oğlu Scott Caan...

İstanbul Festivali
'nde de Genç Ustalar bölümünde yer alması kanımca resmen bir gaf! Komik olmanın 1 km yanından bile geçmeyen, dramatik olmanın 1 metre yanına bile yanaşamayan, varlığı anlamsız ve gereksiz karakterlerin sıra sıra dizildiği, zayıflıktan kemikleri sayılan bir film. Scott Caan’ın ve hatta Ocean’s serisindeki partneri Casey Affleck’in bırakın karizmayı, oyunculuğu, yazarlığı, yönetmenliği, fotoğraf çekmesi/çektirmesi bile sakıncalı bana göre.. Baba veya ağabey torpiliyle filmlerde görünmek veya kamera tutmak yerine, baba ve ağabey parasıyla bar, restoran, butik falan açsalar daha hayırlı olacak sanki.. Bu filme sonuna kadar tahammül etmemin yegane sebebi, bağımsızlığa uygun kendine has bir tarzı olduğuna inandığım Giovanni Ribisi’nin bulunmasıydı. Zaten bence filmin tek pozitif yönü de oydu. O da muhtemelen arkadaşı Scott’ı kırmamak için bu filmde oynamıştır. Ama yetenekli Ribisi’nin yerinde olsam, kariyerime böyle bir film sokacağıma tavuğu güzelce kızartır öyle yerdim.

23 Kasım 2007 Cuma

Notes On A Scandal (2006)

 

Yönetmen: Richard Eyre

Oyuncular: Judi Dench, Cate Blanchett, Bill Nighy, Tom Georgeson, Andrew Simpson, Michael Maloney

Senaryo: Zoe Heller, Patrick Marber

Müzik: Philip Glass

 

“İki kadın hayatlarını paylaştığında gerilim şiddetli olur. Ama ne fevkalade bir şiddettir o..”

 

Londra'da bir orta öğretim okulunda demir yumruk olarak tanınan, disiplinli ve münzevi kişiliği ile dikkat çeken Barbara Covett, uzun yıllardır kendisine yakın tek bir dostu olmayan yalnız bir kadındır. Kedisi Portia dışında Barbara'nın yanında kimsesi yoktur. Fakat hayatı, çalıştığı okula yeni gelen sanat öğretmeni Sheba Hart'ın varlığı ile değişir. Sheba, Barbara'nın yıllrdır beklediği sıcak ve nazik dosttur. Fakat ona yakınlaştıkça öğrendikleri ilişkilerini sarsacaktır. Sheba öğrencilerinden biri ile aşk ilişkisi yaşamaktadır. Barbara, Sheba'nın bu sırrını kocasına söylemekle tehdit edecek ve hayatının gidişatını değiştirecektir. Herkesin bir sırrı vardır Barbara’nın da öyle… Ve sırlar iki kadının hayatlarının kesişme noktasıdır.

 

 

Zoe Heller’in What Was She Thinking: Notes On A Scandal romanından sinemaya uyarlanan film, birçok yönden iştah kabartan mükellef bir sofra gibi. İlk önce ele aldığı bıçak sırtı konudan hareket edersek, karşımızda aile kurumunun ve arkadaşlığın hassas dengelerini işlediği halde ailecek izlemesi çetrefilli bir film duruyor. Basında ara ara rastladığımız, öğrencisi ile cinsel ilişkiye giren öğretmen konulu haberlerin, genellikle anlamakta güçlük çektiğimiz iç yüzüne gerçekçi ve cesur bir bakış atan filmin, genç-yaşlı, kadın-erkek, öğretmen-öğrenci değerlerini bu yasak ilişki ekseninde sorgulatan güçlü bir bedeni var.

15 yaşındaki öğrencisi ile ilişkiye giren işveli, gizemli, aynı zamanda evli, biri Down sendromlu iki çocuk annesi resim öğretmeni Sheba, yine aynı okuldaki yaşlı, ideallerini yitirmiş, yalnız yaşayan tecrübeli öğretmen Barbara’ nın dikkatini çekiyor ve bir arkadaşlık başlıyor. Barbara, sıkıcı bulduğu Sheba’nın ailesinin kendi tarzına hiç uymayan yaşamlarına tanık olmasına rağmen Sheba’ya olan ilgisini yitirmiyor. Bir gün tesadüfen Sheba’yı öğrencisi ile uygunsuz vaziyette görünce durumu okula bildirmesi gerekirken doğrudan Sheba’ya gidiyor. Sheba’nın geçerli bir sebebi olmayınca Barbara ondan bunu tekrarlamamasını istiyor. Ve dostluk, bu sırla birlikte kaldığı yerden devam ediyor. Buraya kadar kişisel değer yargılarımız doğrultusunda iyi kadın-kötü kadın profilleri üzerinden tarafımızı belirlesek de, akabinde gelişen olaylar, bizi insani çelişkiler zincirine bağlayıp Sheba ile Barbara arasında götürüp getiriyor. Tutkularına esir düşen Sheba’nın verdiği söz ile mücadelesi, biricik kedisi öldüğünde sinir krizi geçiren Barbara’nın, bu acısını haklı sebeplerden ötürü paylaşamayan Sheba’yı cezalandırışı bu zincirin pek çok halkasından sadece birkaçı..

 

İnsanoğlu ihtiyaçları ve sorumlulukları arasında kaldığında bocalama kaçınılmazdır. İhtiyaç olarak gördüğümüz bazılarını her ne kadar ahlaki zeminlere oturtamasak da, bu durum o ihtiyacın insani mazeretini değiştirmez. Bu açıdan, Sheba’nın ihtiyacını anlama sancısı çekmemizin sebepleri tamamen ahlaki. Ama film, sevabıyla günahıyla hümanist refleksleri yadsıyamayışımızın altını gayet güzel çiziyor. İyi ve kötü olma durumu yerine, zayıf olma halini öne çıkarıyor. Üstelik bunu, zaaflarına yenik düşme normalliğini gayri ahlaki bir düzleme taşıyan Barbara ve Sheba gibi iki karakterle yapıyor.

 

Toplumdan topluma veya kişiden kişiye değişen ahlaki değerler ne derece insani özellikleri yansıtır? Bunun vurgusunu kritik köşe taşlarıyla yapabilmek her senaryonun harcı değildir. Patrick Marber’in En İyi Uyarlama Senaryo Oscar adaylığı dahil, pek çok adaylık ve ödül kazanmış senaryosu mükemmel bir işleyişe, parlak müdahalelere, öyküye adaptasyonu kuvvetlendiren karakter analizlerine sahip. Bu tip filmlerin kurgusu zaman zaman sorunlar yaratabilir ve ortaya arzu edilenden farklı tıkanıklıklar çıkabilir. Oysa Notes On A Scandal’daki senkronizasyon, değil tıkanıklık yaratmak, tıkanması muhtemel parçaların bile önünü açar nitelikte. Bunu en iyi Barbara’nın günlüğüne yazdıklarını duyduğumuz kafa sesindeki tasvirlerinden çıkarabiliriz belki de. Bu tasvirlerdeki şiirsellik ve gerçeklik arası kıvamı iyi tutturmuş, bir Sheba’ya, bir Barbara’ya yüklediği takıntılı, sıkıntılı, tekinsiz kimliklerin çözümlemelerini yerinde yapmış, gel-gitleri iyi etüd etmiş bir senaryo bu.. Romanın yarattığı atmosferden algılayabileceklerimiz farklı farklıdır. Ancak kendi çapına ihanet etmeyen bu güzel uyarlama övgüyü hak ediyor.

 

 

Notes On A Scandal, iki farklı kuşağa ait iki usta aktrisin görkemli bir gövde gösterisi aynı zamanda. Sheba ve Barbara’yı önce sunan, sonra geliştiren, sonlara doğru dönüştüren, üzüntü, gerilim, öfke yoğunluklu müthiş bir kimya tutturan Judi Dench-Cate Blanchett ikilisi bir daha başka bir filmde biraraya gelir mi bilinmez. Ama bu gösteri kaçırılmamalı. Yalnız Barbara ile Sheba arasındaki arkadaşlık ve tehlikeli çekimin biraz da senaryo süzgecinden geçirilerek sunulması, biraz eksiklik hissettirebilir. Fakat her iki oyuncu da bu eksiklikleri alçalan-yükselen performanslarıyla bertaraf edebiliyorlar. Yine usta İngiliz aktör Bill Nighy de başlarda vasat seyreden rolünü sonlara doğru, biraz da abartıya kaçarak güçlendiriyor. (Sheba’nın kocası Richard olarak başına gelenlerin ardından, bu abartının göze batmaması da mümkün.) Birinci sınıf oyunculuklar, kanlı canlı bir senaryo, güçlü bir hikaye, cesur bir anlatım, yönetmen Richard Eyre’e fazla yük bindirmemiş. Film müzikleri üstadı Philip Glass’ın tutku dolu müzikleri, filmin inip çıkan tansiyonunu mükemmel tamamlıyor. Notes On A Scandal, kaliteli dram seven izleyiciler için çok iyi bir fırsat.

20 Kasım 2007 Salı

Interview (2007)


Yönetmen: Steve Buscemi
Oyuncular: Steve Buscemi, Sienna Miller
Senaryo: Steve Buscemi, Theodor Holman
Müzik: Nancy Allen

Savaş muhabirliği yapan Pierre hayatının en sinir bozucu işi ile karşı karşıyadır. Kendisine kızgın olan editörü, Pierre'e pembe dizi yıldızı Katya ile röportaj yapması işini verir. Katya'nın kendisi ile ilgili hiçbir fikri olmamakla birlikte, onun içinde bulunduğu yıldızlar dünyası ile ilgili de bir fikre sahip değildir. Katya ile karşı karşıya geldiğinde, birbirlerinden çok farklı hayatlar yaşayan bu insanın dünyaları ve egoları sert bir çarpışma yaşayacaktır. Birbirlerine karşı duydukları bu uzaklık ve yaptıkları sert atışmaların arkasından neler yaşanacağı ise ikisinin de tahmin edemeyeceği kadar farklıdır.

Tek veya kısıtlı mekanlarda geçen filmleri severim. Çok fazla ihmal ettiğim tiyatro ortamını suni de olsa ekran karşısında hissettirdiği için.. Interview da böyle bir film. Teatral ortamlara ilgisi olanlar için çok tatmin edici. Ama filmden sonra kendimi penaltı atışında ters köşeye yatmış bir kaleci gibi hissettim. Çünkü bir savaş muhabiri ile ikinci sınıf bir magazin güzeli arasında geçmesini umduğum diyalogları aynı derecede tatmin edici bulmadım. Oyuncularda ve birbirleriyle uyumlarında da hiçbir sorun yok. Çok sevimlilerdi. Peki bu iki zıt insanın görüşme sayesinde birbirleriyle ilgili keşfettikleri şeyler yok mu? O da var. Lakin başlangıç için Fikret Bila-Şebnem Şeyfır arasında geçmesi muhtemel diyalogların beklentisine girmem, saatimi o olağanüstü keyifli geçecek röportaja benzer bir zamana ayarlamamdan dolayı bana geri kalmış bir saat gibi geldi. Siz siz olun, böyle beklentilerle izlemeyin. Kötü bir film diyemem, her şeyden önce Buscemi’ye ayıp olur.

Filmin orjinali hakkında da hiçbir bilgim yok. Ama bazı sahneleri boşa harcanmış, hatta daha da ileri giderek sıkıcı buldum. Çok fazla özele inildi, ki bence bazıları çok gereksiz, zamana oynayan hareketlerdi sanki. Tamam, zıt kutuplar birbirini çeker. Ama o çekimin kolaylığını, ikilinin birbirlerine bu kadar çabuk ısınmasını, hatta bazen ortak frekanslardan yayın yapmalarını da aceleye getirilmiş buldum. Aslında kısa sürede böyle bir çekim olamaz diye bir şey de yok. Ama burada ancak yer yarıldığında veya editör muhabire gıcık olduğunda yan yana gelebilecek iki karakterden bahsediyoruz. Ambiyansını çok iyi kurmuş bazı filmler insanda o filmin senaryosunu yeniden yazma isteği uyandırıyor. Ne güzel espiriler, cümleler, itiraflar geliyor insanın aklına o filmde olmayan.

18 Kasım 2007 Pazar

Candy (2006)


Yönetmen: Neil Armfield
Oyuncular: Abbie Cornish, Heath Ledger, Geoffrey Rush, Noni Hazlehurst, Tony Martin
Senaryo: Luke Davies, Neil Armfield
Müzik: Paul Charlier

Genç ve güzel sanat öğrencisi Candy (Abbie Cornish) ile şair Dan’in (Heath Ledger) birbirlerine duydukları aşk başlarını döndürmüştür, ta ki onların tüm hayatlarını ele geçirecek olan eroinin sınırlarını zorlayana kadar. Varlıklı eşcinsel dostları Casper (Geoffrey Rush) ise onlara gerek maddi, gerek manevi destek sağlamaktadır. Candy ve Dan evlenirler. Ama uyuşturucuların pençesinde bir yaşam hiç de kolay değildir. Eroinle yakaladıkları haz, Candy’nin kendi vücudunu satmasına ve Dan’in buna göz yummasına varacak kadar, onları ele geçirmiştir. Bağımlılıkları birbirlerine verdikleri sözlerin bile ötesine geçecektir.


Luke Davies’in “Candy: A Novel Of Love and Addiction” adlı romanından Neil Armfield’in beyaz perdeye uyarladığı ve yönettiği Avustralya yapımı Candy, Cennet, Dünya, Cehennem olmak üzere üç bölüme ayrılmış. Bu bölümler didiklenirse aslında basit bir giriş-gelişme-sonuç üçlemesinden ibaret olduğu görülebilir. Çünkü her bir bölüm içinde izleyene cennet, dünya, cehennem kavramlarını hissettirebilecek olaylar dizisi mevcut. Ama bu şekilde isimlendirilerek her bir bölüm içinde kesin çizgilerle bu kavramlara ait ortak bir hava yaratılmamış. Belki kitapta böyle bir hava vardır. Fakat filmde gereksiz durduğu söylenebilir. Yine de uyuşturucu bağımlısı iki sevgilinin tutkulu ve bir o kadar da bunalımlı ilişkisini işleyen bir hikaye çeşitli şekillerde ele alınır/alındı. Candy ise bu çeşitlilik içinde kendine iyi bir yer edinmesi gereken çok başarılı bir dram. Hem anlatım yönünden, hem de çok inandırıcı performanslarıyla kesinlikle çıtanın üzerine çıkabildiği söylenebilir. Şiirsel bir arka planı var. Ancak bu şiirselliği sıkıcı üslup tuzaklarına düşmeden, gerçekçi bir tavırla işliyor. Şiirsel bünyesini de hissettirerek, uyuşturucunun acı gerçeklerini iki aşık üzerinden güçlü bir biçimde perdeye taşıyor.

Tam bu noktada Candy için uyuşturucu temalı bazı filmlerin düştüğü başka bir tuzak daha beliriyor ki, o da aşırı ahlakçı ve sıkıcı didaktik yaklaşımlar. Özellikle gençler için uyuşturucunun sebebiyet vereceği hasarları bir filmden öğrenmek, trajik sonuçları en sert biçimde bir filmde görmek caydırıcı etki yapabilir. Ancak filmlerdeki bu doğrudan mesaj kaygısı, filmlerin sanatsal boyutuna zarar verdiği gibi, ebeveyn baskılarından bunalmış gençler ve sinema sanatına daha fazla önem bahşedenler için tahammül edilemez hale de gelebilir. Özellikle Trainspotting, Requiem For A Dream gibi modern başyapıtlar ve onların izinden gitmeye çalışan bazıları, Tarantino veya Scorsese filmlerindeki uyuşturucu temalarından farklı biçimde uyuşturucu müptelalığına popülist yaklaşmamış, bu bağımlılığı ana hikayenin eğlenceli yan unsurları olarak kullanmayı tercih etmemiş, bu sayede otomatik olarak zaman zaman insanı daraltabilen ahlakçı söylem tuzağına daha yakın durmuşlardır.

Elbette Tarantino ve Scorsese’nin uyuşturuculardan başını kaldıramayan karakterleri ve yan öyküleri, esas anlatmak istediklerini süsleyici nitelikte ve son derece ustaca tasarlanmış zenginliklerdir. Zaten suç öykülerinin vazgeçilmezlerinden olan uyuşturucuların bu filmlerdeki fonksiyonu çok daha farklıdır. Fakat tuzağa daha yakın olan ve açıkça mesaj vermek için orada olan sözünü ettiğimiz başyapıtlar, başımıza “uyuşturucunun zararları konferansı konuşmacısı” kesilmemişler, tam aksine, mesajlarını sinema sanatı sınırları içinde, hatta o sınırları zorlamaktan, aşmaktan çekinmeyen bireysel trajedilerle birlikte vermesini bilmişlerdir. Üstelik bunu sadece olması gerektiğini düşündüğümüz dram kalıpları içinde değil, mizah unsurlarına yedirerek de ustalıklarını kanıtlamışlardır. Tam anlamıyla bir başyapıt olarak niteleyemesek de Candy’nin durduğu yer, aleni mesajını sinema kalıplarında saklamayı tercih eden filmlerin yanıdır. Ayrıca uyuşturucu odaklı olması, çok güzel bir aşk hikayesi işlemesine de engel değil. Kaldı ki odak noktasını uyuşturucu ve aşk arasında eşit oranda bölüştürdüğünü de söylemek hiç de yanlış olmaz.


İki ana karakter Candy ve Dan aslında bu tarz filmler için yeni sayılmaz. Özellikle Requiem For A Dream akla geldiğinde karakterler arasında bütünüyle olmasa da ortak özellikler bulmak mümkün. Ama bu durum Candy’yi taklitçi yapmıyor. Şair olduğuna ikna olmamız beklenen, bir baltaya sap olamamış Dan ile ona körkütük aşık Candy’nin bağımlılık ve aşk ilişkilerinin çıkış noktalarını, yani hikayenin başlangıcını anlatmadan başlaması, Candy’nin artılarından. Çünkü onların nasıl aşık olduklarını veya nasıl uyuşturucuya başladıklarını görmek böylesi bir film için zaman kaybı olacaktı. Zaten bu hayatları başa sarmadan da onların içinde bulundukları duruma adapte olmada hiç sıkıntı çekmiyoruz. Uyuşturucunun da, aşkın da her ikisi için bağımlılık haline geldiği vurgusu, ikilinin bu ilişkisinin etrafına şeffaf bir duvar örüyor. Bu sayede muhtemelen uyuşturucu ve benzeri kimyasalların bağımlısı olmayan bizler ile, aşk gibi ortak bir duygunun bağımlısı olabilecek kapasitedeki bizler arasında bir eşitlik sağlanıyor. O şeffaflığın içindeki Dan ve Candy ile daha kolay iletişim kurabiliyor, ama bir yandan da onları bir fanustan izler kıvamda hissedebiliyoruz.

Uyuşturucu parası için sevgilisinin başka erkeklerle yatmasına göz yumacak kadar bencil ve karaktersiz olarak gördüğümüz Dan, bir yandan da Candy’ye olan sadakati ve saflığı yüzünden ona acımamıza sebep olabiliyor mesela.. Anlatıcı konumda olmasına rağmen onun iç dünyası hakkında kolay fikir yürütemediğimiz anların çokluğu, hem senaryo, hem de Heath Ledger kaynaklı olabilir. Ama bu film için en kesin konuşabileceğimiz özelliği Candy’ye olan aşkı, ki bu da anafikir için yeterli. Filme ve kitaba adını haklı olarak vermiş olan Candy ise ilk başta Dan’in uyuşturucu batağına sürüklediği güçsüz kız imajı sunsa da, bağımlılığın getirdiği sınır tanımayan cesaret ile donatılmış, ailesi, uyuşturucu ve Dan arasında sıkışmış isyankarlığı temsil ediyor. Yaptığı seçimler kendisine ait. Dan’in bunlara karşı duramamasının sebebi de Candy’nin aciz bir kadın olmamasından kaynaklı. Buradaki gerçek zayıflığın adı uyuşturucu, ki zaten ortada olan bu gerçek, böyle bir hikayede çok anlamlı bir mesaj haline geliyor. Hırsızlık ve fuhuşun hizmet ettiği, tüm direnişlere rağmen aşk gibi büyük bir duyguyu bile kendi kitabına uydurabilecek uyuşturucu..


Candy, çok etkileyici sahnelerle bezeli bir film. Sinir krizlerini, öfke, ağlama ve uyuşturucu nöbetlerini, sevişme/savaşma anlarını cesaretle ve doğallığı arayarak resmetme iyi niyetinde.. İki cankinin aşkını konu alan bir filme yakışacak bunaltıcı atmosfer, iki canki arınmak için kırsala taşındıklarında bile değişmiyor. Havuz dibindeki ağırçekim görüntüler, hazin doğum sahnesi, abartıya kaçmayan uyuşturucu tripleri, ikilinin uyuşturucuyu bırakmak için kendilerini TV’li, bol abur-cuburlu bir eve kapattıkları nefis bölüm, kırsaldaki eve Candy’nin yaptıkları, Candy’nin film boyunca yüzünden tuhaf bir gülümseme eksik olmayan babası ile sarılarak ağladığı ve yine Candy’nin kavanozdan yere dökülen balı izlediği sahneler çok çarpıcı.

Heath Ledger’in belli belirsiz, ama konuyu idrak etmiş oyunu, kayıp ruhlu bir bağımlıya çoğu zaman uyum gösteriyor. Usta aktör Geoffrey Rush’ın canlandırdığı zengin eşcinsel Casper karakterini, Dan’in filmde söylediği Casper hep istediğiniz bir baba gibidir. Lolipop yemenize, gazlı içecekler içmenize ve geceyarısı filmlerini izlemenize izin veren bir baba..ifadeleriyle tanımlamak mümkün. Çok fazla görünmemesine rağmen varlığı ile güven veren Rush, renkli sayılabilecek bir yan karaktere hayat veriyor. Ama bu film esasen genç, güzel ve yetenekli oyuncu Abbie Cornish’in gösterisi.. Tutkulu aşık, yetenekli ressam, iflah olmaz bağımlı, zoraki fahişe, annesinin baş belası, babasının küçük kızı, kısa süreli de olsa acılı anne gibi birbirinden kopuk duran kıyafetleri üzerinde o kadar iyi taşıyor ki, biraz Charlize Theron’u andıran güzel yüzünü, olağanüstü bir performansla birleştirip, perdede iz bırakan bir tecrübe yaşatıyor.

Candy, sakin, sürükleyici, ürkütücü, gerçekçi, bunalımlı ve acıklı bir aşk hikayesi. Sahnelerin ruhuna uygun mekan seçimleri, etkileyici şarkılarla bezenmiş müzikleri, hele de acıklı finalde çalan benzersiz Tim Buckley klasiği Song To The Siren, mütevazi bir bağımsızın sağlam ayak seslerini duyuruyor. Uyuşturucu için söyledikleri, kelimelere yer bırakmayan türden. Fakat kelimelere yer bıraktığında ise Casper’in cümlesindeki gibi şeyler söylemekten geri durmuyor: "Bırakabileceğin zaman bırakmak istemezsin, bırakmak istediğinde ise bırakamazsın!.."

15 Kasım 2007 Perşembe

Eduart (2007)


Yönetmen: Angeliki Antoniou
Oyuncular: Eshref Durmishi, André Hennicke, Adrian Aziri, Gazmend Gjokaj
Senaryo: Angeliki Antoniou
Müzik: Konstantinos Christides, Minos Matsas
 
Rock yıldızı olabilme hayalleriyle Yunanistan’a gelen Eduart, küçük hırsızlıklarla geçimini sağlamaya çalışan bir genç. Yolsuz kalınca, evinde kaldığı çocukluk arkadaşının tavsiyesiyle bir gay barda yaşlı bir adamı para karşılığı memnun etmeye karar veriyor. Ancak adam ertesi sabah feci bir cinayete kurban gitmiş olarak bulunuyor. Cinayetten Eduart’ı sorumlu tutan arkadaşı onu evden kovunca memleketi Arnavutluk’a dönüyor. Ancak orada da, evden ayrılırken annesinin parasını yürüttüğünden haberdar olan babası tarafından polise ihbar edilince hapishane klişeleri başlıyor. Kimi yerlerde ortaokul müsamerelerini andıran amatör bir oyunculuk, anlatacak fazla bir şeyi olmadığı gibi, olanı da durmadan dağıtan bir acemilik (dağıtacak fazla bir şeyi olmadığı halde dağıtabilen filmler çok azdır!) ve kendine başrol olarak seçtiği Eshref Durmishi isimli gencin oyunculuktan bihaber halleriyle Eduart’ı, çok sıkıcı, kötü, ruhsuz buldum.
 
Fedakar bir anne, fedakar bir kızkardeş, zalim bir baba, bırakın flaş olmayı, varlığı bile anlaşılmayan çocukluk anılarına yapılan geri dönüşler gibi basit numaraları bile koz haline getiremeyen bir acizlik. Dikkat çekmek için konduğunu bas bas bağıran bir tecavüz bölümü, şaşırttığını sanan bir flashback final, etrafa şaşkın bakışlar atmanıza sebep olacak tuhaf bir vurulma sahnesi de o acizliğin uzantılarından. Hapishane doktoru rolünde usta Alman aktör André Hennicke’yi bu filmde görmek, amatör bir takımın sahaya sürdüğü profesyonel gibi tuhaf geldi bana. Selanik Film Festivali’nde ne kadar adaylık varsa hepsinden ödül almış bu film, Yunanistan’ı temsilen Oscar aday adayı bile olmuş. Hani Yunanistan Oscar ödüllerini protesto amaçlı bu filmi yolluyor deseler tamam, fakat kesin olan bir şey var: Bu filmi beğenmeyenler Selanik jürisi kadar sinemadan anlamıyor demektir.

11 Kasım 2007 Pazar

Black Snake Moan (2006)



Yönetmen: Craig Brewer
Oyuncular: Samuel L. Jackson, Christina Ricci, S. Epatha Merkerson, Justin Timberlake, John Cothran Jr.
Senaryo: Craig Brewer
Müzik: Scott Bomar

Lazarus’un (Samuel L. Jackson), hayatının kadınını bulduğuna inanarak evlenmiş; blues şarkıları söylemeyi bırakmıştır. Karısı tarafından aldatılıp evliliği paramparça olunca, sadece hayallerini kaybetmez; ihanetin getirdiği aşağılanmada ruhunun da kaybolduğunu hisseder. Aradığı huzuru yeniden eski dostu gitarında ve blues şarkılarında bulmaya çalışır. Ta ki karşısına Rae (Christina Ricci) çıkıncaya kadar… Bilincini kaybedinceye kadar dövülen Rae, asfaltın kenarına yarı çıplak halde bırakılmıştır. Lazarus onu bulduğunda Rae ölmek üzeredir. Tanrı korkusuyla dopdolu olan orta yaşlı adamın, tekrar sağlığına kavuşturmaya çalıştığı bu genç kadının aslında kendi hayatını mahvetmiş bir sokak fahişesi olduğunu anlaması uzun sürmez. Üstelik anksiyete / endişe kaynaklı ruhsal rahatsızlığı vardır.

Çocukluğunda tecavüze uğrayan ve annesi tarafından terk edilen Rae, telefon defterindeki her erkek tarafından kullanılmış bir kadındır. Daha iyi bir yaşama kaçmak için son umutlarını Ronnie’ye (Justin Timberlake) bağlamıştır. Ancak Ronnie’nin askere gitmesi üzerine son umudu da söner. Uyuşturucu bağımlısı olan Rae’nin hayata tutunabilmek için bildiği tek yol, kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için önüne çıkan her erkeğin her istediğini vermektir. Ta ki karşısına Lazarus çıkıncaya kadar. Lazarus, Rae’yi şeytani duygulardan arındırmaya karar vermiştir. Uygulayacağı yöntemle kendinde var olan çözümlenmemiş erkeksi intikam duygularını da dışavurmuş olacaktır. Genç kadını radyatöre zincirledikten sonra sıradışı metodlarını uygulamaya başlar. Rahip R.L. (John Cothran) bu duruma karşı çıkıp müdahale ederse de Lazarus ile Rae zor olanı başaracaklardır. Rae’nin kendine sakladığı duygularını açığa çıkartmayı başaran Lazarus, Rae’yi kurtararak kendisini özgürleştirmek istemiştir.


Hayatını da blues şekilde yaşayan çiftçi/müzisyen Lazarus ve onun karşısına çıkan, sevgilisini askere yollamış nemfoman Rae, tam da bir blues şarkısından fırlamış bir öyküyü yaşıyorlar adeta. Karısı tarafından aldatılmış, terkedilmiş Lazarus ne kadar uğraşsa da aşkını geri kazanamıyor. Bir sabah suratı dayaktan Çarşamba pazarına dönmüş halde yolda bulduğu Rae’yi evine götürmesi, Rae’nin rahatsızlığını çok geçmeden fark etmesi üzerine inanç sahibi olmasının da dengeleyiciliği ile onu zincirlemesi, hatta içine girdiğini düşündüğü şeytanı çıkarma gayreti, işte o tekdüze görünen blues ritimlerinin aslında ne kadar farklı tonlar içerdiğini ispat eden bir blues şarkısının renkliliğine benziyor. Bağımsız bir karaktere sahip olan filmin herhangi bir gişe müzikali bekleyenlerden çok, blues yelpazesiyle serinleme tecrübesi geçirmiş izleyici kitlesini daha fazla memnun edeceği kesin. Diğer türlü yavan gelebilir, haksız biçimde çamur bile atanlar çıkabilir. Bence, bluesy bir hikayeyi alıp, hikaye içinde küçük hayatlar anlatıp komedi-dram muğlaklığı yakalamış nadir Hollywood işlerinden biri.

Hem iyi bir filmi, hem de Craig Brewer adındaki yönetmeni. Black Snake Moan’un en beğendiğim özelliklerinden belki de en önemlisine değinmem gerek. Çok fazla örneği olmayan blues temalı bir filmde iki adet müthiş müzikal ana şahit olmayı pek beklemiyordum. İlki, Lazarus’un Rae’ye gitarıyla Kara Yılan hikayesini anlattığı bölüm ve yine Lazarus’un kasabanın kulübünde grubuyla sahneye çıkıp Alice Mae’yi, ardından Stack-O-Lee’yi söylediği fena halde gaza getiren müthiş sahne. Samuel L. Jackson, Craig Brewer, Alice Mae, hangisinin sayesinde olursa olsun kısa fakat büyülü bir andı benim için. Zaten yeterince iyi bulduğum filmi daha da renklendiren sahnelerdi.


Samuel L. Jackson’un gereksiz abur cubur merakına ara verdiği ve bana göre taa 98 yapımı The Negotiator’dan sonraki en dişe dokunur performansı sayılabilecek Lazarus rolü harika. Jackson, Lazarus’un sapına kadar blues bir adam olduğunu idrak ettirmede hiç sorun yaşamıyor. Söylediği türküler de cabası. Christina Ricci’ye ise bu film dahil, izlediğim hiçbir filminde inanmadım. Timberlake ne ise, Ricci de o benim gözümde. Kaldı ki Brewer, Timberlake'i tam olması gerektiği gibi kullanıp verim almış diyebiliriz. Yani bence Ricci kadar fukara durmamış sanki. Ricci’nin filmde kritik bir pozisyonda olması da dezavantaj gibi. Ama dedik ya, Craig Brewer artık yükselen bir değer ve neyi, kimi, nerede tutacağına, nasıl göstereceğine çok hakim. Ricci’nin yalancı ezikliğine, Rae’nin enteresan tasarımı ile cevap veriyor Brewer.. O tasarımın gücü karşısında sadece bedenen durmayı beceren Ricci’den de yağ çıkarmasını bilmiş. Filmin başında 1902 doğumlu blues efsanesi Son House’un bir sokak bilgesi edasıyla söyledikleri ışığında, blues müziğin en derininde, en dibinde sadece aşkın olduğunu, Black Snake Moan’un aşk anlayışına vakıf olduğumuzda ise bu aşkın birdenbire kucağımızda bulmadığımız, kirden, çamurdan altın haline getirdiğimiz kutsal bir duygu olması gerektiğini anlıyoruz.

30 Ekim 2007 Salı

Was nützt die Liebe in Gedanken (Love In Thoughts) (2004)


Yönetmen: Achim von Borries
Oyuncular: Daniel Brühl, August Diehl, Anna Maria Mühe, Jana Pallaske, Thure Lindhardt
Senaryo: Hendrik Handloegten, Annette Hess, Alexander Pfeuffer, Achim von Borries
Müzik: Thomas Feiner
 
1927 Almanya’sında genç bir şair olan Paul Krantz ve zengin bir aileden gelen Günther Scheller okul arkadaşı ve aynı zamanda çok iyi dostturlar. Günther, Paul’ü ailesinin Berlin dışındaki doğayla iç içe yazlıklarına davet eder. Daha önce Günther’in güzel kızkardeşi Hilde ile tanışmış ve çok etkilenmiş olan Paul, onu yeniden görmek umuduyla yazlığa gider. Hilde de oradadır. Paul ve Günther, kendi aralarında belirledikleri kuralları ve aşk odaklı ilkeleri bulunan bir “İntihar Kulübü” kurarlar. Orada kaldıkları günün ertesinde yazlık evlerinin bahçesinde bir parti vermeye karar verirler. Bu parti pek çoğu için unutulmaz anılara sebep olacağı gibi, sonrasında da telafisi mümkün olmayan yaralara yol açacaktır.

Cümle çevirisi “düşüncelerdeki aşk neye yarar?”, İngilizce adı Love In Thoughts olan Was nützt die Liebe in Gedanken, savaşın gölgesinde sürmesine rağmen daha çok o gölgenin serinliğinde seyreden, karmaşık olduğu kadar, potansiyel sertliğini kırılganlığıyla çok ince biçimde törpülemiş küçük aşk hikayelerine sahip bir gençlik filmi. Açılışta günümüz Alman sinemasının en popüler isimlerinden olan Daniel Brühl’ün canlandırdığı Paul Krantz’ın sorguya götürülme sahnesi filmi mesaj kaygılı politik bir dram sanmamıza yol açabiliyor. Ancak sorgudan da anlaşılacağı gibi detayları vermeden elim bir şekilde sonuçlandığını anladığımız bir takım olaylar zincirini geri dönüşle izlemeye başlıyoruz.
 
Savaş ve politika kavramlarına sadece bir iki noktada değinen ve bunu hemen hemen hiç hissettirmeden yapan filmin esas meselesi savaş, burjuvazi, idealizm, sanat ve en önemlisi cinsel bunalım içinde sıkışmış görünen, bu çıkmaz içinde aşkı ve cinselliği arayan beş gencin birbirleriyle olan gerilimli, ama özünde yaralanmış ilişkileri diyebiliriz. Hepsi hakkında kolektif çıkarımlarda bulunmamızı sağlayabileceği gibi, özellikle bireyler üzerine yoğunlaşarak da incelenmesini mümkün kılan güçlü bir omurgaya sahip olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Paul ve Günther’in yakın dostluğu ekseninde gelişen yan karakterlerin, daha sonra bir bütünün parçaları olduklarını hissettirmeleri dikkate alındığında, yönetmen Achim von Borries’in eser uyarlamalarında sıkça düşülen monotonluğa kapılmadığı gözleniyor. İşçi sınıfına ait Paul ile burjuva Günther’in sınıf önyargılarından uzak dostlukları, sevgiye aç yüreklerinin ve gençlik ateşlerinin de verdiği heyecanla onları kendi aralarında aşk temelli bir İntihar Kulübü kurmaya kadar götürüyor. Yasaları, idealleri ve hırsı olan bir kulüp.
 
 
İşbu yönetmelik ile İntihar Kulübü'nün yasalarını belirliyoruz.
Üyeleri; Paul Krantz ile Günther Scheller'dir.
Madde 1: Bu intihar kulübünün adı Fehou'dur.
Madde 2: Âşk, uğruna ölmeye hazır olduğumuz tek nedendir.
Madde 3: Âşk, uğruna öldüreceğimiz tek nedendir.
Bu nedenle bir kere daha âşkı hissedemeyeceğimizi anladığımızda hayatımıza son vereceğimize yemin ederiz. Ve âşkı bizden çalanları da yanımızda götüreceğiz.

Paul ve Günther’in yakın dostluğu, Paul’ün Günther’in kızkardeşi Hilde’ye olan aşkını etkilemiyor. Paul’ün Günther’den gizleme gereği duymadığı, Günther’in de bundan rahatsızlık duymadığı, hatta Hilde ile ilgili tüyolar bile verdiği bu aşk, şartlara rağmen Paul için imkansız bir noktada aslında. Paul, daha önce cinselliği tatmamış bir genç olarak, kontrollü bir tutku, şiirsel bir hevesle seviyor Hilde’yi. Oysa ayran gönüllü, maymun iştahlı, bir film noir kadrosuna famme fatale kontenjanından doğrudan katılabilecek denli kalp kırıcı Hilde, kendisinin de itiraf ettiği üzere tek bir erkeğe saplanıp kalacak bir yapıya sahip değil. Başlangıçta Paul gibi düzgün ve hem duygusal, hem cinsel yönden saf kalmış bir erkeğe kişiliği gereği fareyle oynayan kedi kisvesiyle yaklaşıyor. Hilde, Paul’e tamamen ilgisiz değil. Ancak onun karakterinde bir kadın, Paul’ün ve diğer erkeklerin kendisine olan tutkusundan beslenen, sevmekten çok sevilmeye aşık bir Venüs edasında. Yaşadığı burjuva hayatının da bunda payı büyük. Öyle ki, şiirsel güzelliği ile etrafındaki tüm hemcinslerini ekarte ettiği gibi, varlıklı bir soyun efradı olarak erkekleri de “kullan at” eşyası olarak görmesi kaçınılmaz. İstediğini elde edeceğinden hiç kuşkusu olmayan, zaten ağabeyi Günther’in de söylediği gibi hiç de teorik olmayan, proletaryayı seven bir kadın Hilde.. Bunu belki de en istikrarlı gönül eğlencesi olan mutfak işçisi Hans ile olan ilişkisinden anlıyoruz. Dolayısıyla burjuvazi karşısında gariban kalan Paul’ün Hilde ile şansı da var denebilir. Hilde de bunun farkında. Ama dediğimiz gibi, gücünü sevilmenin şımarıklığından alan Hilde için, Paul’ün platonik ürkekliği bile kafi geliyor. Kısaca Paul’ün romantizmi ne kadar Hilde’ye fazla geliyorsa, Hilde’nin uçarılığı da Paul’e o kadar fazla geliyor.


Günther ve Hilde’nin ağabey-kardeş ilişkisi, 2003 Bernardo Bertolucci filmi The Dreamers’daki Theo ve Isabelle’in ilişkisini anımsatıyor. Burjuvazinin kendilerine bahşettiği cinsel özgürlüğü doyasıya yaşayan ikiliden Günther’in eşcinselliğine karşın gerçek aşkı bu tercihte arama istikrarı ile, Hilde’nin erkekleri parmağında oynatma hevesi her ne kadar farklılık gösterse de, ikisinin de cinsel tercihlerinin hayati bir ortak noktası mevcut. O da hem Günther’in eşcinsel tutkusuna, hem de Hilde’nin sevdiği proletarya konumu yanında havalı bir şımarıklığa sahip olan mutfak işçisi Hans.. Biseksüel hoyratlığıyla Günther ve Hilde’nin cinsel açlıklarını karşılayan, tutku ile boş vakit eğlencesi arasındaki sınırda gezinen bir seks oyuncağı.. Bu karışık üçlü arasında cinsel manada kendine bir yer bulamayan bakir Paul, Hilde’ye olan aşkını romantik sınırlar dahilinde açığa vuramayacağını anladığında tüm savunma silahlarını kaybediyor.
 
İşte tam bu noktada Hilde kadar güzel, alımlı ve özgür olmadığının farkında olan, saf fakat her normal gencin yaşamaktan kaçamayacağı cinsel yoğunluğa sahip olan Elli ile Paul’ün yollarının kesişmesi kaçınılmaz oluyor. Paul’e karşı ilgisini gizlemeyen Elli, Hilde’nin kör ettiği Paul için kendini sunduğunda, artık savunmasız kalmış, belki de aşka ve cinselliğe her zaman savunmasız olan Paul’ün hamlesi de gayet normal oluyor. Bir anlamda hem Paul hem de Elli, Hilde’nin gölgesinden kısa süre de olsa kurtulup, filmin bizi ilişkilere yabancılaştıran omurgasından bir nebze uzaklaştırmayı başaran bir kaçamak yaşıyorlar.

Tüm bu ilişkilere, filmin çoğunun geçtiği yaz evindeki parti gecesinde tanık oluyor olmamız, filmin anlatım gücünü kanıtlıyor. İçkinin su gibi aktığı, şarkıların söylenip, dansların edildiği, gençlerin birbirlerine temsil ettikleri cinsel kimlikleri kişilikleriyle harmanladıkları bu gece, tahmin edileceğinin aksine kasvetli ve gerilimli bir atmosferde, sessiz sakin biçimde yaşanıyor. Fakat bu gecenin sabahında şehirdeki evlerinde yaşananlar, yönetmen Achim von Borries’in özenle bizi hazırladığı olacakların bilinmezliğine götürdükçe, gerçek olaylara dayalı bu hikayenin trajik sonuna da kavuşmamız o derece çarpıcı olabiliyor. Akşamdan kalma kör bir sabaha uyanmak ve o sabahı cezalandırmak gibi bir duygunun yakanıza yapışması gayet mümkün.
 

Filmin kişilik yelpazesini genç oyuncuların başarılı performansları ile yüzümüze salladıkça, gençlerin birlikte sabahladıkları yaz evinin koyu serinliği yüzümüze vuruyor adeta. Paul Krantz’ı canlandıran Daniel Brühl, Günther rolüyle belki de filmin en tekinsiz yüzüne ve oyununa sahip August Diehl, Hilde olarak izlediğimiz ve yakın zamanda yitirdiğimiz usta aktör Ulrich Mühe’nin kızı Anna Maria Mühe, Elli rolüyle Jana Pallaske, Hans rolüyle de beklenen Sean Penn filmi Into The Wild’ın kadrosunda da bulunan Thure Lindhardt, yukarıda saydığımız aşkın, tutkunun ve cinselliğin türlü hallerini cesur performanslarla izleyene aktarıyorlar. Oyuncu ve görüntü yönetimiyle insan doğasından ve doğa manzaralarından çok güzel planlar çıkarmış, müziğiyle hikayenin yoğunluğunu ve belirsizliğini daha da koyultmuş güçlü bir film Love In Thoughts.