30 Ağustos 2015 Pazar

Sound City (2013)


Yönetmen: Dave Grohl

1969 yılında Tom Skeeter tarafından satın alınan, Joe Gottfried ve Keith Olsen tarafından işletilen Los Angeles'taki efsanevi stüdyo Sound City'nin hikayesi, sadece Nirvana ve Foo Fighters ile tanıdığımız baterist, gitarist, solist, şarkı yazarı, yapımcı Dave Grohl'un yönetmenliğinde aynı adlı belgeselde anlatılıyor. Faaliyette olduğu ilk yıllarda "bir köşeye işeseniz bile kimsenin takmayacağı" bir stüdyo olmasına rağmen, Nirvana, Kyuss, Red Hot Chili Peppers, Fleetwood Mac, Dio, Neil Young, Rick Springfield, Tom Petty, Johnny Cash, Rage Against The Machine, REO Speedwagon, Metallica ve ismi buraya sığmayacak pekçok ismin dünya çapında milyonlar satmış albümlerinin kaydedildiği bir yerdi. Çeşitli belgesellerde yazar olarak görev yapmış Mark Monroe'nun metin ve kronoloji olarak derleyip toparladığı Sound City, kuruluşu, yükselişi, çalkantılı dönemleri ve 2011 yılında kapanışıyla müzik tarihinde derin izler bırakmış stüdyonun öyküsünü anlatırken gram teklemeyen bir yapım. Dave Grohl, saydığımız bu isimlerin kendi ağızlarından stüdyo ile ilgili anılarıyla, arşiv görüntüleriyle, canlı performanslarla derlediği belgeseliyle bu tarihe eğlenceli ve nostaljik biçimde ışık tutuyor.

Sound City, müzisyenler için sadece bir stüdyo olmaktan çok daha fazla anlam taşıyor. Skeeter ve Gottfried sayesinde müzisyenlerin kendilerini rahat hissedeceği bir ev, buluşma noktası, takılma mekanı, okul, mabet gibi adeta. Sadece oranın tadını çıkaran müzisyenlerin değil, farklı sound anlayışlarına sahip Butch Vig, Rick Rubin, Joe Barresi gibi kurt yapımcıların, orada uzun süreli çalışan personelin yorumları da Sound City'nin farklı boyutlarını idrak etmemize katkıda bulunuyor. Fleetwood Mac'in "bunun filmi de olur" dedirten kuruluş hikayesi ve Gottfried ile Rick Springfield arasındaki baba-oğul ilişkisinin dramatik neticesi, Sound City ekseninden kopmadan etkileyici yan unsurlar olarak dikkat çekiyor. İngiliz elektronik dehası Rubert Neve tarafından yapılan ve dünyada sadece dört tane bulunan Neve Konsolu'nun Joe Gottfried tarafından 75,175 dolara satın alınması (bu arada filmde Neve'in Dave Grohl ile sohbetinden kısa bir bölüm de var), müzik tarihinin kilometre taşı olacak albümlerinin Sound City vesilesiyle çıkmasını sağlıyor. Ama teknolojik gelişmeler sonucu dijital gereklerin kayıt sürecini, biçimini kolaylaştırması, iş gücünü hafifletmesi, hataları kısa sürede düzeltme becerisi, bu gerekleri benimsemeyen Sound City'nin geleneksel kayıt yöntemlerini bir anda sorgulatır hale getiriyor.


Birçok grup ve sanatçı tarafından dönüm noktası olan Neve Konsolu'nun ardından, devrim niteliğinde bir hard disk ses kayıt, miks ve düzenleme sistemi olan Pro Tools'un icadı, Sound City'nin çöküş sürecini hızlandırıyor. Keith Olsen ile başlayan yaprak dökümü, Sound City'yi çağın gerisine düşmüş gibi gösterse de, Nirvana'nın efsane Nevermind albümünün orada kaydedilmesinden sonra esen rüzgar, maddi ve manevi bir rahatlama sağlıyor. Dave Grohl'un Nevermind yüzünden Sound City ile kurduğu gönül bağı, yıllar sonra elden çıkarılacağını öğrendiği Neve Konsolu'nu 76.000 dolara satın alıp kendi stüdyosuna kurmasıyla çok daha iyi anlaşılıyor. Analog biçimde, yani şarkı kayıtlarının dijital olarak değil de bantlara kaydedilmesi, kısacası kaset çağının saf emek gerektiren insani dengelerinin altını çizmek isteyen Grohl, bu davranışını ve bunu bir belgesele dönüştürmek istemesini kendi ifadeleriyle son derece anlamlı bir zemine oturtuyor.

"Her şey bu konsolun hikâyesini anlatmak istememle başladı. Derken hikâye büyüdü. Her şeyi yaratıp değiştirebildiğiniz bu teknoloji çağında insan faktörünü nasıl koruyacağız? Müziği yapanın insan olduğu duygusunu nasıl koruyacağız?"

Bu konsolu bir kenara koyup müzelik eşya muamelesi yapmaktansa onu kullanmak isteyen Grohl, kendisi gibi aynı bağı kurmuş müzisyenlerle kayıtlar yapmaya başlıyor ki, belgeselin müzikal anlamda yükseldiği bu anlar tüm doğallığıyla görülmeye değer. Stevie Nicks, Rick Springfield, Tom Petty, Trent Reznor, Josh Homme ve nihayet Grohl'un müziğe başlama sebebi olduğunu söylediği Paul McCartney ile gerçekleştirilen kayıtlar Sound City: Real To Reel albümünde dinlenebilir. (Bu arada konsolun başında Nevermind'ın prodüktörü Butch Vig yer alıyor.) Grohl'un vurgulamak istediği insan faktörü, pekçok farklı müzisyen tarafından, pekçok farklı ifadeyle dile getirildiği gibi, bu performanslarla da pekiştiriliyor. Böylece Sound City ve Neve Konsolu'nun sembolize ettiği bu faktör, güçlü, dinamik, renkli bir kurguyla Grohl'un vefa borcunu ödediği bu belgesele güçlü bir anafikir oluşturuyor.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Mad Max: Fury Road (2015)


Yönetmen: George Miller
Oyuncular: Tom Hardy, Charlize Theron, Nicholas Hoult, Hugh Keays-Byrne, Josh Helman,
Senaryo: George Miller, Brendan McCarthy, Nick Lathouris, Nathan Jones, Zoë Kravitz, Rosie Huntington-Whiteley, Riley Keough, Abbey Lee, Courtney Eaton, Jennifer Hagan, Megan Gale, Melissa Jaffer
Müzik: Junkie XL

Post-apokaliptik yapımlar arasında 80'lerden bu yana saygın bir yeri olan Mad Max serisi, öz babası olan George Miller tarafından çekilen gıcır gıcır versiyonuyla 30 yıl aradan sonra eski ve yeni kuşağı selamlıyor. Aslında film yeni bir versiyon değil, 1981 tarihli Mad Max 2: The Road Warrior'ın yeniden çekimi. Tabii birebir aynı olmadığı gibi, aradan geçen zamanın yarattığı teknik farklar neticesinde görsel ve işitsel anlamda gerçek bir aksiyon panayırı. Bu modifiye edilmiş yapımın senaryosunda Miller'a Brendan McCarthy ve Nick Lathouris adında, henüz ilk uzun metraj senaryo deneyimi yaşayan iki kişi eşlik ediyor. Ama film, her haliyle iplerin Miller'ın elinde olduğunu hissettiriyor ve adeta Mad Max efsanesinin 30 yıllık açlığının acısını çıkarıyor. Miller o zamanın mütevazi bütçesiyle The Road Warrior'ın hakkını nasıl verdiyse, dev bütçeli Fury Road'un da hakkını veriyor. Hem çağa uyan güçlü aksiyonuyla, hem de aralara serpiştirilen alt metinleriyle iyi ki başkasının yönetiminde çekilmemiş dedirtiyor.

Hikayeyi ana hatlarıyla biliyoruz. Post-apokaliptik Avustralya'da ailesinin ölümünden sonra tek başına hayatta kalma mücadelesi veren polis eskisi Max, bu kupkuru yeni dünya düzeni içinde su ve yeşilliği sahiplenerek krallığını ilan etmiş Immortan Joe'nun adamlarının eline düşüyor. Öte yandan Immortan'ın "imperator"larından biri olan Furiosa, Immortan'ın 5 genç karısını "Yeşil Bölge"ye götürmek için kaçırıyor. Tabii Immortan ve çılgın ordusu vakit kaybetmeden peşlerine düşüyor. Genel verici kan gurubuna sahip olması nedeniyle öldürülmeyip, "kan torbası" olarak kullanılan Max de bu takibe götürülünce yollar kesişiyor. Başlarda birbirlerinden hiç hoşlanmasalar da Max ve Furiosa özgürlük yolunda hayatta kalmak ve kızları hayatta tutmak için işbirliğine gidiyorlar. Fury Road, her santimiyle kıyamet sonrası evrenin tozlu ve tekinsiz havasını mükemmel yansıtan bir film. Bu fantastik ikna en baştan işi sağlama alarak, gittikçe kızışan bu ortamdan beklenmeyenleri beklememizi sağlıyor. Miller'ın olağanüstü hayalgücü sadece ölümüne kovalamaca içinde değil, kıyamet sonrasında kurulan farklı insani, dini, askeri, ekolojik, ekonomik sistemlere dair yüzlerce detayda saklı. Birbirinden muazzam aksiyon sekanslarının uzunluğu veya sıklığı, bunları görmemizi engellemiyor. Hatta bazı yorumlarda bu aksiyon yoğunluğu nedeniyle eleştirilen film, bu detayları kolon ve kirişler olarak kullanıyor.


Nükleer felaket sonrası yeşili, suyu, refahı, güzel kadınları kendine ayıran, Valhalla inanışı ile kandırdığı askerlerden oluşan ordusunu istediği gibi yönlendiren, hastalıktan kırılan halkı zaten kendi hakları olan şeylerden mahrum ederek sömüren, The Bullet Farmer, The People Eater gibi karanlık güçlerle işbirliği içine giren diktatör Immortan Joe modeline hiç yabancı değiliz. Ama bu gücün karşısındaki isyan figürünü Max'ten ziyade Furiosa daha etkili biçimde dolduruyor. Efsanenin ana kahramanı Max ise, bireysel hayatta kalma mücadelesinin kitlesel bir isyana dönüşmek zorunda kalışının sembolü olarak beliriyor. Eski Mad Max'lerdeki gibi ona biçilen "zoraki kahraman" pozisyonunu koruyor. Elbette Max olmadan bu çileli yolun alınması pek mümkün olmazdı. Ne var ki Furiosa, onun Immortan'dan kurtarmaya çalıştığı 5 kadın, Many Mothers klanına bağlı anaerkil bir kabile olan Vuvalini'lerden kalanlar, Fury Road'a feminist bir ton katarak Max'ten rol çalıp onu kimi zaman bir yan karaktere dönüştürüyorlar. Miller, Mel Gibson döneminde böyle bir tercihte bulunmadığı için Gibson ve Max özdeşleşmesi sinema tarihine kazındı. Belki geçmişte yaptığı şeyi tekrarlamamak adına, belki de yeni Mad Max serisinin çok boyutlu olmasını istediğinden ötürü 2015 yılının Max'ini yalnız kovboy gibi göremiyoruz.

Mel Gibson demişken, son yılların gözde oyuncusu Tom Hardy'nin hayat verdiği yeni Max'in karizmasının Gibson'a pek ulaşamadığını söylemek gerek. Gerçi 1979 - 1985 yılları arasını kapsayan Mad Max üçlemesi, eski polis Max Rockatansky'nin hayatta kalmak için oradan oraya savruluşunu, hayatta kalamaya çalışırken içine düştüğü şartlar yüzünden cesaretiyle bir kahramana dönüşmesini sindire sindire anlatma fırsatı bulmuş filmlerden oluşuyordu. Fury Road ise henüz ilk ayağında çılgın bir maceraya balıklama dalmış bir film hüviyetinde. Miller burada kahramanına Max değil de John Doe deseydi, "The Road Warrior'dan esinlenmiş yeni bir post-apokaliptik macera" tanımlaması yapılmak şartıyla kimse bunu yadırdamazdı. Şu halini yadırgadığımızdan değil tabii. Tam tersi, aksiyon sinemasında şarap gibi yıllandıkça daha da değerleneceğine inandığım orijinal fikirlerle dolu bir film Fury Road... Dünyanın en güzel kadınlarından biri olan, inanılmaz bir değişim geçirdiği Monster ile haklı bir Oscar kazanan, ama son yıllarda yaptığı yanlış seçimlerle oyunculuğunu körelten Charlize Theron, gözüpek, ümit dolu ve hüzünlü Furiosa için biçilmiş kaftan olmuş. Hardy - Theron ikilisini serinin ikinci filmi Mad Max: The Wasteland'de yine birarada göreceğimiz kesinleşti. Şimdilik senaryoyu da tek başına üstleneceği görülen George Miller'ın bu filmde neler yapacağı merak konusu. Hele de önümüzde Fury Road gibi daha ilk filmden çıtayı acayip bir yere koyan bir film varken.

16 Ağustos 2015 Pazar

The Suspect (2013)


Yönetmen: Won Sin-yeon
Oyuncular: Gong Yoo, Park Hee-soon, Jo Seong-ha, Yoo Da-in, Jo Jae-yoon, Kim Seong-gyoon, Kim Min-jae, Song Jae-ho
Senaryo: Lim Sang-yoon
Müzik: Kim Jun-seong

Kuzey Kore'nin en iyi saha ajanlarından biri olan Dong-chul, bir görev sonrasında hükümeti tarafından terk edilmiştir. O görevde meslektaşları tarafından ihanete uğramış, karısı ve küçük kızı öldürülmüştür. İntikam için Güney tarafına geçen Dong-chul, gündüzleri araştırma yaparken, geceleri de önemli bir bürokrat olan Park'ın şoförlüğünü yapmaktadır. Bir gece Park, Dong-chul'a bir gözlük vererek onu gömmesini ister. Aynı gece Park ve yanında çalışanlar suikaste uğrayıp katledilirler. Olay sırasında suikastçiyi haklayan Dong-chul bir anda cinayetin baş şüphelisi olur ve kaçmak zorunda kalır. Güney Kore İstihbarat Teşkilatı NSIA, Kuzey-Güney arasında kritik bir rolü olan Park'ın sırrını ele geçirmek için tüm imkanlarıyla ulusal bir tehdit olan Dong-chul'un yakalanması emrini verir. Ekibin başına da, daha önce Don-chul ile yarım kalmış bir meselesi olan üstün yetenekli Albay Min Se-hoon getirilir.

Senaryosu Lim Sang-yoon'a ait The Suspect (Yong-eui-ja), 2007 yılında çektiği çok başarılı Seven Days'e rağmen altı yıl boyunca sinemadan uzak kalmış Won Sin-yeon tarafından yönetilmiş bir film. Benzerlerine daha önce yine Güney Kore sinemasında rastladığımız üzere, başlangıçta olay ve entrika örgüsünü bir çocuğa anlatır gibi Hollywood kronolojisiyle değil, zamanla taşların yerine oturacağı bir tarzla anlatan film, hiç acele etmeden, ağır ağır gerilim dozunu arttırarak ilerliyor. Artık kendi klişelerini yaratmış ve bunlara sıkı sıkı sarılmış Güney Kore yapımlarından biri olarak, vazgeçilmez intikam temasını Kuzey-Güney arasındaki çekişmelerden birine dayalı zincirleme komplolarla paketleyip önümüze koyuyor. Yabana atılmayacak bu komplolar, yer yer Bourne filmlerini anımsatacak kovalamaca anlarıyla ve aksiyonlarla zenginleştirilmeye çalışılıyor. O noktada da insanüstü kaçma kurtulma sahneleriyle Hollywood aksiyon klişelerine göz kırpıyor. Yani hem kendinden, hem dışarıdan derlediği bu anlayışla farklı bir film görüntüsü çizmiyor. Ama bu sinemanın sahip olduğu şeytan tüyüne kapılan seyirci profili için bunlar pek sorun teşkil etmiyor.

The Suspect, seyircisini kendi ortamına dahil ettikten sonra sürükleyici yapısıyla işini daha da kolaylaştırıyor. Ana karakterlerin birbirini kovaladığı sırada yan karakterlerin ve kötülerin kilit noktalarda filme sağladığı katkılar da filmde iyi biçimde yer bulmuş. Bazı yönleriyle Samuel L. Jackson ve Kevin Spacey'in başrollerini paylaştığı The Negotiator filmini de anımsatması mümkün. Aslında çok yaygın bir konu bu: Karşı cephelerde yer alan tarafların, daha büyük bir kötülük karşısında birleşme ihtiyacı duymasıyla yaşanacak çıkmazdan çıkma çabası. Bu temayı algılar algılamaz filmin ne yöne gideceğini ve tabii nasıl biteceğini anlarız. The Suspect için de durum farklı değil. Ama bu bir Güney Kore filmi olduğu için ne olacağından ziyade, nasıl olacağı daha çok ilgi uyandırıyor. Sosyal ve kültürel olarak bize ilginç gelen detaylarıyla, mimik ve vücut diliyle, başta Gong Yoo ve Park Hee-soon olmak üzere göz dolduran performanslarıyla muadillerinden bir miktar ayrı görünmeyi başarıyor. Önemli noktalardan biri de, düşman kardeşler Kuzey ve Güney'in barışa yönelik adımlarla yakınlaşabileceğine olan inancın korunması. Tabii bu bir Güney Kore filmi olduğu için, o adım da haliyle Güney'den geliyor. Zaten Güney'in derdi Kuzey'deki kardeşleriyle değil, onların yönetiliş biçimiyle ve bundan faydalanmak isteyen kötü niyetli Güneyli politikacılarla.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Limonata (2015)


Yönetmen: Ali Atay
Oyuncular: Ertan Saban, Serkan Keskin, Luran Ahmedi, Funda Eryiğit, Selahattin Bilal, Bedia Begovska, Ciguli
Senaryo: Ali Atay, Ertan Saban
Müzik: Ahmet Kenan Bilgiç, Taner Yücel, Okan Kaya

Ali Atay’ın babasına ve Ertan Saban’ın genç yaşta kanserden kaybettiği eşi İnci’ye ithaf edilen Limonata, senaryosunu Atay ve Saban'ın birlikte yazdığı, Atay'ın ilk yönetmenliğine imza attığı sıcak bir komedi dram. Film, ölüm döşeğindeki babasının helallik alma isteği üzerine, ailesinin haberinin olmadığı kardeşini bulmak için Makedonya’dan Türkiye’ye gelen Sakip ile, onun bu yolculuğa ikna etmeye çalıştığı kardeşi Selim’in hikayesini anlatıyor. Komediyi de dramı da abartmadan doğal ve samimi olabilen film son dönem yerli filmler arasında açılması gerekli bir kulvarın örneklerinden. Bilindiği üzere dini referanslardan devşirilen uhrevi korku filmleri, tuvalet mizahıyla birçok olumsuz fikri hiçbir engelle karşılaşmadan tüm kesimlere ulaştırabilen halk kahramanlarının (!) filmleri, sadece festivallerde kendine yer bularak kısa sürede unutulup giden aşırı kişisel (ve bu yüzden sıklıkla seyirci olgusunu dışlayan) filmler ve diğer alt türler yerli sinemada bir şekilde kendilerine kulvar oluşturdular. Arada tek tük iyi örnekler çıksa da, belki de bu "iyi" olma özellikleri nedeniyle sinemamıza yaramadılar. Özellikle dizi sektörünün çapsızlığı hemen her yerli filme bir virüs gibi bulaşmakta.

Cem Yılmaz henüz oturmuş bir tarz yönünden istikrar sağlayamamışken Her Şey Çok Güzel Olacak ve Hokkabaz ile yol filmi temalarından beslenen mütevazi komedi dramlarla beğeni kazanmıştı. Suç motivasyonları bulunmayan Limonata'yı da çeşitli yönleriyle bu tür içine dahil edebiliriz. Tabii Ali Atay, Serkan Keskin gibi oyuncular akla direk Onur Ünlü ekolünü getiriyor. Ama Limonata, her ne kadar Ali Atay senaryo ve yönetim açısından bazı farklılıklar peşine düşse de bir Onur Ünlü filmi olamayacak kadar rotası belli bir yapım. Samimiyetini ve sıcaklığını büyük ölçüde Ertan Saban ve Serkan Keskin'in performanslarına borçlu. Bu haliyle "keşke"leri bol bir film olmaktan kurtulamıyor. Başında "keşke" olmak üzere bazı şahsi beklentiler, eleştiri niyetine söylenebilir. Örneğin keşke Limonata'yı doğrudan yol filmi olarak niteleyebilmek için yol kısmı daha uzun tutulsaydı. Zira Sakip'in İstanbul'da Selim'i bulma ve ikna çabalarını izlediğimiz ilk 35 dakika, anne ve babanın telefon konuşmaları dışında hiç iyi işlenememiş. Hele şampiyonluk yemeği bölümü tümden çıkarılsa film hiçbir şey kaybetmezmiş. Zaten Selim'i Makedonya'ya gitmeye ikna edemeyen Sakip'in onu sarhoşken kaçırması işleri kolaylaştırmışken, biraz daha hızlı ve doygun bir anlatımla en fazla 15 dakikada ikili Makedonya yoluna çıkabilirdi.


Ne zaman ki 35 dakika sonra yola çıkıldı, tam da yol filmi kıvamına gelindi. Çünkü bir yol filmi olmak Limonata'nın muhteviyatında var. Komik bir arabayla birinin mutlaka çıkması gereken o yolda birinin de "ne işim var lan benim Bodrum'da" veya "ne işim var lan benim Bulgaristan'da" diye sızlanması gerek. Böylece öfke patlamaları, sonra mecburiyetten yumuşama hamleleri, yolda karşılarına çıkan kişiler, olaylar, aksilikler bir bağ kurmak için keşfedilmeyi bekleyen hazineler gibidirler. Sakip ve Selim'in birbirini tanıma girişimlerinden çok komik anlar yakalayan Ali Atay, rahmetli Ciguli'nin ne yazık ki sadece kenar süsü gibi kullanıldığı renkli düğün bölümünden de tatminkar birşeyler çıkaramıyor bana göre. Kısa bir süre sonra bir de bakmışız ki yol bitmiş. Oysa bu ikilinin yolda başka küçük maceralar, aksilikler, ikilemler yaşamasıyla kardeşlik ilişkilerinin hırpalanması, sonra doğal seyrinde iyileşmesi gerekirdi. Oysa bu hırpalanma, pek de adil olmayan bir çözümle yola değil, Makedonya'ya saklanmış. Orada edilen kavga, Fuat Amca, Sakip'in akrabası Nihal, mezarlık bölümü filmin final yolunu katmanlaştırmayı başarıyor. Ama İstanbul - Makedonya yolunda altyapısı oluşturulabilecek başka katmanlar filme zaman ve ivme kazandırabilirmiş. Mesela Sakip'in askerlik anısına benzer detaylara (özellikle de ikilinin biraraya gelme sebebi olan ve hiç değinilmeyen babaları Suat ile ilgili) eklenecek başka detaylar tam da yolun kendisi içindi.

İlk yönetmenlik denemesinde kendine özgü bir tarz ortaya koymayan, gerçi kendinden de böyle bir beklenti olmayan Ali Atay, genel olarak ortalamanın üstünde görünse de acemiliğini hissettiriyor. Bazı kurgu ve devamlılık zayıflıkları keşke Onur Ünlü yönetseymiş dedirtmiyor değil. Yine de Atay ve Saban'ın kişisel projesi olduğundan saygı duyulması icap eden tercihler gözüyle bakma seçeneği de mevcut. Ama ne kadar kişisel olursa olsun, gösterime girdikten sonra o film seyirciye mal oluyor. Böylece bazı yönetim, kurgu ve senaryo zafiyetlerinden, bir türlü beceremediğimiz şu film müziği meselesinin bir neticesi olarak Peter Gunn Theme'i anımsatan müzik seçimlerinin zaman zaman baymasından (ve kilit sahnelerde iyi müzikler / şarkılar kullanılmamasından), bazen altyazı gerektirecek şekilde zorlayan Makedon şivesinden, finalin tatminkar olmayışından bahsetmek hakkımız.

Final demişken, filmin başlarında bu kadar hoyrat davranılmasaymış belki makaralar bitmeden daha oturmuş bir final yazılıp çekilip, kurgulanabilirmiş düşüncesi beliriyor. Bu kadar negatif şey söyledikten sonra karşımızda kötü bir film olduğu düşünülmesin. Yerli sinemanın içinde bulunduğu durum düşünüldüğünde bu kadar olumsuzluk bile Limonata'yı sıradanlaştıramıyor. En başta kendi vatanında olmanın rahatlığıyla Ertan Saban ve filmin pusulası konumundaki Serkan Keskin'in, hatta kısa bir süre görünmesine rağmen Luran Ahmedi'nin performansları her türlü övgüyü hak ediyor. Filme ruh katan en mühim unsur bu performanslar. Şayet bir devam filmi düşünülüyorsa bence hiç gerek yok. Elbette filmin bir tadı var ve orada bırakılmalı.

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Ex Drummer (2007)


Yönetmen: Koen Mortier
Oyuncular: Dries Van Hegen, Norman Baert, Gunter Lamoot, Sam Louwyck, Bernadette Damman, Dolores Bouckaert, Jan Hammenecker, Barbara Callewaert, Wim Willaert, Tristan Versteven, François Beukelaers
Senaryo: Koen Mortier, Herman Brusselmans
Müzik: Arno, Flip Kowlier, Millionaire, Guy Van Nueten

Kadınları darp etmekten zevk alan psikopat bir solist (Koen), sağır ve uyuşturucu bağımlısı bir gitarist (Ivan), sağ elinde bir sakatlık olan, huysuz annesi ve üst katta bağlı tuttukları babasıyla yaşayan eşcinsel bas gitarist (Jan) üçlüsünden oluşan punk grubu The Feminists'in bir davulcuya ihtiyacı vardır. Ama bu davulcunun da kendileri gibi bir engelinin olması şarttır. Başarılı, hali vakti yerinde ve maceraperest bir yazar olan Dries, bu şaka gibi üçlüden etkilenir ve gruba davulcu olarak girmek ister. Onun engeli ise davul çalmayı bilmemesidir. Grup kurulur, çalışmalar başlar. Fakat arızalı müzisyenlerin tuhaf tavırları, vazgeçemedikleri alışkanlıkları ve başlarına gelen fantastik olaylar onları dönüşü olmayan, acımasız, kendileri gibi tuhaf bir yola sokar.

Herman Brusselmans'ın aynı adlı romanından Koen Mortier'in senaryosunu yazıp yönettiği Ex Drummer, sert, absürt, komik, rahatsız edici ve trajik anlarla dolu, deli işi bir film. Sıradışı bir müzik grubunun kuruluş hikayesi olarak görünse de sorumsuzluktan homofobiye, kadın düşmanlığından ırkçılığa pekçok sorunlu kavramı bu eksen üzerine bulamaç gibi döken film, absürtlüğüne ve sertliğine zeval getirmeden deneysele varan bir anlatım geliştiriyor. İzlerken sık sık romanı hayal edip Chuck Palahniuk veya Bukowski okuyormuş hissi vermesi, kurgu ve gerçeğin içiçe geçmişliğinden, tuhaf diyaloglardan, akla zarar sahnelerden anlaşılabilir. Senaryonun bu tekinsiz haline aynı şekilde eşlik eden, hatta sefaleti ve hiddeti görsel açıdan daha da keskinleştiren Mortier, özdeşleşilebilecek tek bir karakter bile bulunmadığından elini hiç korkak alıştırmayan bir yönetim sergiliyor. Hiç susmayan alternatif ve punk rock şarkıların çiğ dokularının yer yer video klip tadında yarattığı fon ise, filmin hırçın ve yılgın atmosferiyle uyum içinde.


Ex Drummer'ın en mantıklı özeti, karısının (ya da sevgilisinin) sorduğu neden bu gruba girmek istediği sorusuna Dries'in verdiği "Sanırım mutlu dünyamdan bir miktar uzaklaşmak istiyorum. Ahmaklığın, çirkinliğin, kıtlığın, vefasızlığın ve sefaletin dünyasına dalmak istiyorum. Tutunamayanların hayatlarına, o dünyaya ait olmak ve istediğim zaman kendi dünyama, sana dönebileceğimi bilerek onlara karışmak istiyorum." yanıtı olsa gerek. Bir sosyal deney misali, romanı için sıradışı bir yerleşke bulan, sadece tek bir performans için kurulan bu gudubet gruba sorunsuz dahil olduktan sonra diğer elemanlara üstünlük kuran Dries, bazen her ne kadar öyle görünse de onların sefil hayatlarına çeki düzen vermek, onları birarada tutmak amacında değil. Sadece bu grup projesinin iyi kötü gittiği yeri görmek. Bunu yaparken kendisi ile bu çürümüş toplum bireyleri arasındaki farkı özümsemek istercesine yer yer şiddete varan aşağılama, manipülasyon ve tahrik unsurları kullanıyor.

Dries, ayrıca partneriyle birlikte üçlü takıldıkları kızın "kollektif hüzün" temalı bitirme tezi için sorduğu "Kral Boudewijn’in öldüğünü duyduğunda neredeydin" sorusunu bu adamlara teker teker sorarak onlar için müzik, şiddet, seks, uyuşturucu ve türlü acayiplikleri dışında normal olaylara nasıl tepkiler verdiklerini anlamaya çalışıyor. Çünkü bu engelli adamların engelleri yanında cehaletlerini, aptallıklarını, duyarsızlıklarını, sorumsuzluklarını kendi egosu karşısında tescilleme ihtiyacı duyuyor. Dries'e göre kollektif hüzün değil, bireysel hüzün var belki ama cehaletin, duyarsızlığın, aptallığın başına "kollektif" kelimesini koymanın hiçbir sakıncası yok. Birbirinden tuhaf karakterler, birbirinden arızalı sahneler bunu doğruluyor. Başlarda zamanın geri gitmesini veya solist Koen'in kendi sefil evinde hep ters durmasını da birbirinden tuhaf biçimlerde yorumlamak mümkün. Ex Drummer, "Belçika'nın Trainspotting'e cevabı"ndan ziyade, Belçika'nın cevap veremediği, vermek için kafaya bile takmadığı sorulardan ibaret bir film.

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Tehlikeyle Flört (2015)


Yönetmen: Murat Şenöy
Oyuncular: Ozan Kotra, Çağatay Kehribar, Hakan Çağlar (Timsah), Mete Horozoğlu, Başak Daşman, Fuat Güner, Ezel Akay, Sema Şimşek, Cihat Tamer, Tuğrul Tülek, Ayta Sözeri, Güzin Usta, Mahmut Gökgöz
Senaryo: Murat Özsoy, Flört
Müzik: Flört

Senaryosunu 1989 yılından beri çeşitli isimlerle müzik yapan, 2000 yılından itibaren Flört adıyla bildiğimiz Ozan Kotra, Hakan Çağlar (Timsah) ve Çağatay Kehribar'ın Murat Özsoy ile birlikte yazdıkları Tehlikeyle Flört, daha önce New York'ta Beş Minare ve Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? filmlerinde yönetmen asistanlığı yapmış Murat Şenöy tarafından çekilmiş bir film. Her iki Murat'ın da ilk filmi olması itibariyle hoş anlar içerse de, genel olarak Flört potansiyelinin harcanmış olduğu bir yapım gözüyle bakabiliriz. Çıkarmak istedikleri albüm için her yolu deneyen, ama başarılı olamayınca son çare olarak yeni açılacak olan bir bankayı soymayı planlayan grubun yaşadığı komik olaylar şeklinde son derece sığ bir konu üzerine inşa edilen Tehlikeyle Flört, bana göre tüm iyi niyetine rağmen kaçırılmış önemli bir fırsat olarak kalmış. Albüm çıkarabilmek için banka soyma teması üzerinden kendi sınırlarını zorlama çabası içinde fazla açılamayan film, belki Blues Brothers misali bir fikir üzerinden kendine has bir yol filmi konsepti geliştirebilse, bu konsepte eklenebilecek çok fazla suç öğesini de mizahla harmanlayabilse çok daha keyifli bir örnek olabilirmiş. Böylece banka soygunu saçmalığına, Sır Sırrı gibi, Flört grubundan yavan biçimde rol çalmaya çalışan bir karaktere veya "The Beatles'tan sonra böyle bir fırtına görülmedi" gibi gülünç ifadelere rastlamazdık.

Peki filmin "kaçırılan bir fırsat", "harcanmış bir fikir" olmasının asıl nedeni nedir? Tabii ki Flört grubunun kendisi. Böyle bir grup gerçekten var ve Ozan Kotra, Timsah ve Çağatay Kehribar kendi adlarıyla filmdeler. En önemlisi de iyi müzisyenler olmaları yanında, belki çok daha iyi biçimde doğal bir komedi potansiyeline sahip insanlar. Filmin en komik denebilecek anlarında teker teker ve hep birlikte onların imzası var. Fakat ne yazık ki kendilerine biçtikleri konu ve onun geliştirilme, karmaşıklaştırılma aşamaları filmi çok düzeysiz hale sokuyor. Adam gibi bir finalinin bile olmamasını senarist tecrübesizliğine mi yoksa devam filmine açık kapı bırakmaya çalışmasına mı yoracağımız belli değil. Devam filmi için bile böyle ucuz bir final çekilmez. Kaldı ki, zaten aşama aşama soğuduğumuz filmin finalinden de zeka dolu bir hamle beklemiyoruz. Kendi doğal halleriyle bile bir komedi / suç yapımı için yeterince komik potansiyele sahip Flört üçlüsü için tasarlanan film ne senaryo, ne de yönetim açısından bu şekilde olmamalıydı. Ezel Akay, Fuat Güner, Cihat Tamer gibi isimler de bu yüzden birer potansiyel olarak kalıyorlar. Kapitalizm, müzik piyasası, yolsuzluk üzerine edilen laflar havada asılı bırakılıyor. Grubun sevimli şarkıları filme iyi yedirilemiyor. Böylece Tehlikeyle Flört, son zamanların en hoş komedilerinden birisi olabilecek iken, Flört'ü hiç hak etmeyen vasatın altında bir film olarak kalıyor.