1 Aralık 2007 Cumartesi

Renaissance (2006)

 
Yönetmen: Christian Volckman
Senaryo: Mathieu Delaporte, Alexandre de La Patellière, Jean-Bernard Pouy, Patrick Raynal
Müzik: Nicholas Dodd

Paris, 2054. Genç ve başarılı bir araştırmacı olan Ilona Tasuiev kaçırılır. Fidye istenmemektedir ve onu bulmak için yapılan ilk girişimler boşa çıkar. Dev bir çok uluslu şirket olan Avalon ve kızın işvereni onu ne pahasına olursa olsun kurtarmak istemektedir. Avalon’un yönetim kurulu başkanı Dellenbach bu davada rehin kurtarma uzmanı ve teşkilatın en tartışmalı polisi memur Barthélémy Karas’ın görevlendirilmesini ister. Karas, Ilona ile gözden düşen bilim adamı Dr. Jonas Muller’in arasında bir bağ olduğunu öğrenir ve Ilona’nın kendisi kadar güzel kız kardeşi Bislane ile buluşur. Kayıp kızın ilgi çekici bir resmini oluşturur ve kar yağmaya başlayınca onun Paris’te yeni ortaya çıkan şehir ormanlarındaki hareketlerini takip eder: O da izlenmektedir ve tehdit edilir, tanıklar öldürülür ve birisi de onu öldürmeye çalışır. Polis artık avının kurban mı yoksa suçlu mu, melek mi şeytan mı olduğunu bilmemektedir. Ilona’nın izini sürmek artık Karas için belki de tüm halk için bir ölüm kalım meselesi haline gelmiştir. Ilona, insan ırkının geleceğini belirleyecek bir protokolün bilimsel anahtarını tutmaktadır.

Uzakdoğulu örneklerinden pek fırsat bulamamış olsa da Fransız animasyonlarının da bu rengarenk dünyada önemli bir yeri olduğu muhakkak.. Mesela uzun zaman önce televizyonlarımızda oynayan Clémentine ve Les Mondes Engloutis (Kayıp Dünyalar) isimli animasyonlar, gerilim, bilim kurgu, dram türlerini pek alışık olunmadık biçimde çizgi dağarcığımıza yerleştirmişlerdi. Kurmaca medeniyetler, kültürler ve son derece parlak bir zekanın ürünü olan teknolojik araç gereçlerin yer aldığı bir yaratıcılık ürünüydü. Japon animeleri ile benzerlikleri olmasına rağmen, psikolojik ve felsefi tabanıyla yediden yetmişe herkesin ilgisini çekmişti. Hala da izleniyor olması, zamansızlığının en büyük kanıtı. Yine efsanevi Lucky Luke’ün (Red Kit) uzun soluklu komik maceralarını büyük bir keyifle izlemiştik. 2003 yılında Sylvain Chomet’in En İyi Animasyon Oscar adaylığı dahil pekçok adaylık ve hatırı sayılır festivallerde 20’ye yakın ödül kazanan Les Triplettes de Belleville’in haklı başarısı da Fransız animasyonlarına yeniden dikkatleri çekti. Özellikle 90’lı yılların başında artan yapımlar Fransız sinemasının karakteristik özelliklerinden bol miktarda beslendiği gibi, yeniliklere açık, kendi türüne has bir vizyon da geliştirdiler. Günümüze kadar gelmesine rağmen bu akımın örneklerine uluslar arası arenalarda pek rastlanmıyor veya bağımsız duruşlarından ötürü tanıtım yapılmıyor. Ama bu türe gönül verenlerin yakından takip ettiği üzere, Uzakdoğu hakimiyetindeki anime yapımları arasında kendine yer bulan Fransız prodüksyonlar sofraya ayrı bir tat katıyor.

Türünün sağlam örnekleri arasında gösterebileceğimiz Renaissance’ı hem grafik açıdan, hem de uzun metraj bir film kimliğinde değerlendirdiğimizde her iki janrın gereklerini yerine getirmiş olduğunu söyleyebiliriz. Oldukça tanıdık çağrışımlar yapabilecek konusu ve konuyu işleyiş biçimi ile malum kıvrılmalar ve kırılmalar geçiren Renaissance, farklılığını konusundan ziyade, üzerinde çok konuşulması gereken görselliğinden alıyor. Philip K. Dick ruhunu, 50’li yılların kimi Fransız film-noir bileşenlerini ve klasik bilim kurgu polisiye öğelerini bir kazana atıp, çizgi roman zihniyetine sonuna kadar sadık olan kurgusuyla pişiren, tüm bu karışım karışıklığına rağmen derli toplu denebilecek sürükleyici bir film. Gerek şekil, gerekse anlatım yönünden Dick uyarlamaları ile, özellikle de Minority Report ve A Scanner Darkly ile uzaktan akrabalık kurmaya çalışan Renaissance, kurgusal bir zamanda geçen, ancak günümüz normlarında hala geçerliliğini koruyan güzellik ve ölümsüzlük kavramlarını ilişkilendirerek etik seslendirmelerde bulunuyor. Özellikle kozmetik dünyasının zirve isimlerinden birine yaptığı Av)al(on göndermesi ile sırf sembolik kalmayıp, esrarengiz kaçırılma hikayesinin köşe taşlarını da bu göndermenin ahlaki sebep-sonuçlarına uygun şekilde tasarlıyor. Avalon’un reklam sloganı olan “sağlık, güzellik, uzun yaşam” ifadelerini filmin başında ve sonunda tekrarlayarak, aynı cümlenin filmin başı ile sonu arasında izleyici üzerinde bırakacağı farklı etkiyi de test ediyor.


Hayat boyu güzel görünmek, yaşlılığa meydan okumak için göze alınan fedakarlıklar, yapılan harcamalar, çekilen çileler ve başvurulan sahtelikler tüm hızıyla sürüyor. Tüketim toplumunun ve özellikle metropol bireylerinin sıkça rağbet ettiği estetik ameliyatlar, çeşit çeşit kozmetik ürünler, doğal olmayan yöntemler, kimyasal maddeler hep bu güzellik, estetik, sağlık arayışının araçları olmaya devam ediyor. İşte insanoğlunun ümitsizce zamana meydan okuma çabalarını, doğal akışına bırakmadan uzun yıllar güzel görünme saplantısını fırsat bilen büyük şirketler, durmak bilmeyen keşifleri ve pazarlama stratejileri ile bu zayıflıklara çanak tutuyor, o çanağı da para ile dolduruyorlar. Doğal güzelliğine sahip çıkamayan yapay bir nesil işte böyle vücuda geliyor. Kurmaca tekno bir çağda ise bireylerin bu bitmek bilmeyen estetik kaygıları, ölümsüzlük arayışına kadar dayanmaya başlıyor. Bu ihtiyacı karşılamak için parlak beyinleri keşfeden, onları sömüren şirket felsefeleri, hem değerlerini elde tutmak, hem de teknoloji casusluğuna, insanlar üzerinde yapılan tuhaf deneylere kadar varan iktidar hırslarını kurumlarının geleceğine taşımaktan çekinmiyorlar.

Renaissance’ın bayrağını salladığı en önemli mesaj bundan ibaret. Ulaştığı sonuç ise, ölüm olmadan hayatın anlamsız olacağı.. Gerçekten çok anlamlı. Lakin bu mesajı daha öncesinde duyduğumuzdan farklı biçimde duymak yerine, klişelerden beslenerek semirmiş bir şekilde almak, böylesi heyecan verici bir projeye birkaç numara küçük geliyor. Klişelerden devşirilmiş olay sıralamasını zevk ve heyecanla izlememizin tek sebebini filmin görsel cazibesine bağlamak istemiyor insan. Aslında bu sıralamadan sıkılmak ya da zevk almak izleyene kalmıştır. Fakat sadece konu açısından yeterli heyecan ve sürpriz bulmak bir izleyene göre güçleşmeye başladıkça, filmin grafik ustalığının da güme gitme riski artıyor. Yönetmen Christian Volckman ve filmin yazar/animasyon/adaptasyon ekibi bu durumu grafik zeka ile bertaraf etmek istemiş bile olabilirler. Barthélémy Karas’ın, Los Angeles sokaklarında çörek ve kahvesi ile suçlu avlayan kurt polislerden farkı olsun istiyor insan. Veya “fatale” olamamış bir “famme” görüntüsü veren, alıcımızın ayarlarıyla oynadığımızda ise “fatale” kısmının sadece sigara içen yanı olduğunu anladığımız Bislane, yeterince “kötü” planlanmamış olan filmin baş kötüsü Dellenbach, sırları ilginç, kendisi sıradan bilim adamı Muller ve haliyle bir bedel ödeme görevi üzerine düşen Ilona’nın da fark yaratması bekleniyor belki de.. İşte bu beklentinin sorumlusu da Renaissance’ın görsel çekiciliği olsa gerek.


Zemini camdan oluşan meydan, Avalon şirketinin arşiv departmanı teknolojisi, Ilona’nın hapsedildiği simülasyon gibi yaratıcı fikirler, bina ve mekan tasarımları, takip sahnelerinin dinamizmi ve 2050’li yılların Paris görüntüleri muazzam bir atmosfer yaratıyor. Üstelik bunu tonsuz siyah ve beyaz ile betimlemek, cansız varlıklara olduğu kadar, karakter suretlerine de yansıyan enfes kareler yaratılmasını sağlıyor. Cyberpunk bir dünyanın rekliliğini böylesi radikal bir ambiyansla tasvir etmek, aynı dünyanın ruhsuz, soğuk haline mükemmel bir alternatif oluşturuyor. Siyah-beyaz zıtlığının nasıl ayrılmaz bir bütün olduğuna, sahnelerdeki beyaz yoğunluğunun siyaha, siyah yoğunluğunun beyaza ne kadar önemli bir hareket alanı sağladığına, başka bir deyişle bu iki rengin birbirlerini ne kadar çok sevdiğine tanık oluyoruz. Genel atmosferin karanlık oluşu biraz da o çağın ruhsuzluğuna ve karamsarlığına işaret etmekte. Ama beyazın bu bütünlüğü bozmayıp, ona eşlik etmesi de ahengi bozmuyor, yeni bir ahenk yaratıyor. Işığın ve gölgenin diğer tüm renkleri hiçe sayarak yarattığı haklı bir karamsarlık bu.

Başta çizgi roman tutkunları olmak üzere, perdede farklı tecrübeler yaşamak isteyen herkesin görmesi gereken bir film Renaissance.. A Scanner Darkly, Sin City, 300, Paprika gibi başka bir dünyadan seslenen kaliteli sinema deneyimlerinin yanına eklenebilecek bir halka. Konuşma balonları yerine altyazılar var, ama bu bir sonraki sayfada ne göreceğimizin merakını zedelemiyor. Barthélémy Karas yeni neslin Max Payne-Nathan Never karışımı karizmatik-kurmaca-kült karakteri olur mu şüpheli.. Fakat aşina olduğumuz olay örgüsünü bir kenara bırakırsak, sırtını iki renge dayamış bir görsel şölen olarak tekrar izlenmeyi bile hak ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder