31 Ekim 2017 Salı

La Noche de los girasoles (2006)


Yönetmen: Jorge Sánchez-Cabezudo
Oyuncular: Carmelo Gómez, Judith Diakhate, Celso Bugallo, Manuel Morón, Mariano Alameda, Vicente Romero, Walter Vidarte, Fernando Sánchez-Cabezudo
Senaryo: Jorge Sánchez-Cabezudo
Müzik: Krishna Levy
 
Sekiz kişi, altı bölüm. İspanya-Fransa ortak yapımı La Noche de los girasoles sanıldığı türden bir “kesişen hayatlar” filmi değil. Çok daha dar bir alanda, kırsal kasabanın birinde ve kısıtlı bir zaman diliminde yaşanan birbirinden ilginç olaylar ve bu olayların kahramanları üzerine önce uzak, sonra yakın plan yapan bir yöntem üzerinden ilerliyor. Aslında karakterlerden ziyade, onların başlarına gelen trajik olaylara zoom yapıyor. İçinden çıkılması güç hatalar, suçlar ve onları düzeltme çabaları filmin kemik yapısını karakterlerin kendisinden önde tutuyor da denebilir. Tedirgin edici bir atmosfere sahip filmin dram altyapısı da kaya gibi sağlam. Geride ise film boyunca pusuda bekleyen bir gerilim. Dar zaman ve mekana rağmen sekiz kişiyi belli yönleriyle işlemek için ise farklı bir kurgu stili benimsenmiş.
 
Önce karakterlerin kaderlerinin nasıl kesiştiğini gösteriyor, sonra geriye sarıp istediği karakteri yakın plana alıyor film. Dağdaki bir mağarayı incelemek üzere gelmiş üç kişilik bir ekip, tuhaf bir satıcı, iki geçimsiz ihtiyar, yozlaşmış fırsatçı bir polis memuru ile onun hem kayınpederi, hem de tecrübeli amiri olan bir şerif. Cinayet, tecavüz, şantaj, ihanet kavramlarını bu dar konsepte başarıyla sığdırmayı başaran ise ilk uzun metrajını yazan ve çeken Jorge Sánchez-Cabezudo. Yalnız yönetmenin bu karakter bolluğunun altından kalkmakta zorlandığı anlar da olmuyor değil. Ardında sorular/sorunlar bırakmayı seven filmlerden hoşlandığı az da olsa belli olan yönetmen, yazıp yönettiği filminde serbest bir oyun sahası rahatlığında hareket etmiş. Oyuncular da vasatın çok üzerinde olunca iç ritmini bulmuş bir kara film izleme zevki yaşayabiliyorsunuz. İstediğiniz sonla bitmeyen filmleri ve benim gibi Calvaire, Bosque de Sombras, El Aura benzeri taşra gerilimlerini sevdiyseniz Ayçiçeklerinin Gecesi’ni mutlaka görün.

25 Ekim 2017 Çarşamba

The Beguiled (2017)


Yönetmen: Sofia Coppola
Oyuncular: Nicole Kidman, Colin Farrell, Kirsten Dunst, Elle Fanning, Oona Laurence, Angourie Rice, Addison Riecke, Emma Howard
Senaryo: Thomas Cullinan, Albert Maltz, Irene Kamp, Sofia Coppola
Müzik: Laura Karpman, Phoenix

Thomas Cullinan romanından uyarlanan, Clint Eastwood'un başrolde yer aldığı 1971 tarihli aynı adlı Don Siegel filmi The Beguiled, 46 yıl sonra bu kez Sofia Coppola tarafından yeniden yorumlanıyor. Amerikan İç Savaşı sırasında yaralanan Kuzeyli Birlik askeri John McBurney (Colin Farrell), Güney'deki Konfederasyon'a bağlı bir yatılı okulda kalan küçük bir kız olan Amy tarafından bulunup okula götürülüyor. Sadece kız öğrencilerin kaldığı ve Martha Farnsworth'ün (Nicole Kidman) yönettiği okulda bakımı yapılıp iyileştirilen yakışıklı düşman askeri McBurney, zamanla oradaki herkesin arzu nesnesi haline geliyor. Hal böyle olunca kadınlar arasında yaşanan ufak tefek çatışmalar kademeli olarak büyütülüp trajik boyutlara taşınıyor. Martha ve Edwina yanında, onlar tarafından ilim ve sanatla yetiştirilen genç kızlar, bu beklenmedik erkek misafir karşısında kadın olduklarının bilincine vararak rutinlerinden sapmaya başlıyorlar.

Don Siegel'ın erkek merkezli bakışına alternatif olarak bu uyarlamaya daha kadın odaklı yaklaştığı söylenen Coppola, bu yaklaşımı sonuna dek hissettiren bir yorum sunuyor. Siegel filmini izleyenlerin Coppola filmi ile karşılaştırma yapmaları kaçınılmaz mıdır, değil midir bilemiyorum. Ancak Coppola'nın gözünden de gayet iyi gözüktüğü söylenebilir. İki yetişkin kadın ve beş kız çocuğunun huzurlu ve güvenli alanlarına insani nedenlerden dolayı kendi rızalarıyla yaralı bir düşman askerini dahil etmeleri, cümle olarak bile gerilim titreşimleri yayarken, Coppola'nın bu titreşimleri gayet olgun, abartısız, dönem ruhuna uygun biçimde idare etmesi seyirciyi ikiye bölebilir. Örneğin dar alanda bu kadar geniş ilişki ağı gerektiren bir konuyu 90 dakikaya sığdırmak için tempolu bir anlatım tercih eden Coppola'yı aceleci olmakla eleştirenler, yavaş ve uzun bir filmi de gereksiz uzunlukla suçlayabilirlerdi. Karizmatik McBurney'nin bu ortama adaptasyon sürecini benimsetmede pek sıkıntı yaşanmazken, McBurney'nin Edwina ve Alicia yakınlaşmalarında yaşanan oldu bittiler göze batıyor.

Orijinal filmde yer alan bazı sahnelerin Coppola tarafından geçiştirilmiş olduğu iddiası, bu sahnelerin ilgili filmin seyircileri üzerinde bıraktığı etkilerle değer bulacağından, yönetmenin yorumlayış biçiminin hizmet ettiği amacın önemi ortaya çıkıyor. Yani isteyen kişi bu konu üzerinden komedi de çekebilir, istismar filmi de. Buradaki amaç ise, uzun süre kendi hemcinsleriyle vakit geçirmek durumunda kalan çeşitli yaş aralığındaki bir grup kadının, çekici bir erkek figür karşısında bastırılmış aşk, şehvet, özgürlük, beğenilme gibi duyguların çocuksu ve kadınsı versiyonlarını serbest bırakışında yaşanan dalgalanmalar olsa gerek. Zira Lost In Translation gibi 2000'lerin en naif filmlerinden birine imza atan Sofia Coppola'dan beklentiler çok uç boyutlarda olmayacaktır. Güçlü oyuncu kadrosunun temsil ettiği çeşitli değerleri genel olarak doğru yansıtması bir yana, yine de yaratılan cinsel gerilimin üzerine biraz daha gidilebilir, bu sayede umulan etkiyi bırakmayan final daha etkileyici kılınabilirdi. Kısacası bir filmi çekmek kadar, onu uzatıp kısaltmak da emek ve beceri isteyen bir iş.

17 Ekim 2017 Salı

The Mist (2007)


Yönetmen: Frank Darabont
Oyuncular: Thomas Jane, Marcia Gay Harden, Laurie Holden, Jeffrey DeMunn, Andre Braugher, William Sadler, Nathan Gamble
Senaryo: Stephen King, Frank Darabont
Müzik: Mark Isham

Kasabaya tuhaf bir sis tabakasının çökmesi üzerine korku ve panik içinde süpermarkete sığınan kasaba halkı arasında David Drayton ve küçük oğlu Billy de vardır. Koyu ve kalın sis tabakasının içinde esrarengiz bazı yaratıkların pusuya yatmışçasına gizlendiğini ilk fark eden David olmuştur. Bu dünyaya ait olmayan öldürücü, korkutucu yaratıklardır.

The Mist, Stephen King’i en iyi uyarlama başarısına sahip bir yönetmen/senarist olarak kabul edilen Frank Darabont’un bir ürünü. Green Mile ve kısa hikayesinden uyarlama da olsa The Shawshank Redemption’ın bu ortaklığın nadide eserleri olduğu düşünülünce haliyle beklentiler ayyuka çıkıyor. Ben ustanın beyaz perdeye uyarlanan onca eserinden Misery’yi de sevmiştim. Stephen King’in hep önce okunması gereken bir yazar olduğuna inandım. Hiçbir eseri filme alınmasa da olurdu. Ama alınacaksa da Darabont gibi bir adam alsın bence de. Çünkü Darabont’un, bugüne dek King romanlarını perdeye uyarlamış bir araba dolusu yönetmenin ve senaristin gösteremediği, lüzumsuzca alttan aldığı, gişe dostu-mainstream yancısı zihniyete zıt giden sert bir tarafı var. King’in “insanı” yazan tarafına sızmayı çok iyi beceriyor. Oraya sızıldığında ise idealist yansımalar, insanı insan yapan dürüst hatalar, duygusal zaaflar yanında, akıl almaz kötülükler, içten pazarlıklar, toplum ve sistem eleştirileri Darabont’un elinde kaşla göz arasında şekilleniyor.

The Mist
özellikle yaratık odaklı korku filmlerine meraklı seyirci kitlesinin beklentilerine ters köşe yapan bir film. Bırakın sadece King uyarlamalarını, bünyesinde türlü türlü tehlikeli yaratıklar barındıran, ama buna rağmen gerçek kan emici, duygu sömürücü ve ölümcül ihtirasları olan yaratığın insan olduğuna bu kadar güzel vurgu yapan kaç film izlediniz? Veya “yaratık filmi” diye yüzeysel bir imaj bırakan, ancak yaratıkların sadece figüran olduğu, buna karşın fantastik dram öbeğini eleştirel yönde evriltebilen kaç yapım gördünüz? Romanlarda asla göremeyeceğimiz ani fiziksel tepkiler verdiren korku klişeleri kolaycılığı yerine, vicdani, toplumsal ve insanın insana duyduğu korku ile nefrete yerinde tespitleri-temasları olan bir film The Mist. Her kesimden, her huydan insanların toplandığı süpermarketler gibi sosyal alanlardan bir gerilim yaratma fikrini, çeşitli tasarımlardan mülhem yaratık aleminin saldığı korkunun bile önüne geçirebilecek dahiyanelikte işlemiş bir filmle karşı karşıyayız.
 
 
Fakat film genel olarak bütünüyle olmasa da finaliyle izleyenleri ikiye bölüyor. Ben maalesef King’in bizzat övdüğü bu Darabont finalini beğenmeyenler arasındayım. Banal bir mutlu son beklentisi yönünden değil elbette. War Of The Worlds frekansı yaydığı bazı anlar, belli bir çoğunluğa bu (yanlış) fikri vermiş olabilir. Darabont’un son derece haklı olarak yaratmak istediği çıkışsızlığı verebilmek için ve filmin tüm karamsarlık disiplinine çok başka (hatta bence alakasız) bir karamsarlıkla bulduğu abartılı çözüm yönünden… Tabi bu final de sapına kadar insana, onun yüzyıllar boyu süregelen ve sürecek trajedisine atılan son yılların en sert tokatlarından biri. Fakat o ana kadar genel bir insani boyut sağlamışken aniden kişisel bir trajediye bağladığı finali topyekün The Mist ile bağdaştıramadım. Bu bağdaştırmayı zihinlerinde sağlamış olanlar mutlaka vardır. Yine de bence bir filmin, senaryonun ya da finalin sabit bir bağdaştırma sağlamasından ziyade böyle ikilemlerle zekice kafa karıştırması daha tercih edilebilir bir durum.

Standartları sarsmayan oyunculuklar arasında bana göre filmin yıldızı Mrs. Carmody, yani Marcia Gay Harden idi. İzleyicinin sinirleriyle bu kadar iyi oynayabilen karakterlerin dini figürlerden çıkması, There Will Be Blood’dan sonra The Mist’te de mükemmel sonuç vermiş. Birçok tartışmalı sahne arasında biri ayrıca beni çok etkiledi: İnsanların markete hapsolduğu ilk başlarda, küçük çocukları evde yalnız olduğu için dışarı çıkmak isteyen ama aradığı yardımı hiç kimseden bulamayan kadının içine düştüğü durum, filmin insancıl boyutunun düştüğü ikilemi çok çarpıcı biçimde vurguluyordu. Hem dışarı çıkmak isteyen kadın, hem de içerde kalmak isteyen diğerleri arasında içine düşülen çelişkiler yumağı, bir bilim kurgu fanteziye derinlik, ciddiyet ve haysiyet katan uyarlamanın kritik dakikalarından sadece biriydi.

7 Ekim 2017 Cumartesi

Gerald's Game (2017)


Yönetmen: Mike Flanagan
Oyuncular: Carla Gugino, Bruce Greenwood, Henry Thomas, Carel Struycken, Kate Siegel, Chiara Aurelia
Senaryo: Stephen King, Mike Flanagan, Jeff Howard
Müzik: The Newton Brothers

Stephen King romanından Mike Flanagan ve Jeff Howard'ın uyarladığı, daha çok orta karar korku / gerilim filmleri çekmeyi seven Flanagan'ın yönettiği Gerald's Game, Gerald ve Jessie çiftinin göl kenarındaki evlerine gitmeleriyle başlıyor. Viagra ve kelepçe objelerinden fantezi yapmaya kararlı olduklarını anlamamız uzun sürmüyor. Tabii fikir Gerald'a ait ve karısı Jessie de onu kırmamak için uyum sağlamak niyetinde. Gel gör ki, kelepçe ile birlikte Gerald'ın başka ufak talepleri de oluyor ki, aralarında tartışma yaşanıyor. Akabinde Gerald yatakta kalp krizi geçirip ölüyor. Bunun spoiler olmaması gerek. Zira henüz filmin başlarında gerçekleşen bu olay sonrası filmin asıl konusunu oluşturuyor. Elleri kelepçeli şekilde yatakta kalan Jessie'yi civarda duyabilecek kimse yok. Kelepçenin anahtarları ve cep telefonu uzanamayacağı bir yerde. Yatak oldukça sağlam ve en önemlisi, çift bahçeden içeri girerken kapıyı açık bırakıyorlar. Böylece tek mekanda geçecek sıradışı bir kurtulma mücadelesi izlemeye başlayacağımızı sanıyoruz. Fakat bu çevre düzeni içinde fazla fikir üretemeyen King romanının başka yönlere sapmış olmasıyla kendi adıma hayal kırıklıkları beni bekliyor.

Stephen King'in Misery, Secret Window gibi izole bir coğrafyada kurguladığı gerilim hikayelerinin tadını almayı beklediğimiz Gerald's Game, iyi bir başlangıç yapmasıyla, eve giren sevimsiz köpeğin yarattığı gerilimi hep yanıbaşında tutup, istediği an faydalı biçimde kullanmasıyla bu tadı sağlamakta gecikmiyor. Ama adı geçen King uyarlamalarında ana karakterin başına bela olmuş antagonistler sayesinde bu kapalı kalma durumundan üretilebilecek malzeme bolluğu, burada Jessie'nin konumlandırılış biçimi yüzünden birtakım dezavantajlar içeriyor. Elleri yatağa kelepçeli vaziyette böylesi bir kötü adamla uğraşabilmesi zor olabilir. Ama öte yandan Buried gibi tek bir karakterle 95 dakika toprak altında geçen bir filmin üretebildiği gerilim ve dram malzemesini andıran bir sürükleyicilik sağlamak zor sayılmaz. Kaldı ki, Jessie'nin sadece su içmeye çalıştığı bölüm bile bu filmin yaklaşık 90 dakika yatakta geçebileceğine dair parlak fikirler üretme potansiyeli bulunduğunu gösteriyor. Üstelik o fikirlerden birini daha üretip, ona yatağın dışından bakan bir Gerald ve bir Jessie ile hem evlilik muhasebesi, hem de geçmişe dair sırlar üzerine rahat rahat birşeyler söyleyebiliyor. Ama o da bir yere kadar.

Filmin bu noktadan yürüyeceğini, tek mekan filmlerindeki yaratıcılığa yaslanıp yeni fikirler üreteceğini beklerken ne yazık ki çok başka bir mecraya girilerek, artık bayatlamış bir çözüm olarak Jessie'nin geçmişindeki travmatik olayın deşilmesi, o olayın güneş tutulmasıyla ağdalı ve zoraki biçimde ilişkilendirilmesi, bir seri mezar soyguncusunun peydah oluşu, Buried ve benzeri filmlerin tek mekan meydan okumalarına şahit olmak isteyen seyirciyi dağıtıyor. Elbette bu, meydan okumayı seven tutkulu bir genç sinemacının senaryosu değil, bir Stephen King romanı uyarlaması. Kendisi romanın sürükleyiciliğini sağlayabilmek, gerekli mesajları ileterek okuyucuyu kaybetmemek için bu hamlelere ihtiyaç duyuyor. Öyle olunca da, tek mekanda geçen onlarca başarılı örnekten biri olmasını beklerken, klişelere ve mantıksızlıklara teslim olan, kötü de bir final yapan bir filme dönüşüyor. Yıllarca hak ettikleri yere gelemediklerini düşündüğüm iki iyi oyuncu olan Carla Gugino ve Bruce Greenwood'un performanslarına rağmen başladığı gibi bitiremeyen Gerald's Game, romansal çekiciliğini filme de yansıttığı söylenilebilecek, fakat aynı zamanda sözünü ettiğim "tek mekan" beklentisi yüksek sinema severlerde bir nebze hayal kırıklığı yaratabilecek bir yapım.