29 Ocak 2020 Çarşamba

Jojo Rabbit (2019)


Yönetmen: Taika Waititi
Oyuncular: Roman Griffin Davis, Thomasin McKenzie, Scarlett Johansson, Taika Waititi, Sam Rockwell, Rebel Wilson, Stephen Merchant, Archie Yates, Alfie Allen, Sam Haygarth
Senaryo: Taika Waititi, Christine Leunens
Müzik: Michael Giacchino

Christine Leunens romanından Taika Waititi'nin senaryosunu yazdığı ve yönettiği Jojo Rabbit, II. Dünya Savaşı yıllarında çocuklara yönelik bir nazi kampında eğitim alan 10 yaşındaki Jojo Betzler'in gözünden döneme bakan bir kara komedi. Faşist öğretilerle, gerçek silahlarla eğitim verilen bu kampta tüm iyi niyetiyle tutunmaya çalışan, yaşananlara bir oyun gibi bakan Jojo, içinde olmayan faşist ve savaşçı kimlikle çelişkiler içinde bir çocuk. Annesi Rosie'nin de yardımıyla içindeki hoşgörü ve iyilik hissedilse de, hayali arkadaşı Adolf Hitler'in manipülasyonlarıyla bunları bir türlü dışarı çıkaramıyor. Kampta geçirdiği bir kaza sonrası evlerinin çatı katında Elsa adlı bir Yahudi kızın saklandığını öğrenmesiyle, üstelik ölmüş ablası Inga'ya benzeyen Elsa'yı annesi Rosie'nin sakladığını bilmeden onunla yavaş yavaş yakınlaşınca yaşından büyük çelişkilerle başa çıkmaya çalışıyor. Romana ne ölçüde sadık kaldığını bilmesek de Jojo Rabbit, Taika Waititi'nin sevimli, dinamik, komik, dramatik tarzına ihanet etmeyen bir film. Öyle ki, bu bir roman uyarlaması değil de, Waititi'nin özgün senaryosu olsa, delişmen yapısı, duygu değişimleri ve çocuk bakışı nedeniyle büyük ihtimalle yadırganmazdı.

Waititi, Boy (2010) ve Hunt For The Wilderpeople (2016) filmlerinde olduğu gibi Jojo Rabbit'te de olaylara 10 yaşlarında bir çocuğun gözünden bakmaya, yetişkinler dünyasında çocuk olmaya çalışıyor. Yine muhafazakar davranmayıp kendine has mizah anlayışıyla bu yaşın tüm masumiyetini, öğrenme ve öğrendiklerine göre davranış belirleme yöntemlerini, sakarlıklarını, büyüklerin zorlu şartlarına adapte olma mecburiyeti karşısındaki acemiliklerini renkli bir dille yansıtıyor. Jojo, nazi prensiplerine çocuksu bir körlükle bağlı olması, üstüne bu prensiplerin kurucusu Hitler ile hayali bir arkadaşlık yaşıyor olması sebebiyle üstün ırk, Yahudi düşmanlığı, Alman milliyetçiliği gibi meselelerle o küçük beyninin yıkanmasına karşı duramıyor. Ama direnişçi bir ruha sahip annesi Rosie ile yaşadığı tatlı atışmalarla aslında bir nazi olmanın kıyısından bile geçmeyecek bir çocuk olduğunu anlıyoruz. Filmin hiciv dozu zaman zaman artsa da, bu hicvi ve komediyi dramatik bir anlatımla sağaltan Waititi, kimi yerlerde Wes Anderson'ı anımsatan üslubu, görüntüleri ve renk paletleriyle kaliteli bir filme daha imza atıyor.


Savaş ve ırkçılık karşıtlığını çocuk gözünden anlatmanın taşıdığı riskleri pek umursamayan senaryo, Jojo merkezli yan karakterler eşliğinde sahip olduğu pozitif sıfatların hakkını veren bir film. Özellikle Jojo'nun annesiyle, Elsa ile ve Adolf Hitler ile diyaloglarındaki akıcılık, filmi hem mizahen, hem eleştirel, hem de drama yönünden yükseltiyor. Farklı kişilerle yaşadığı bu ilişkilerle güçlü bir dönüşüm hikayesi izliyoruz. Karikatürize nazi tiplemelerin yarattığı kara mizahı, ev baskını gibi sahnelerde diken üstünde tutan gerilimi, anne Rosie ve Yahudi kız Elsa'nın başı çektiği hüznü çok iyi dengeleyen film, türler arası yumuşak geçişleri bu denge sayesinde çok rahat biçimde gerçekleştiriyor. Seyirciyi önce Jojo gibi saf bir çocuk haline getirip, sonra adım adım onun gerçekleri anlama sürecine ortak ediyor. Yine onun gibi olgunlaşma evresini kendi çapında, ama hiçbir anında onun bir çocuk olduğu gerçeğini inkar etmeden bu hikayeyi tamamlıyor. Aslında finali itibariyle hiç göremeyeceğimiz yeni bir filmin başlangıcını yapıyor. Gerçek cesaretin, kahramanlığın, gücün adam öldürmekle, bomba savurmakla, nefret söylemleriyle değil, hoşgörüyle, empatiyle, insaniyetle elde edilebileceğine dair söylemleri bünyesinden sızdırıyor.

Kick-Ass, Seven Psychopaths, Guardians Of The Galaxy, Doctor Strange, Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, Captain Marvel gibi filmlerin görüntü yönetmeni Ben Davis ile, kısa film yönetmeni Camille Griffin'in oğulları olan 11 yaşındaki Roman Griffin Davis'in ilk film deneyimi olan Jojo Rabbit, onun bu amatör/sevimli ve anlamsız savaş, ırkçılık, nefret olgularına karşı her daim şaşkın duruşuna çok şey borçlu. Bir başka parlak oyuncu da, özellikle Debra Granik filmi Leave No Trace'teki başarılı performansıyla ödüller de kazanan 19 yaşındaki Yeni Zelandalı oyuncu Thomasin McKenzie. Ayrıca kendi rolleri çok iyi finallerle bağlanmış Scarlett Johansson ve Sam Rockwell de filme güç katan unsurlar. Ev baskını yapan nazi ajanlarının başı rolüyle kısa bir süre görünüp iz bırakan yapımcı/senarist/yönetmen/oyuncu Stephen Merchant ve Jojo'nun kankası Yorki rolünde süper sevimli Archie Yates'i, tema müzikleriyle Michael Giacchino'yu da unutmayalım. Hitler'i karikatürize eden performansıyla Taika Waititi, Eagle vs Shark'tan Thor: Ragnarok'a geniş bir vizyona sahip yönetmenliğini sürekli geliştiren, kendine has mizah anlayışını her özgün ve uyarlama senaryosuna monte eden yolculuğuna Jojo Rabbit'i de ekliyor.

21 Ocak 2020 Salı

Joker (2019)


Yönetmen: Todd Phillips
Oyuncular: Joaquin Phoenix, Robert De Niro, Zazie Beetz, Frances Conroy, Brett Cullen, Glenn Fleshler, Leigh Gill, Shea Whigham, Bill Camp
Senaryo: Todd Phillips, Scott Silver
Müzik: Hildur Guðnadóttir

Todd Phillips'in, 8 Mile ve The Fighter senaryolarıyla bilinen Scott Silver ile senaryosunu yazdığı, Road Trip, Old School, Starsky & Hutch, üç filmlik Hangover serisi gibi filmlerin yönetmeni Phillips'in yönettiği Joker, bu referanslardan anlaşılabileceği üzere çok üstün bir yazım barındırmayan, genel olarak iyi çekilmiş, Batman'in ezeli düşmanı Joker'in nasıl Joker olduğu fikrinden yola çıkan bir film. Çizgi roman ve buna bağlı olarak çekilen DC filmlerdeki en özel kötü adamlardan biri olan Joker'in böyle bir özgeçmiş toparlanmasına ihtiyacı olduğu düşünülüyordu. Tabii bu "özel" olma hali, Joker'in nevi şahsına münhasır kara komik kötücüllüğü kadar, 2008 tarihli The Dark Knight filmindeki Christopher Nolan tasarımının ve Heath Ledger performansının ikonik etkisinden kaynaklanıyor. Oyunculara serbest hareket alanı yaratan, içlerindeki canavarı ortaya çıkarmaya yarayan nevrotik bir karakter olarak Joker ayrıca bir nimet. Günlük tanıtım işleri için palyaço olarak köhne bir ajans bünyesinde çalışan, annesi Penny ile yaşayan Arthur Fleck'in zaten var olan arızalarının adım adım Joker'e evriliş detayları da, alelade bir DC filminden farklı olarak dram/gerilim/suç üçgeninde ilerliyor.

Sosyal hizmetlerden terapi alan, ne zaman geleceği bilinmeyen kahkaha nöbetleri nedeniyle üzerinde "Güldüğüm için bağışlayın. Ben hastayım. O anki ruh haline uymayan ani, sürekli ve kontrol edilemeyen gülmeye sebep olan bir hastalık. Beyin hasarı veya belli nörolojik hastalıkları olan insanlarda görülüyor" yazan bir kartla dolaşan, sokaktaki çocuklardan, metrodaki beyaz yakalılardan, işyerindeki arkadaşlarından sürekli zorbalık, itilme, aşağılanma gören Arthur, ünlü bir stand up komedyeni ya da Murray Franklin (Robert De Niro) gibi bir şovmen olmayı hayal eden bir adam. Ne var ki elini attığı her şeyde talihsizlik yaşayan, adeta lanetlenmiş gibi tutunamayan Arthur için hayat her geçen gün daha da zorlaşmakta. Tabii yaşadığı Gotham'da da işler yolunda gitmemekte, ekonomik sıkıntılar, gelir adaletsizliği, suç oranlarındaki artış ve grevlerle boğuşan halk, şehrin varlıklı ismi Thomas Wayne'in de gireceği belediye seçimlerine hazırlanmakta. İş arkadaşı Randall'ın verdiği tabancayı çocuk hastanesinde gösteri yaparken cebinden düşürünce işinden kovulan, annesinin kendisinden sakladığı bir sırrı öğrenince iyice zıvanadan çıkan Arthur'un Joker'e dönüşmesi için önünde pek engel kalmıyor. Todd Phillips bu dönüşümü ağır hamlelerle, hatta güzel komşu Sophie yardımıyla duygusal boşluk seçeneğini de göz ardı etmeden kurguluyor. Şovmenlik, şan, şöhret, Sophie, kısaca her şeyin yolunda gittiği bir hayat illüzyonunda kendini var etmeye çalışan, ama ne kadar uğraşsa da başaramayan Arthur, önüne çıkan beklenmedik bir fırsatla o varoluş arayışının rotasını değiştiriyor.


Gördüğü zorbalıklara karşı tepkisi sert olunca bir anda sefalet ve kaos içindeki Gotham'da servet düşmanı bir vigilante olarak gizem yaratan Arthur'un egosu yükseliyor. Öyle ki, artık ezilmişliğini reddederek, kendi tuhaf hayatının şov yıldızı olmayı seçiyor. The Dark Knight'ta Joker'in söylediği gibi öldürmeyen şey onu tuhaflaştırıyor. Yine o filmde Alfred'in Bruce Wayne'e Joker için söylediği "bazıları için para, şöhret önemli değildir, onlar sadece dünyanın yanışını izlemek ister" seviyesine gelişi kendi çapında görkemli finalle seyircinin yorumuna sunuluyor. The Dark Knight, belki Joker'in öncesini anlamamıza pek yardımcı olmuyordu. Ama suç felsefesini, Gotham'ı kaosa sürükleyerek o kaostan beslenme ihtirasını, Batman ve Harvey Dent gibi kahraman profillerini anarşi ile yıkmak isteme dürtülerini çok iyi anlatıyordu. Öncesine giden bir film olarak burada her ne kadar aralarındaki yaş farkı göze batsa da, Joker'in Bruce Wayne'e olan garezinin köklerini de anlamış oluyoruz. Todd Phillips, bugüne kadar çektiği çerez komedilerin tersine, Joker özelinde komiklik/komedyenlik bağlamında farklı bir tür üzerinden sıfır mizahla kariyerine meydan okuma gerçekleştiriyor. Önceki filmlerden farklı olarak dört başı mamur bir Gotham atmosferi yarattığı söylenemez. Daha çok psikolojik gerilime ve Arthur'un dalgalı ruh haline yükleniyor. Tabii doğal olarak o ruh halinin ilk hakimiyeti başkasına ait.

Daha önce Gladiator (2000), Walk The Line (2005), The Master (2012) ile ödül ve adaylıklar kazanan, ödül ve adaylık kazanmasa da kariyerinde To Die For, Reservation Road, Her, You Were Never Really Here gibi nice güçlü performans barındıran Joaquin Phoenix, aktörler için çok iyi boş alanlar yaratabilen Joker rolünü tam da olması gerektiği gibi güçsüzlük, dengesizlik, acı ve hüzün üzerinden kuruyor. Senaryonun yetersizliklerini kapatmaktansa kendi işine bakan, dengesizlik halinin getirdiği deneyselliği kullanıp sıklıkla kendi yorumlarını kattığını hissettiren aktör, Heath Ledger'in postmodern makyajı altından seyirciye ekonomik biçimde sunduğu parlak oyunculuktan farklı olarak Arthur'un gelgitlerine odaklanıyor. Film zaten %100 bu performansın omuzlarında duruyor. Yerden yüksekliği sadece Phoenix'in boyu kadar. Lynne Ramsay filmi You Were Never Really Here filminde tıpkı Arthur gibi annesiyle yaşayan gizemli tetikçi Joe'nun Ramsay/Phoenix işbirliğiyle işlenişine benzer bir derinlik ortaya konabilirdi. Yani ortada 11 dalda Oscar adaylığı alacak bir film yok. Todd Phillips'in Arthur/Joker karakterinin potansiyel zenginliğine ekstra bir katkısı, heyecan verici herhangi bir yönetmenlik becerisi görülmüyor. Phoenix'in yanı sıra, 2019 içerisinde mini dizi Chernobyl ile birlikte Joker'in tema müziklerine imza atan İzlandalı müzisyen Hildur Guðnadóttir'in çok güçlü (hatta filme fazla bile gelen) müzikal vizyonu da çok değerli. Dünya çapında yaptığı hasılat nedeniyle Joker 2'nin duyurusu da yapıldı. Hayranları çok sevinmiştir elbette. Ama tek kalması onu yıllar içinde daha yalın kılabilir, daha özelleştirebilirdi. Şimdi ikincisiyle karşılaştırılması kaçınılmaz bir film olarak kalacak. Phoenix performansı bir yana, filme bakarsak yeterince adil.

15 Ocak 2020 Çarşamba

The Two Popes (2019)


Yönetmen: Fernando Meirelles
Oyuncular: Anthony Hopkins, Jonathan Pryce, Juan Minujín, Cristina Banegas
Senaryo: Anthony McCarten
Müzik: Bryce Dessner

The Theory Of Everything, Darkest Hour, Bohemian Rhapsody biyografilerini senaryolaştıran Anthony McCarten'in yazdığı, Cidade de Deus ve The Constant Gardener gibi iki harika filmden sonra bir türlü üstüne başka harikalar ekleyemeyen Brezilyalı Fernando Meirelles'in yönettiği The Two Popes, 13 Mart 2013'te 115 kardinal arasından papa olarak seçilen Arjantinli Kardinal Jorge Bergoglio'nun (Papa Francis) seçilme sürecini, bu süreç esnasında papalık görevinde bulunan Alman Kardinal Ratzinger (Papa Benedict) ile yaşadıklarını konu alıyor. Yolsuzluk ve taciz skandallarıyla boğuşan Katolik Kilisesi'nin yanlış politikalarıyla ilgili şikayetleri olan Kardinal Bergoglio (Jonathan Pryce), 2012 yılında Papa Benedict'e (Anthony Hopkins) emekli olma isteğini belirtmiştir. Papa seçildiği son seçimde kendisinden sonra en çok oyu alan Bergoglio'nun bu isteğinin toplumda farklı algılanacağını düşünen, aynı zamanda skandallardan ve suçluluk duygusundan bunalan Papa Benedict, kendisine muhalif olan gelecekteki halefini çağırır. Farklı karakterlerdeki bu iki adam, ortak paydalarda buluşmak, toplumdaki inanç şüphelerini azaltmak ve Katolik Kilisesi'nin itibarını güçlendirmek için önce birbirleriyle ve fikirleriyle yüzleşmek durumundadırlar.

Vatikan'ın mali işlerinden sorumlu kişi ve kurumların yolsuzlukları, taciz/tecavüz vakalarının sorumlularının cezalandırılmak ve meslekten el çektirilmek yerine gözden uzak başka kiliselere tayin edilmeleri (bu konuda 2006 tarihli Amy Berg belgeseli Deliver Us From Evil mutlaka görülmeli), eşcinsellik karşıtlığı, ırkçılık, yobazlık, çevre kirliliği gibi global meselelerde pasif kalınması, ötekileştirmenin artması, bu yüzden dine, kiliseye, tanrının varlığına olan inancın sarsılması gibi sorunlardan rahatsızlık duyan vicdanların sesi olarak Kardinal Bergoglio'nun gösterilmesi ironisi bir kenara bırakılabilirse, belli bazı noktalarda filmden keyif almak mümkün. Üstelik Arjantin'in son askeri hükümetinin iktidarda olduğu 1976-1983 yılları arasında siyasi muhaliflere karşı kanlı operasyonların yürütüldüğü cunta döneminde rahiplik yapan Bergoglio'nun bu dönemine de siyah beyaz geri dönüşler yapan film, eski papanın vicdan muhasebesini aklamak istediği gibi, bu son papayı kamuoyuna biraz daha yakınlaştırmayı da hedeflemiş denebilir. Yine de Pope Francis: A Man Of His Word gibi ucuz bir Wim Wenders güzellemesinden farklı olarak Francis'i reform arzusundaki bir muhalif gibi kullanabiliyor.

The Two Popes, halef-selef arasındaki fikir ayrılıklarının yarattığı akıcı, sorgulayıcı, dinamik diyaloglardan ve bu diyalogları hayata geçiren Anthony Hopkins ve Jonathan Pryce'ın tecrübelerinden güç alan bir film. Hatta tek cazibe noktası bu denebilir. Dünyanın en saygın ve en boş makamlarını işgal eden bu din adamlarının "ruhani lider" oluşlarındaki temel mantığın sorgulanması gerekliliğinden millerce uzakta, vicdan, dürüstlük, bağışlama, modernlik timsali olarak gösterilmeleri, "bakın kendi sistemlerini bile en tepeden eleştirebiliyorlar" romantizmine yaslanmış görünüyor. Futboldan, müzikten, yemeklerden konuşan bu liderlerin tonton duruşlarının perde arkasında yüzlerce, binlerce insana aşamayacakları travmalar yaşatmış uygulamaların, uygulamalara göz yummanın alçaklığı duruyor. Film de senarist Anthony McCarten'in bu adamlara fırsat tanıdığı bir günah çıkarma seansından öteye gitmiyor. Kaldı ki o seanslar da dönüp dolaşıp "geçmişte öyle hatalar oldu, gelecekte olmasın" basitliğine sığınıyor. "Asıl tehlike bu duvarların içinde", "Merhamet, duvarları yıkan dinamittir" ", "Değişmek ve ödün vermek aynı şey değildir", "Köprülere ihtiyacımız var, duvarlara değil", hele de en ironik olanı "İtiraf, günahkarın ruhunu temizler, kurbana bir faydası yoktur" gibi beylik laflar da boş atıp dolu tutan aforizmalar olarak kalıyor.

9 Ocak 2020 Perşembe

Portrait de la jeune fille en feu (2019)


Yönetmen: Céline Sciamma
Oyuncular: Noémie Merlant, Adèle Haenel, Valeria Golino, Luàna Bajrami
Senaryo: Céline Sciamma
Müzik: Jean-Baptiste de Laubier, Arthur Simonini

Céline Sciamma'nın yazıp yönettiği Portrait de la jeune fille en feu, 18. yüzyılda ressam Marianne’e, manastırdan henüz çıkan ve evlenmek üzere olan genç Héloïse’in portresinin sipariş edilmesiyle başlayan ilişkinin iniş çıkışlarını son derece zarif bir üslupla işleyen bir melodram. Ancak önceki başarısız girişimler sonrası portresinin yapılmasını istemeyen Héloïse, kızkardeşinin intiharı ve İtalya'ya isteksizce gelin gidecek olması nedeniyle bunalımdadır. Annesinin isteği üzerine Marianne bu portreyi Héloïse’dan habersiz çizmek, malikaneye de Héloïse’in yürüyüşlerine eşlik etmesi için alınmış gibi yapmak zorunda kalır. Bu sayede güzel Héloïse’i daha yakından inceleme, yürüyüşler sonrası gizlice çalışmaya devam ettiği portresi için malzeme toplama fırsatı bulur. Ama bu yürüyüşler ve incelemeler, iki kadının birbirlerine yakınlaşmalarına neden olur. Zor ve tutkulu bir aşk hikayesi için elinde her türlü materyal bulunan Céline Sciamma, bunları o kadar yoğun, ama bir o kadar da itidalli kullanıyor ki, hikayeyi kendi kitabı, perdeyi de adeta kendi tuvali haline getiriyor. Tutkularını bastırmış ya da tuvallerine akıtmış Marianne ve öfkesini bastırmış ya da onunla mücadeleyi bırakmış Héloïse’in artık bir şeyleri bastırmak zorunda kalmayacakları kısa ve büyüleyici bir evreye tanık oluyoruz.

Sciamma, hiç acele etmeden dantel gibi işlediği hikayesine resim sanatının inceliklerini de katarak elit bir ton belirliyor. Ama o elitlik içerisinde tevazusundan ödün vermeyen abartısız bir olgunluk da mevcut. Başlarda Marianne’in bakışlarından huylanan, kendini açmaktan imtina eden Héloïse ve bu soylu genç kadının zarifliğinden, gizeminden, cazibesinden etkilenen Marianne arasında gelişen etkileşim, kendini o kadar güzel, o kadar reel, aynı zamanda şiirsel biçimde ortaya çıkarıyor ki, onların bu etkilenimleri, kaliteli melodram seyircisine çok kolay geçebiliyor. Hatta film seyircisiyle adeta flörtleşiyor. Bir 18. yüzyıl tablosundan çıkmış kadar güzel iki kadının romantik ve erotik zarafetleri ekrandan taştıkça o tutkuya ortak olmamak güçleşiyor. Gerek aralarında geçen diyaloglar, gerekse konuşmadıkları anlarda yudumlanan cinsel çekim, ayrıntılarda gizli veya saklı her şeyi bu ilişkinin doğallığında inandırıcı kılıyor. Malikanenin tek hizmetçisi genç Sophie'nin ve onun istem dışı hamileliğinin iki kadını birleştirici etkisi, az da olsa hikayenin monoton bir döngüye girmesini önlüyor. Ama bu ilave olmasa dahi, Sciamma'nın bu ilişkiye verdiği değerde azalma olmayacağına, monotonlaşmamak için gerekli önlemleri alacağına dair verdiği güven de hep yanı başımızda duruyor.

Filmin yumuşak dokusunu bir miktar sarsıp, devamında duygusal yenilenme, zaten var olan tutkuyu güçlendirme adına bir çatışma ihtiyacı duyan Sciamma, ne Héloïse’in kontes annesinden, ne bir erkekten, ne de uydurma bir antagonistten medet umuyor. Yine o çatışmayı iki kadın ve içinde birbirlerine duydukları sevginin yeşerdiği çıkmazdan yaratmak suretiyle kendini dağıtmıyor. Döneme istinaden "yasak aşk", "imkansız aşk" zorluğunu, çoğu LGBT yapımda hissettirildiği üzere  toplumsal kabullenemeyişin çetrefilliğinden hüzün biçerek tasvir ediyor. İki asıl, iki de yan kadın karakterle her şeyini anlatabiliyor. İzole bir bölgede, sessiz bir malikanede, huzur veren bir sakinlik içinde iki kadının yüreğindeki fırtınayı çok daha rahat anlatabiliyor. Bir kitabın 28. sayfasını, bir aynayı, ateş başında bir kadın korosu tarafından seslendirilen harikulade akapella şarkıyı, Vivaldi'yi Portrait de la jeune fille en feu adlı tablosuna tutku dolu fırça darbeleriyle işliyor Sciamma... Hatta Marianne, Héloïse ve Sophie'nin gece okudukları Orpheus ve Euridice'in trajik hikayesini de bu tablonun bir köşesine ustalıkla ekleyerek kendi küçük mitine yansımasını inceliyor.


Hikayeye göre birbirini çok seven Orpheus ve Euridice'in düğün günlerinde Euridice'in bir yılan tarafından ısırılıp öldürülmesinden sonra Orpheus hayatının aşkını geri getirmek için Ölüler Diyarı'na (Underworld) giderek tanrıları ikna etmek ister. Onlar da Orpheus'u sevdiklerinden, eşinin özgürlüğüne bir şartla razı olurlar: Orpheus Ölüler Diyarı'ndan ayrılırken Euridice ardından gelecek, yeryüzüne çıkana dek Orpheus eşine dönüp bakmayacaktır. Orpheus yeryüzüne doğru yürüdükçe içindeki şüphe onu sarar ve daha fazla dayanamayıp eşine dönüp bakar. Euridice ile bir saniyeliğine göz göze geldiğinde Euridice hızla gözden kaybolur ve yeniden Diyar'da hapsolur. Orpheus eşini sonsuza dek kaybetmiştir. Sophie, Orpheus'un bu davranışını sabırsız ve aptalca bulurken Héloïse, hayatının aşkını daha önce bir kez kaybeden Orpheus'un onu kaybetme riskini göze alarak tekrar yüzünü görmek istemesi yüzünden bu seçimini şiirsel buluyor. Onun bu ana değer verişinden, ne kadar güzel ve unutulmaz olursa olsun yaşananları hep öyle bırakıp hatıralarda bırakma fikrine yakın durmasından bazı çıkarımlar yapmak mümkün. Kısa bir süreliğine birbirlerinin hayatına dahil olan, o kısa süreye narin detaylarla örülü ömür boyu unutamayacakları bir ilişki sığdıran Marianne ve Héloïse’in, Orpheus ve Euridice'in birbirlerini ikinci seferde sonsuza kadar kaybettikleri o bir saniyelik bakışma anını andıran beraberlikleri içinde gerçek bir sanat taşıyor.

Noémie Merlant (Marianne) ve Adèle Haenel'in (Héloïse) canlandırdığı bu iki kadının kalp kıran ilişkisi, tıpkı filmin genelinde Sciamma'nın benimsediği anlatım gibi bu oyuncuların nüanslarla dolu performanslarında, vücut dillerinde kendini kolayca ifade ediyor. Babasının da bir ressam olduğu bilgisi dışında geçmişi meçhul Marianne’in özgürlüğü ile, manastır disiplininden kurulduktan sonra bu kez tanımadığı bir adamla evlendirilecek olan soylu Héloïse’in tutsaklığından doğan, alev alması kaçınılmaz güzel bir tabloyu andıran Portrait Of A Lady On Fire, Claire Mathon'un sinematografisine de çok şey borçlu. Ama önceki üç filmi Naissance des pieuvres (2007), Tomboy (2011) ve Girlhood'da (2014) olduğu gibi kadının toplumsal ve cinsel konumlanışına yönelik sürekli yaratıcılık peşinde bir dram anlayışına sahip Céline Sciamma, dördüncü ve en iyi uzun metrajı Portrait de la jeune fille en feu sayesinde Avrupa sinemasının en güçlü kadın simalarından biri olduğunu kanıtlayarak, yeni filmlerini merakla bekleyeceğimiz isimler arasına katılıyor.

3 Ocak 2020 Cuma

The Lighthouse (2019)


Yönetmen: Robert Eggers
Oyuncular: Willem Dafoe, Robert Pattinson
Senaryo: Robert Eggers, Max Eggers
Müzik: Mark Korven

1630'lu yıllarda New England'da bir ailenin kara büyü ile lanetlenişi sonrası yaşadıklarını konu alan 2015 yapımı The VVitch adlı ilk uzun metrajı ile ses getiren 1983 doğumlu Robert Eggers, Sundance, Toronto, Chicago, Londra gibi onlarca festivalden ödülle dönmüş ümit veren bir yönetmendi. Merakla beklenen ikinci filmi The Lighthouse ise 1890’ların sonunda gizemli ve ıssız New England adasında, iki deniz feneri bekçisinin adım adım delirişlerini işliyor. 35mm kamerayla 1.19: 1 oranında siyah beyaz çekilen film, zaten senaryo olarak içerdiği deneyselliği biçimsel olarak da pekiştirerek üst düzey bir seviyeye ulaşıyor. Metaforlar, mitler, semboller, referanslar, 1920 ve 1940'ların ekipmanlarının kullanılması, filmi her şeyiyle tam bir sanat eseri haline getiriyor. Bu da her zevke hitap etmeyecek, seyirciyi ikiye bölecek bir yapım olduğu gerçeğini öne çıkarıyor. İşin sanat yönünü önemseyen seyirciyi ise gerçek bir sinema şöleni bekliyor. Eggers'in etkilendiği mitler ve sembollere hakim olmayanlara ise olağanüstü bir atmosfer ve oyunculuk performansları teselli oluyor.

Thomas Wake (Willem Dafoe) ve Thomas Howard (Robert Pattinson) adlı geçmişi sırlarla dolu iki deniz feneri bekçisinin, yaşlarından karakterlerine türlü zıtlıklar kuşanmış eril tasarımları, daha en baştan iktidara dayalı dengesiz ve arızalı bir ilişkinin ayak seslerini duyuruyor. Tecrübeli bekçi Wake ve daha önce başka işlerde çalışmış çaylak Howard tekinsiz, gizemli, patlamaya hazır birer bomba gibiler. Howard'ın fenere yaklaşmasını istemeyen, ona sürekli diğer ayak işlerini veren Wake ve ona verilen işleri yaparak sorun istemediğini belli eden ama gördüğü kötü muamele yüzünden içten içe Wake'e diş bileyen Howard arasındaki liyakat farkı, ancak geceleri sarhoş olduklarında ortadan kalkıyor. Şarkı söyleyip dans eden, ertesi sabah ayıldıklarında tekrar eski hallerine geri dönen iki adamın bu son derece dengesiz ilişkisi, bulundukları kasvetli ortamın ve geçen günlerin de etkisiyle geri dönülmez bir girdaba hapsoluyor. Wake'in, içlerinde ölen denizcilerin ruhlarını taşıdığına inandığı martıların eğer öldürülürlerse başlarının uğursuzluktan kurtulmayacağına inanması (ki denizciler albatros ve yunus balıkları için de aynı inanışa sahiptir), buna karşın Howard'ın martılarla geçinememesi, nihayet birini vahşice öldürmesi sonucu artık o uğursuzluğun filmi bir şekilde esir almaya başladığını iliklerimize kadar hissediyoruz.

Gerçi herhangi bir martı ölmese bile iki adam arasında bir şeylerin patlak vermemesinin mucize olacağı kesin gibi. Zaten Eggers öyle bir atmosfer içine filmi inşa ediyor ki, sadece bu iki fener bekçisinin değil, herhangi iki adamın bile yavaş yavaş delirmesi mümkün. Howard'ın ağır iş temposu, denizkızı mitiyle hırpalanan halüsinasyonları, Wake'in kimseyle paylaşmayacak kadar fenere olan tutkusu ve yine dans edilen, yumruk yumruğa kavga edilen sarhoş geceler... Eggers, sinema duygusu yoğun bu boğucu rutini, şok sahnelerle, beklenmedik hamlelerle, kirli bir edebiyatla sürekli yeniliyor. Adeta kendi mitini yaratıyor. Filmi o kadar kestirilemez bir psikolojik gerilim zeminine oturtuyor, her iki Thomas'ı seyirciye o kadar mesafeli hale getiriyor ki, bu belirsizlikler ışıksızlığında adeta eski püskü bir korku tünelinde seyir halinde ilerliyoruz. Tabii buradaki "korku", daha çok deneysel bir muğlaklıktan beslenen, puslu atmosferin kendi içindeki iklim değişikliklerine dayalı dengesizlik halinden ibaret. Ortada güçlü bir senaryo materyali yok belki ama bu iklim Eggers'in her fikrini ustalıkla hayata (ya da kabusa) geçirmesini kolaylaştırıyor. Kapalı alanlarda olduğu kadar, açık alanlarda da inşa edilen klostrofobi ambiyansı, tıpkı gelmeyen gemi gibi seyirciyi filmin çıkışsız dehlizlerine hapsediyor.


The Lighthouse son derece talepkar bir film. Kendisine 10 puan veren birinin yorumunun hemen altında 1 puan veren başka bir seyircinin yorumu var. Bu ikiye bölünmüşlük gayet normal. Béla Tarr, Ingmar Bergman, Alfred Hitchcock sinemasına mesai harcamamış, Edgar Allan Poe veya Samuel Taylor Coleridge (özellikle de The Rime Of The Ancient Mariner) okumamış, bunların haricinde 1920'li ve 40'lı filmlerin sisli ve noir dokusuna, denizci mitlerine, metaforlara bulaşmamış seyircileri zorlu bir süreç bekliyor. Bunların hiçbiri olmasa bile, sinemada stilize görselliğe, etkileyici kadrajlara, heyecana sürükleyen beklenmedik kurgu oyunlarına, kısaca biçime hak ettiği önemi veren kesim için adeta bir nimet. Nereye varacağı bilinmeyen hem ağdalı, hem de kirli diyaloglar, sinir bozucu sesler, bir türlü çözülmeyen lamba gizemi, filmi tuhaf biçimde çekici kılıyor. Aniden Sascha Schneider'in Hypnose adlı tablosunu canlandıran bir sahne çıkıveriyor. Kara mizah bu deneysel ve imgesel yoğunlukta zaman zaman kendine yer açıyor. Eggers, küçük ve izole evreninde kurduğu bu düzeni kaosa çevirmeye, belki de baştan beri içinde bulunduğu kaosu zirveye ulaştırmaya çalışıyor.

Önce usta - çırak görüntüsü veren, gittikçe ezen - ezilen postuna bürünen, sonra filmin arızalı duruşuna sadık bir iktidar ve varoluş mücadelesinde debelenen iki adamın paranoyalarını, öfkelerini, nefislerini dizginleyemedikleri sıradışı bir psikolojik gerilim The Lighthouse. Özellikle The Rover (2014) ve Good Time (2017) ile oyunculuk yeteneğini kanıtlayan Robert Pattinson'ın bunlara bir yenisini daha eklediği, usta aktör Willem Dafoe'nun iyice devleşip kariyerinin en güçlü performanslarından birini sergilediği film, zaman zaman bu ikilinin sahneleriyle karanlık bir tiyatro oyunu duygusu da yaratıyor. Yaptığı yemekleri sevmediği için Wake'in Howard'a okuduğu beddua sahnesi, drama okullarına ders niteliğinde inanılmaz bir oyunculuk gösterisi. Dafoe, olağanüstü performansını o kadar ustalıkla kontrol altında tutabilen bir oyuncu ki, Shakespeareyen bir tiradla bezeli bu sahne sinema tarihinin unutulmaz öfke patlamaları arasında yerini şimdiden aldı. Vahşi bir tabloyu andıran beklenmedik muhteşem bir kareyle final yapan Eggers'in The VVitch'te de çalıştığı görüntü yönetmeni Jarin Blaschke ve müzisyen Mark Korven'in bu güçlü işçilikteki payları da çok önemli. Robert Eggers, 2010'ların önemli gerilim filmleri arasında anılan The VVitch sonrasında The Lighthouse ile elini güçlendirip, yine şarap gibi yıllar geçtikçe değerlenecek bir film çıkarıyor.