24 Ekim 2022 Pazartesi

Speak No Evil (2022)

 
Yönetmen: Christian Tafdrup
Oyuncular: Morten Burian, Sidsel Siem Koch, Fedja van Huêt, Karina Smulders, Liva Forsberg, Marius Damslev, Hichem Yacoubi
Senaryo: Christian Tafdrup, Mads Tafdrup
Müzik: Sune Kølster

Toskana’da tatil yapan biri Hollandalı, diğeri Danimarkalı olan iki aile tanışır ve birlikte takılmaya başlarlar. Aradan geçen ayların ardından, Patrick ve Karen çifti ile çocukları Abel'den oluşan Hollandalı aile, Bjørn ve Louise çifti ile kızları Agnes'ten oluşan Danimarkalıları kırsaldaki evlerine hafta sonu tatili için davet eder. İlk zamanlar her şey normal seyrinde ilerlese de, ev sahibi Hollandalı çift tuhaf davranışlar sergilemeye başlar. Christian Tafdrup ve Mads Tafdrup'un senaryosunu yazdığı, Christian Tafdrup'un yönettiği Speak No Evil, son yılların en dikkat çekici gerilimlerinden biri. Danimarkalı bir TV oyuncusu olan Tafdrup, aynı zamanda birkaç kısa film ve Speak No Evil ile birlikte üç uzun metraj çekmiş bir yönetmen. Hiç de gerilim filmi gibi başlamayan, filmin gerilim türünde olduğu bilgisini yanımızda taşıyorsak türlü senaryolar ve ataklar beklentimizi kıvrak hamlelerle savuşturan Speak No Evil, en güvenli diye bildiğimiz aile kurumu üzerinden çok etkili bir gerilim inşası oluşturuyor. Davet sahibi Hollandalılara göre daha mülayim bir aile olan Danimarkalılarla seyircinin özdeşlik kurabilmesini kolayca sağlayan Tafdrup, tarafını belli ettikten sonra ince ince ördüğü senaryosuyla her geçen dakika gizemli ve gergin anlar yaratıyor. Bunlardan teker teker bahsetmek filmin tadını kaçırabileceği için, gerilim seven seyircilere sunulmuş farklı deneyimlerinden biri olacağını söyleyerek ve genel ifadeler kullanarak filmi övmek mümkün. Zira ortada gerçekten övülmesi gereken bir film var.

Senaryo tarzı olarak, mizahı alınmış bir Ruben Östlund benzetmesi yapabileceğimiz Speak No Evil, sıradan durumların saniye saniye arttırılan gerilim dozunu çok iyi ayarlamış bir film. Yemeğe davet ettiğiniz kişilere hesabı ödetmek veya çocuğunuzu herkesin içinde tartaklamak gibi toplum içinde yaptığınızda can sıkıcı bir utanç iklimi yaratacak davranışların yaratacağı etkiyi kullanan Tafdrup, seyirciyi nelerin rahatsız edeceğine dair fikirleri hiç de uzaklarda aramıyor. Filmden bağımsız olarak, metroda sigara içen, kütüphanede bağıra çağıra konuşan, sinemada film esnasında telefonunu karıştıran veya her ortamda yüksek sesle küfür eden insanların sebep olduğu, toplum kodlarının dışına çıkan davranışların yarattığı o hep pusuda bekleyen rahatsız ediciliğin gözlemcisi olmak yetiyor. Bu istenmeyen durumlardan çıkarılabilecek gerilim de başka hiçbir şeye benzemiyor. Hayalet, canavar, doğaüstü olaylar vs. sayesinde yaratılan korku/gerilim atmosferlerini kurmak için başvurulan makyaj, kostüm, görsel ve işitsel efektlerle sağlanan avantajlardan yoksun olmak, belki de bu filmlerin en büyük avantajı haline geliyor. Speak No Evil de bu avantajları çok etkili biçimde kullanan filmlerden. Tafdrup, ağır ama emin adımlarla yükselttiği tansiyonu, karakterler arasındaki güç ve güçsüzlük üzerinden kuruyor. Benzerlerini sıkça gördüğümüz akran zorbalığını veya rahatsızlık uyandıran davranış dengesizliklerini yetişkinlere uyarlıyor. Fakat bunu yaparken çoğu senaryonun görmezden geldiği bazı önemli noktaları da görerek, direkt yaşadığımız hayatın içinden çıkma gerçekliklerin ürkütücü boyutlarına temas ediyor.


Danimarkalı aile, çok da iyi tanımadıkları bu Hollandalı ailenin hafta sonu davetini iyi niyetle kabul ediyor. Danimarkalı çift Bjørn ve Louise, ev sahiplerinin bazı tuhaflıklarına, hoyratlıklarına zaman zaman tepki gösterseler de, yine de bunun arkasında kötü niyet aramıyorlar. Tüm bu iyi niyet arama/bulma çabası, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde sorun istemeyen, yapıcı, pozitif gerekçeler taşır. Oysa diğer yandan, her şeye tolerans göstermek de karşı tarafın olası kötü emelleri için boş alanlar yaratabilir. İşte senarist Tafdruplar, bu denli hoşgörülü, iyi niyetli, toleranslı olmanın yaratacağı duygusal açıkların suistimal edilmesi noktasında çok mühim ikilemler ortaya koyuyorlar. Hatta bir yerden sonra Hollandalı ailenin aymazlığı ve tekinsizliği, Danimarkalı ailenin iyi niyeti ve saflığından daha az sinir bozucu bir hal alabiliyor. Zorbalığa uğrayanın mağduriyetinin ana sebebi, onun zorbaya ne kadar müsaade ettiğiyle alakalı hale geliyor. Hatta filmde direkt bunu itiraf eden bir diyalog bile var. Bir şeylerin ters gittiğine dair sinyallerin alınmasına rağmen hala o tersliğe ihtimal vermemenin altında yatanın iyi niyet ile aptallık arasındaki gri alanda bulunması, bazı bedelleri kaçınılmaz kılıyor. Zira karşı taraf ne kadar çok güvenlik açığı bulursa o kadar cüretkar olmaya başlıyor. O çok merhedilen Avrupa nezaketi, hoşgörüsü, çağdaşlığı algısını ters yüz etmeyi seven Haneke, Östlund, Ozon gibi sinemacıların birtakım karakteristik özelliklerini ustaca uygulayan Tafdrup, sadece iki çekirdek aileyle bile kendini katmanlaştırabilen bir gerilim, hatta yaşananların dehşet verici mümkünatına binaen tüyler ürperten bir korku filmine adını yazdırıyor.

Son yıllarda artan, hatta Dardanne kardeşlerin yapaylaşmasına bile yol açan göçmen sorunu kaynaklı Avrupa toplumu eleştirilerine girmeyip, sadece Avrupa'nın iki güzide ülkesinden küçük numunelerle insanın iki farklı doğasının çatışmasına eğilen Christian Tafdrup, aile dinamiklerini de katık ederek sessiz ama çarpıcı bir kaos ortamı yaratıyor. Bu numunelerle aile reisi kabul edilen babaların, düzen koruyucu annelerin ve arada kalan masum çocukların hepsine ayrı kanallar açarak, daha çok da iki farklı karakterde baba üzerinden güçlü/zayıf tanımlaması yapıyor. Ama bu gücün tanımında, güçsüzün kendini ezdirmesi öne çıkıyor ki, filmin birkaç kritik noktasında alınan yanlış kararlardan da anlaşılacağı gibi bu güç sadece kas gücü değil, iyi niyetin körleştirdiği, hazırlıksız yakaladığı, pasifleştirdiği bir zayıflık olarak konumlanıyor. Kır evindeki her an, psikolojik gerilimin türlü suretleriyle giderek artan bir eziyete dönüşürken, her iki ailenin de beynin farklı sinirleriyle oynayan karar ve eylemleri, seyirciyle kurduğu interaktif bağ sayesinde rahatsız ediciliğini hep ayakta tutuyor. Sembolik olduğu kadar gerçekliğini sorgulayamayacağımız finaliyle de Hollywood klişelerinin tuzaklarına düşmüyor. Kendi ülke sinemaları dışında pek tanınmayan başarılı oyuncu kadrosunun performansları ve Sune Kølster'in filmin atmosferine çok uyan tüyler ürpertici müzikleriyle, bir anda yeni nesil korku/gerilim yönetmenleriyle aynı cümle içinde anılmaya başlayan Christian Tafdrup'un yazım/yönetimiyle Speak No Evil, bittikten sonra bile etkisini sürdüren, izleyeni korkunç bir döngüye hapseden o çıkışsız filmlerden.

15 Ekim 2022 Cumartesi

Aftersun (2022)

 
Yönetmen: Charlotte Wells
Oyuncular: Paul Mescal, Frankie Corio, Celia Rowlson-Hall
Senaryo: Charlotte Wells
Müzik: Oliver Coates

Sophie, tam 20 yıl önce Fethiye'de bir tatil köyünde babasıyla geçirdiği tatilin anılarıyla yaşayan bir kadın. O anılardan derlenen Aftersun, üç kısa filmi bulunan Charlotte Wells'in yazıp yönettiği ilk uzun metrajı. Wells bize küçük küçük verdiği bilgilerle 11 yaşındaki Sophie'nin boşanmış ebeveynlerin kızı olduğunu, babasıyla yapacağı birkaç günlük tatilin ardından İskoçya'ya annesinin yanına döneceğini söylüyor. 90'larda henüz 30'undaki baba Calum'un kızıyla çok sevimli bir ilişkisi var. Hatta kaldıkları oteldeki bir genç, baba ve kızını kardeş sanıyor. Wells'in seyirciyi dışlamayan fakat belli bir mesafe de koyan farklı anlatımı, zeminde ketum bir hüznün yattığı, geri kalan her şeyin bu hüzne entegre olduğu bir tarza sahip. Ama bu hüzün bile kendi mesafesini koymuş vaziyette. Her şey dahil bir otelde baba ve kızın günlük tatil rutinleri, her ne kadar filme bir omurga oluşturmuyor gibi görünse de, film yol aldıkça bu rutinleri gerçek veya kurmaca bir otobiyografik akışın parçaları olarak kabullenmek zor olmuyor. Bu rutin arasına serpiştirilmiş bazı baba kız diyalogları, bu tatil dışında idame ettirdikleri ayrı yaşamları hakkında ipuçları veriyor. Sophie, anne ve babasının yeniden birleşme ihtimallerini, babası kanadından yokluyor. Calum, Sophie'nin annesiyle olan hayatı hakkında sorular soruyor vs. Wells, Calum'un ne iş yaptığını, ne zaman ve ne şekilde evlendiğini, neden erken sayılabilecek bir yaşta baba olduğunu, neden ayrıldıklarını bilmemiz gerekmediğini düşünüyor. İstese hep yaptığı gibi bunları da ufak ufak seyirciye yükleyebilirdi. Ama bu otobiyografimsi kesiti olabildiğince sade, doğal, derme çatma kesme ve birleştirmelerle yansıtarak filmini sahiplenmeyi, onu kendi belirlediği sınırlar dahilinde ifşa etmeyi veya kapatmayı seçiyor adeta.

Bağimsız formatta sıradan bir "baba kız tatilde" filmi izleyeceğimizi sanırken, yetişkin Sophie'nin saplanıp kaldığı spesifik bir anı ve bu anın filme ara ara serpiştirilmesi, aynı zamanda hep olumsuz bir şeyler olacağı hissiyatı sebebiyle Wells, filminin konforlu görünümüne kota koyuyor. Özellikle hakkında hiçbir şey bilmediğimiz genç baba Calum'un sevimli, pozitif görünümünün ardında bize gösterilenlerle yetinmenin gizemli sularına çekilmemizi talep ediyor. Calum'un kolunun neden alçılı olduğunu dahi bilmemizi istemiyor. Artık baba kız arasındaki detayları filme doğrudan ya da dolaylı temas edecek kritik anlar olarak görmeye başlıyoruz ki, bunlara "gerilim" diyesimiz gelmesine rağmen, nereden ve nasıl kaynaklandığını bilmediğimiz bir yas duygusunun naifliğinde eritilen şeylere dönüşüyorlar. Wells hiçbir kesinliğe başvurmadan, Calum'un ve Sophie'nin ruh hallerine küçük seyahatler yapıp, bu duygusal bitkinliğin nereden geldiği teorisini seyircisine, onların filmi kafalarında nasıl sürdüreceklerine yönelik tahminlerine bırakıyor. Bu, basit bir boşluk doldurma aktivitesinden farklı bir biçimde, hem Calum ve Sophie'nin birbirleriyle, hem de biz seyircilerin onlarla kurduğu kopuk bağların cazibesini arttırıyor. Sıradan bir film istemediğimizin farkına varıyor, ondan ne bekleyeceğimizi bile umursamadan o aķışa kendimizi bırakıyor, böylelikle hayal kırıklığına uğrama düşüncesini de kafamızdan çıkarmış oluyoruz. Zaten Aftersun, dilinin ucundaki şeyleri söylemekten kaçınarak çok şey söyleyebildiği için talepkar bir film de sayılmaz.


Baba kız arasındaki iletişim ve iletişimsizlik, herhangi bir neden ile (ergenlik, boşanma vb.) doğrudan ilişkilendirilmeden, olabilecek en olağan halleriyle diyaloglara yansımakta. Ayrı düşmüş olmalarından kaynaklı bir acemilik yanında, imrenilecek bir uyum da var ilişkilerinde. Temelde bu ikisi, ayrı düşmemiş çocuklar ve ebeveynler arasında bile görülebilir. Ama Calum ve Sophie gibi iyi anlaşan, birbirlerine olan sevgilerini seyirciye geçirebilen baba kızın boşanma yüzünden ayrı kalmış olmaları, özellikle birlikte izlediğimiz tatillerinden sonra yine ayrılacak olmalarının burukluğu hem onların, hem de bizim yakamızdan bir an olsun düşmüyor. Öyle ki, mutlu oldukları sıradan tembellik anlarında bile üzerimize sinmiş bu burukluktan kurtulamıyoruz neredeyse. Yetişkin Sophie'nin bu tatilde çekilmiş video kayıtlarını yıllar sonra tekrar izliyor oluşu, yatağından kalkınca ayağını bastığı ilk şeyin babasının Fethiye'den aldığı halı oluşu, rüyasında babasının o yıllardaki haliyle kulüpte dans ettiğini görüşü, bu tatilin onun hayatında unutulmaz bir yeri olduğunu basit ama çok etkileyici biçimlerde anlatmayı başarıyor. Öte yandan, meditasyona, Tai Chi egzersizlerine meraklı olduğunu anladığımız, Sophie'den gizli ağladığına şahit olduğumuz, kareoke yapmak için nazlanan (hatta Sophie'ye trip atan) ama başka bir ortamda dans etmesi için onu tatlı tatlı zorlayan Calum'un dalgalı kişiliği yine basit ama çarpıcı dokunuşlarla çiziliyor. Wells adeta onun hikayesini filminde anlatmadan bize yazdırıyor. Bunu yapmak, hele de ilk filminde yapabilmek her yönetmenin harcı değil.

Charlotte Wells, 2022 senesinde 90'larda Türkiye'deki bir tatil köyünde geçen bir film çektiğinde, bu dönem ve coğrafyayı nasıl resmettiği de merak konusu olabilir. Ancak belli ki dersine çok iyi çalışıp, o yıllardaki her şey dahil otellere ait detayları o kadar iyi öğrenmiş ki, filmin asıl meselelerinden bağımsız olarak belki de üstünkörü geçebileceği bu lokasyon meselesine de özen göstermiş. Zaten yapım tasarımı Billur Turan'a, sanat yönetimi Güzin Erkaymaz'a ait. Küçük otel odalarındaki modası geçmiş televizyonlar, eski arabalar, bira bardakları, şarkılar, otel müşterisi olduğunuzu teyit eden bileklikler, 90'larda tatil beldelerinde popüler olan bazı şarkılar, belki de en çok bizim anlayabileceğimiz detaylarla örülü harikulade bir nostalji mevcut filmde. O nostaljinin kırılgan yapısıyla, baba kız arasındaki hatırlanmaya değer nostaljinin hassaslığı çok iyi örtüşüyor. Yeni neslin parlak aktörlerinden Paul Mescal ve tıpkı yönetmen Charlotte Wells gibi ilk filminde yer alan Frankie Corio, baba kız rollerindeki kimyalarıyla hayran bırakıyorlar. Ama asıl hayranlık uyandıran, ister otobiyografik, ister kurmaca olsun, ilk filminde bu kadar basit bir hatırlama öyküsünü, karakterlerin duygularını sömürmeden, sadelikten yaratılmış bir melankoliyle incelikli hale getiren Charlotte Wells'in yazım/yönetimi olsa gerek. İlk filmiyle çıtasını hayli yüksek bir yere koyan Wells, anlattığı şey ne olursa olsun ona içsel bir yoğunluk kalabilen tecrübeli yönetmenlerin kumaşın sahip olduğunu kanıtlamış oldu. Cannes Film Festivali'nde Eleştirmenler Haftası Jüri Ödülü'nü alan Aftersun, tortu bırakan, bıraktığı tortuyla sadece kendine ait özel bir hatıra yaratan filmlerden. 

6 Ekim 2022 Perşembe

Killshot (2008)


Yönetmen: John Madden

Oyuncular: Mickey Rourke, Diane Lane, Thomas Jane, Joseph Gordon-Levitt, Rosario Dawson

Senaryo: Hossein Amini, Elmore Leonard

Müzik: Klaus Badelt

Carmen Colson ve demirci eşi Wayne tesadüfen bulundukları bir emlakçı dükkânında azılı katillerin hedefi haline geliyorlar. Michigan’ın bu tenha yerinde, polisler bile Carmen ve Wayne’e yardım konusunda çaresizdirler. Federal Polis de çifte Tanık Koruma Programı’nı önermekten başka bir katkıda bulunamaz. Çift, tüm bu gördüklerinin ve başlarından geçenlerin bedelini fazlasıyla ödeyecektir.

Elmore Leonard materyallerinin sinemaya uyarlanışlarında türlü sonuçlar elde edildi bugüne kadar. İzlediklerim arasında Get Shorty, Jackie Brown, Out of Sight ve 3:10 to Yuma’nın üstünlüklerini tartışmamakla birlikte The Big Bounce ve Be Cool’u zamanımdan çalmış filmler olarak görürüm. Küçük suç hikayelerini arapsaçına çeviren, genelde tatminkar ama bilindik sonuçlara bağlayan Leonard’ın, sürükleyici ve gerilimli yapısına rağmen Killshot’ta da rotası pek fazla şaşmıyor. Kıyaslama yapacak olursam, yukarıda iki gruba böldüğüm filmlerin vasat olanlarına biraz daha yakın olmak üzere ortalarında yer aldığını düşünüyorum. Girişte karakterleri bize birer birer gösterdiği bölüme bakınca bir an için farklı bir film olacağı hissine kapılabiliyoruz. Emlakçı baskınıydı, market baskınıydı derken o his yerini başarısız biçimde zorlama aksiyona bırakıyor. Karakterlerin hikayeleri de pek ilgi çekici değil. Ama yine de güçlü kadro, bu sıradanlığın önünde dimdik durabiliyor çoğu zaman.

The Wrestler’dan sonra canlandırdığı mafya tetikçisi Armand 'The Blackbird' Degas rolü ile durduğu yerde karizma Mickey Rourke ve peşpeşe niteliksiz filmlerde kendini harcayan Diane Lane’e, hiperaktif suç makinesi Richie tiplemesiyle renk katan Joseph Gordon-Levitt’in kötü adam rahatsızlığına hakim performansı eşlik ediyor. Thomas Jane ve Rosario Dawson, bu sağlam üçlüye çok da üzerinde durulmayacak türden geri hizmet desteği sağlıyorlar. Daha çok Jude, The Wings Of The Dove, The Four Feathers gibi naif edebiyat uyarlamalarını senaryoya aktaran İranlı Hossein Amini ile, Mrs Brown, Shakespeare in Love, Captain Corelli's Mandolin gibi yine naif tarihi dramların yönetmeni John Madden’in bir Elmore Leonard romanıyla böylesi tür sıçraması yapmaları da ayrıca ilginç. Neticede sıkılmadan izlenebilir bir macera filmi. Fakat şu kadro ve materyalin kabasıyla sıfırdan bir suç epiği bile çekilebilir, daha ağır ilerleyen, etkili kara mizahı ve dramatik yoğunluğu olan modern bir şehir westerni de çıkarılabilirmiş sanki.