31 Mayıs 2017 Çarşamba

My Way (2010)


Yönetmen: Kang Je-gyu
Oyuncular: Jang Dong-gun, Joe Odagiri, Kim In-kwon, Fan Bingbing, Kim Hee-won, Oh Tae-kyeong, Kwak Jeong-wook, Cheon Ho-jin, Kim Si-hoo, Yoon Hee-won, Tsurumi Shingo
Senaryo: Kang Je-gyu, Nah Hyeon
Müzik: Lee Dong-jun

İkinci Dünya Savaşı arefesinde Mançurya ve Kore Japonya'nın işgali altında iken, işgal kuvvetlerinden bir albayın torunu olan Tatsuo ailesiyle birlikte Kore'ye büyükbabasının yanına gelir. Albayın evinde hizmetkarlık yapan Kim ailesinin oğlu da Jun-shik Kim'dir. İki çocuk da iyi birer koşucudurlar. Bir tören sırasında albay olan büyükbabaya hediye diye gönderilen paketi Jun-shik Kim'in babası teslim eder. Paketteki bomba kimseye zarar vermesin diye üzerine kapanan albay, torunu Tatsuo'nun gözleri önünde can verir. Tatsuo, Kim'in babasının bundan sorumlu olduğunu söyleyerek onu ve ailesini suçlar. Yıllar sonra Tatsuo başarılı bir atlet olmuştur. Hem ailesinin sağladığı olanaklar, hem de Alman-Japon ittifakının katkısıyla Berlin Üniversitesi'ne kabul edilir ama gitmek istemez. Büyükbabasının yolundan gitmek, asker olup savaşmak istemektedir.

Kim ise çek çek arabası kullanarak hasta babası ve kızkardeşiyle mütevazi bir hayat sürmektedir. Başarılı bir koşucu olduğunu bilen kişilerce şehirde düzenlenen olimpiyat elemelerine davet edildiği yarışta Tatsuo'yu geçerek birinci olur. Ama işgalci Japonların komitesi onu diskalifiye edince, ortalık karışır. Çıkan arbede sonucu ceza olarak Sovyet desteğini durdurmak için Nomonhan'da görevlendirilmek üzere arkadaşlarıyla birlikte askere alınır. Aynı birliğe albay olarak Tatsuo da gönderilince asıl hikaye bundan sonra başlar. Nomonhan'daki Japon-Sovyet mücadelesinden, Sibirya'daki esir kamplarına ve Stalingrad'dan Normandiya'daki Alman istihkamlarına kadar uzanan bu gerçek hikaye iki adamın inişli çıkışlı ilişkisini güçlü bir sevgi ve nefret, kahramanlık ve dostluk boyutuna taşır.

2004 yılında yönettiği bir savaş başyapıtı olan Taegukgi: Brotherhood Of War ile adını duyuran Kang Je-gyu'nun senaryosunu Nah Hyeon ile birlikte yazıp yönettiği My Way, gerçek olaylara dayalı bu uzun ve meşakkatli konuyu, yine acımasız savaş ortamı içinde varolmaya çalışan zıt kutuplar ekseninde anlatan bir film. Kuzey ve Güney Kore arasındaki savaşı iki kardeş üzerinden çok güçlü biçimde okuyan Taegukgi ile benzerlikler taşıyan My Way, bu defa çocukluktan beri birbirlerine koşu rakibi olan Japon Tatsuo ve Koreli Kim'in rakipten düşmanlığa, esaretten dostluğa uzanan hikayelerini İkinci Dünya Savaşı'nın türlü hallerinin fonunda dramatize ediyor. Sportif sınırlar içinde başlayan rekabetlerinin sınıf farkı, değişen toplum şartları ve nihayet dünya savaşı sonucu geçirdiği evrimi uzun, tempolu, akıcı, sert, duygusal, trajik boyutlarıyla yansıtıyor. Devlet politikaları ve savaşlar yüzünden fikir ayrılığına düşmüş, zıt kutuplar haline gelmiş, birbirine düşmanlaşmış bireylerin aslında dost olmaya ne kadar yatkın olduklarını ilmek ilmek işleyerek, emin adımlarla yüzümüze vuruyor.


Etkili bir birlik beraberlik ve savaş karşıtı mesaj verebilmek için öncelikle iyi bir savaş filmi çekmenin gerekliliğinin bilincindeki Kang Je-gyu, yer yer mantık sınırlarını zorlayan, devamlılık ve acelecilik sorunları bulunan, ama yine emek ve güç harcandığı çok belli aksiyon sahneleriyle desteklediği bu iki adamın hikayesinde pekçok şey söylüyor. Savaş kavramından uzak spor müsabakalarının rekabet içerdiği kadar birleştirici etkisini de bir şekilde bilinçaltlarına yerleştirmiş Kim ve Tatsuo'nun savaş ve intikam nefretiyle çevrili ilişkisinin aralarından sızan potansiyel koruma, kollama, saygı duyma anlarının ince ince filme yedirilişi hayranlık verici, hatta sonlara doğru tüyleri diken diken edici boyutlarda seyrediyor. "Yok birbirimizden farkımız, çünkü hepimiz insanız" temalı bir kamu spotu mesajı havası yayan bu durum, aslında bu mesajı türlü zorluklarla, trajedilerle, bu iki adamın üstünlük mücadelesiyle yoğurarak bir varoluş dengesi yaratıyor. Koşu pistindeki rekabet, herkesin kendi canının derdine düştüğü savaş alanında Kim ve Tatsuo'nun birbirlerine kenetlenmesine, bu sürdükçe birbirlerinin kahramanı olmalarına zemin hazırlıyor.

Taegukgi, The Promise, Typhoon gibi efsane yapımlarda rol alan Jang Dong-gun ve Japon oyuncu Joe Odagiri'nin olağanüstü performansları, Kim ve Tatsuo'nun ayrı ayrı ve birlikte ellerinin değdiği her sahneyi yükseklere çıkarıp oralardan ilerletiyor. Güney Kore sinemasının kendini çoktan ispatladığı ihtişamlı savaş sekansları, dönem yapımlarındaki özeni, ses, görüntü, müzik, kostüm titizliği, ayrıca Güney Kore'nin gerek Kuzey Kore, gerekse İkinci Dünya Savaşı'ndaki insan hikayelerinden ürettiği anlamlı senaryolar My Way'de yine biraraya geliyor. Kendi tarihlerine sahip çıkarken, Kuzey'i ve Japonya'yı bir şekilde savaşın anlamsızlığı mesajına ortak etmeye çalışarak iyi niyet sergiliyorlar. My Way, Taegukgi ve 2011 tarihli The Front Line ile birlikte ihtişamlı bir savaş üçlemesi tamamlanmış oluyor sanki. Bu üç kardeş film, konu ve kişiler farklı olsa da, savaş gibi büyük, zorlu ve anlamsız bir kavramın dostluk, kardeşlik duygularına engel olamayışına dair insani hassasiyetler ile hareket ediyor. Etkili olabilmek adına sertlikten taviz vermeden. Çünkü savaş bunu gerektiriyor.

19 Mayıs 2017 Cuma

The Age Of Shadows (2016)


Yönetmen: Kim Jee-woon
Oyuncular: Song Kang-ho, Gong Yoo, Han Ji-min, Eom Tae-goo, Sin Seong-rok, Heo Sung-tae, Tsurumi Shingo, Lee Seol-goo
Senaryo: Lee Ji-min, Park Jong-dae-I
Müzik: Mowg

1920'lerde Japon işgali altında bulunan Seul'de bu işgale karşı en sert tepkiyi veren direnişçi örgüt Heroic Corps, Seul'deki kritik Japon noktalarına saldırı düzenlemek üzere Şangay'dan patlayıcı getirmeyi planlamaktadır. Bu eylemleri durdurmak için Japon ajanlar da alarmdadır. İstihbaratın başındaki Higashi, örgüt mensuplarını ele geçirmek için, geçmişteki başarılarına güvendiği Lee Jeong-chool'u ekibin başına getirmiştir. Onunla birlikte çalışması için genç ajan Hashimoto'ya da aynı yetkileri verir. Kore doğumlu olan, aynı zamanda eskiden bağımsızlık hareketlerinde de bulunduğu için örgütü iyi tanıyan Jeong-chool, kendisinin başında olduğu bir operasyonda eski bir dostunun ölümüne sebep olunca bu konumunu sorgulamaya başlar. Şangay işini organize eden örgütün güçlü ismi Kim Woo-jin ile temas kuran Jeong-chool bağlılık konusunda pek de güven veren biri değildir. Bu yüzden hem Kim Woo-jin'in, hem de Hashimoto'nun gözü onun üzerindedir.

A Tale Of Two Sisters, A Bittersweet Life, The Good, The Bad & The Weird, I Saw The Devil gibi bazı Güney Kore sineması klasiklerinin yönetmiş olan Kim Jee-woon, 2013'te sadece yönetmenliğini yaptığı The Last Stand ile Amerikan boyunduruğu altına gireceğini düşündürüp endişelendirse de, The Age Of Shadows aracılığıyla ülkesine güçlü bir geri dönüş gerçekleştiriyor. Savaş dramı, psikolojik gerilim, aksiyon türlerini biraraya getiren, bunları casus filmlerinin olmazsa olmazı entrikalar zincirine başarıyla ekleyen senaristler Park Jong-dae-I ve Lee Ji-min ikilisinin henüz ilk senaryoları olduğu pek anlaşılmıyor. Bazı klişe olay örgülerinin dayattığı sebep sonuç müdahalelerine rağmen özellikle casus filmleri nostaljisini Güney Kore sineması normlarında görmek gayet keyifli. Dümende Kim Jee-woon gibi bir kaptan olunca tempo kaybetmeden ve dörtnala koşmadan meramını anlatabilen sıkı bir dönem filminin keyfi bu. Zaten önceki filmlerinde kedi fare oyunlarının kitabını yazan isimlerden biri olduğu için, Japon hükümeti ile Koreli isyancılar arasındaki kovalamacayı da en iyi işleyebilecek isimlerden biri o.

Karakter tasarımı olarak çok hassas bir noktada duran Lee Jeong-chool'un çift taraflı ajan olma halinden devşirilmiş ikilemlerine tam anlamıyla ikna olmak bazı seyirci profili için güç olabilir. Başlangıçta güçlü olan tarafa yakın olmayı tercih eden, rüzgarın estiği yere göre eğilen karakteriyle pek güven vermeyen Jeong-chool'un yanına genç ajan Hashimoto'nun verilmesi, bazı Japon istihbaratlarının ondan gizlenmesiyle kendini dışlanmış hissetmesi, sonrasında Kim Woo-jin ve direnişin lideri Jeong Chae-san ile yakınlaşması, onu adım adım dönüşüm sürecine sokuyor. Eskiden parçası olduğu bir şeye dönüşmesi, üstelik eskiye nazaran yetki anlamında daha güçlü ve bu defa düşmanın içinden sahip olduğu avantajlarla aidiyetini ve sadakatini sınayabilecek şartların belirleyiciliği, onun ikilemlerini daha kabul edilir bir zemine taşıyor. Japon hükümeti ve örgüt arasında yaşanan istihbarat savaşlarında kilit konumda yer alması, beraberinde casus filmlerine dair yüksek gerilimi de beraberinde getiriyor.


Başından beri bir planı olduğunu ve o plana sadık kaldığını düşündüren senarist ikilisi, bir yandan ajanlar ve örgüt üyeleri arasındaki kovalamacayı sürdürürken, bir yandan da Jeong-chool'un ikili oynarken arada sıkıştığı anlardan çok iyi yararlanıyor. Hatta çoğu zaman asıl gerilimi onun üzerine kuruyor. Daha geniş alanlarda bu takibi betimlerken, özellikle uzun süren Gyeongseong treni bölümündeki nefes kesen gerilimle dar alanda da önemli işler yapabileceğini gösteriyor. Ajan tarafının tehdit etkisini somutlaştırmak için Hashimoto gibi ihtiraslı, şüpheci, sert özellikler taşıyan müthiş bir kötü adam tasarlayarak seyircinin yakalanma korkusunu da körüklüyor. Bu tren bölümü, Jeong-chool, Woo-jin, Hashimoto üçgeni arasındaki yüksek gerilimi, müthiş bir kurguyla kaçma, kovalamaca, köstebeği bulma, ifşa olmama anları ve nihayet silahların patladığı kendine ait finaliyle filmi yükselten kilit bir öneme sahip. (Özellikle Train To Busan'dan sonra Woo-jin'i canlandıran Gang Yoo'yu yine trendeki bir can pazarında görmek ilginçti.)

Normalde bir yönetmen için filmi bitirme noktası olarak kullanılabilecek bu tren bölümünden sonra filmin daha anlatacak şeyleri olmasından ötürü, ortalığı karıştıracak, yeni gerilimler yaratacak, karakterlere kendi kahramanlık payelerini teslim edecek işkence, mahkeme, intikam süreciyle finale ulaşılıyor. Kurgusu, temposu, görkemli sanat yönetimi, müzikleri, Song Kang-ho ve Gong Yoo gibi iki önemli aktörün başı çektiği oyuncu kadrosuyla yılın en iyi Güney Kore filmlerinden biri olduğunu kanıtlıyor. Kore oyuncular birliğinin En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu seçtiği Hashimoto rolündeki Eom Tae-goo ve Kim Jee-woon'un favori oyuncusu, artık ünü dünyaya yayılmış Lee Byung-hun'un konuk oyuncu performansları da görülmeye değer. En sevindirici şeylerden biri de ülkesine böyle bir filmle dönen Kim Jee-woon'un "taş yerinde ağırdır" atasözünü doğrulaması olsa gerek.

11 Mayıs 2017 Perşembe

La tortue rouge (2016)


Yönetmen: Michael Dudok de Wit
Senaryo: Michael Dudok de Wit, Pascale Ferran
Müzik: Laurent Perez Del Mar

Dört kısa animasyonun ardından ilk uzun metrajını çeken Hollandalı yönetmen Michael Dudok de Wit'in tasarladığı, Studio Ghibli‘den Isao Takahata’nın da yapımcıları arasında bulunduğu La tortue rouge, bir deniz kazası sonucu ıssız adaya düşen bir adamın sıradışı hikayesini tamamı diyalogsuz olarak anlatan bir animasyon. Diyaloğa ihtiyaç duymayacak bir masal tasarlamak zor gibi görünse de, etkileyici görsel işçiliği sayesinde bunun üstesinden başarıyla gelen de Wit, yalnızlık, hayatta kalma, aşk, umut, özgürlük, aile gibi kavramları bu görsel bütünlük içinde dile getirmekte hiç zorlanmıyor. Doğal ses ve görüntülerin sağladığı pastoral yoğunluk, adamın hayatta kalma, adadan kurtulmaya çalışma gayretleriyle bütünleşince ortaya müthiş bir yalnızlık kasveti de çöküyor. Yaşanan masalsı kırılma noktasıyla birlikte filmin anlatacakları yön değiştirip daha da çeşitleniyor. Bu beklenmedik sürpriz kırılmayı izleyenlere bırakarak filmi değerlendirdiğimizde söyleyemeyeceğimiz çok şey olsa da, filmin duygu dünyasına farklı kanallardan sızabilmek mümkün.

Zaman zaman kısa animasyon geçmişinden sonraki ilk uzun metrajı olması nedeniyle bazı sahneleri uzattığı izlenimi verse de, de Wit'in yarattığı bu ıssız ve hüzünlü evren, bizi kendi iç ıssızlığımızla buluşturabildiği için bu acelesi olmayan tempo kimi zaman bir meditasyon etkisi de bırakabiliyor. Kaldı ki, özdeşlik kurduğumuz bu adamın film boyunca yaşayıp yaşayacağı her şeyi sahiplendiğimiz vakit, zaten ona bir film olarak bakamıyor, kendi yalnızlığımıza tutulmuş bir ayna gibi görmeye başlıyoruz. Böylece bu yalnızlığı şekillendiren çaresizlik, sevgi eksikliği, hüsran, huzur ve hüzün duyguları tüm benliğimizi sarıyor. Sevdiğinle sahil kenarında yürüme huzuru, su altındaki bir kayalıkta sıkışma gerilimi, günler süren emeklerin bir anda yıkılmasının öfkesi, bırakıp gitmenin yürek dağlayan hüznü ve dahası... En dramatik olan ise, kendi yarattığımız hayal dünyamızda yaşadığımız gerçekliğin bile bir gün bitecek olmasının tarifsizliği. Kırmızı bir kaplumbağanın varoluş ihtimaline ancak o güzel dünyada yer var çünkü.

4 Mayıs 2017 Perşembe

Passengers (2016)


Yönetmen: Morten Tyldum
Oyuncular: Chris Pratt, Jennifer Lawrence, Michael Sheen, Laurence Fishburne
Senaryo: Jon Spaihts
Müzik: Thomas Newman

Yıldızlararası uzay gemisi Avalon, koloni gezegeni Homestead 2'ye doğru otomatik pilota bağlı olarak ilerlemektedir. 500 küsür mürettebat dahil 5000 yolcu, yaşlanmalı durmuş vaziyette uyku kapsüllerinde yolculuk etmektedirler. Meydana gelen bir kaza sonucu yolculardan Jim, toplam 120 yıl sürecek olan bu seyahatin 30. yılında, yani yolculuğun bitmesine 90 yıl kala uyanmıştır. Tekrar kapsüle girip kaldığı yerden uykuya dalması mümkün değildir. Jim'in yardım istemek için dünyaya gönderdiği mesaj 19 yıl sonra oraya ulaşacak, en yakın cevap ise 55 yıl sonra gelecektir. Konuşabildiği tek kişi olan robot barmen Arthur'u saymazsak bu dev gemide, uyku halindeki binlerce insan arasında tek başına kalan Jim, bir yandan geminin türlü imkanlarından faydalanmakta, bir yandan da ana kumanda merkezine girip bu durumu düzeltmenin yollarını aramaktadır.

Senaryosunu daha önce Prometheus (2012) ve Doctor Strange (2016) senaryolarında da adı görünen Jon Spaihts'in yazdığı Passengers'ın yönetmen koltuğunda, özellikle 2011 yapımı enfes bir suç gerilimi olan Hodejegerne ile dikkatleri çeken Norveçli Morten Tyldum oturuyor. Bu dikkat çekme sonrası İngilizce konuşulan filmler çekmesi için daha yüksek bütçeler ve imkanlar elde eden Tyldum, önce 2014'te II. Dünya Savaşı'nda Alman ordusunun enigma kodunu kırmak için görevlendirilen ünlü matematikçi Alan Turing'i konu edinen The Imitation Game ile tipik Oscar kurnazı bir filme imza atmıştı. Hollywood'un nimetlerinden hoşlanmış olacak ki, bu defa Jennifer Lawrence ve Chris Pratt gibi son dönemin iki popüler oyuncusunu, bilimkurgu / romantik dram karması bir filmde yönetme fırsatı bulmuş. Passengers, "aslında fikir güzel" diye başlayıp, "ama" diye devam edeceğimiz filmlerden. Devasa büyüklükte ve sürprizlerle dolu bir yolcu uzay gemisinde tek başına kalma halindeki bu çekici fikir, başlarda gayet iyi gidiyor. Ama yukarıda filmin konusunu özetlerken hiç bahsedemediğimiz, ne var ki afişin yarısının sahibi yazar Aurora Lane'in filme dahil oluş şekli ve bu şekil üzerinden yapılabilecek zengin okumalar geniş bir spoiler alanı kaplıyor. Bu yüzden daha üstü kapalı bir eleştiri gerekiyor.


"Aslında fikir güzel" kısmına dönersek, özellikle Jim'in yalnız takıldığı anların modern bir Robinson Crusoe'ya veya bir süre sonra her günü birbirine benzemeye başlayan Groundhog Day'deki Phil'e benzeyen dokusundan bölümler dolusu dizi bile çekilebilir. Aurora'nın dahil olmasıyla bu diziye ikinci bir sezon eklenebilir. Böylece senaristler önce bu "ıssız" kalma haline, sonra da "güzel bir kadın ile ıssız" kalma haline dair ne fantezileri varsa rahatça dile getirebilirler. Jon Spaihts de bu hallerin bilinciyle tasarladığı senaryosunu kendi fantezileriyle süslüyor. Ama bu bir uzun metraj olduğu için acele etmek, seyircinin bazı olası taleplerini pas geçmek durumunda kalıyor muhtemelen. Bu yüzden filmde yaşanan önemli duygu kırılması, sonrasında uydurma gemi arızası sebebiyle yaşanan zorlama aksiyon ve süre yetmediği için apar topar paketlenmiş final, filme dair beklentileri çöpe atıyor. Çok derin ve felsefi altyapısı olmayan bir varoluş hikayesi önce aşk hikayesine, sonra da Amerikan seyircisinin sevdiği bir kahramanlık hikayesine dönüşüyor. Fakat bu dönüşümler kendi içlerinde ve birbirlerine bağlanmada sıkıntı ve klişelere boğuluyor.

Gideceği yere ulaşmak için önünde 90 yılı bulunan bir gemide uyanık olan Jim ve Aurora'nın Adem ile Havva okumasının bile esamesinin okunmaması, zaten ortada çok özenli bir senaryonun değil, sadece iyi bir fikrin olduğunu gösteriyor. Belki daha Hollywood dışı bir anlayışla ya da mesela Arrival'ın yaptığı gibi bilimkurguyu araç olarak kullanıp ilişkilerdeki iletişim ve ifade meselesini daha derinleştirmek, bu sayede dramatik yönünü kuvvetlendirmek mümkün olabilirdi. Hatta gereksiz aksiyondan ve pahalı popüler başrollerden kısılarak daha karanlık, daha bağımsız bir senaryo etrafında şekillenip iz bırakan bir film haline gelebilirdi. Ne var ki tipik bir Hollywood blockbuster olması istendiği çok açık. Amores perros, Frida, 21 Grams, Babel, Biutiful, Los abrazos rotos, The Homesman filmlerinde imzası bulunan Meksikalı görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto bile standartların dışına çok nadir çıkıyor. Hodejegerne gibi sıkı bir filmden sonra kendini bu Amerikan standartlarına bırakan Morten Tyldum hatırına izlediğim Passengers'tan aklımda kalan tek şey, barmen Arthur'un Jim'e söylediği  "nerede olmak istediğine çok fazla kafa yorarsan, bulunduğun yerin tadını çıkarmayı unutursun" cümlesi oldu.