24 Eylül 2023 Pazar

It Comes At Night (2017)

 
Yönetmen: Trey Edward Shults
Oyuncular: Joel Edgerton, Christopher Abbott, Carmen Ejogo, Riley Keough, Kelvin Harrison Jr., David Pendleton
Senaryo: Trey Edward Shults
Müzik: Brian McOmber

It Comes At Night, bilinmeyen bir zamanda ve bilinmeyen sebeplerden dolayı peydah olmuş bir hastalıktan korunmak için Amerika kırsalında bir eve kendini hapsetmiş üç kişilik bir ailenin yaşadıklarını konu alan bir film. Yazan ve yöneten Trey Edward Shults, bu post-apokaliptik görünen hikayesinde söz konusu hastalığın ne olduğu, ne zaman ortaya çıktığı gibi sorulara cevap vermekle uğraşmayıp, bu ailenin izole ve gerilimli rutinine bakıyor. Açılışta Paul, Sarah ve 17 yaşındaki oğulları Travis, hastalık kapmış olan evin dedesiyle maskeli bir şekilde vedalaşıyorlar, Paul onu ormana götürüp öldürüyor ve cesedi yakıyor. Hastalıklı bir bedene böyle yapılması gerektiği bilgisiyle başladığımız film, böylelikle sonuna dek o hastalık tehditini polis gibi tepemize dikerek rahatsız bir atmosfer kuruyor. Gündüzleri kır evleri ve civarında temkinli davranan, geceleri dışarı çıkmayan aile bu tedirgin edici rutinlerine bizi de ortak ediyorlar. Bir gece evlerinin kırmızı kapılı odalarına dışarıdan zorla girildiğini fark ederek alarma geçiyor ve genç bir adamı yakalıyorlar. Will adındaki bu adamı evin dışındaki bir ağaca bağlayan Paul, Will'in eşi ve çocuğuna yiyecek bulma amacıyla eve girdiğine ikna olunca ikisi birden onları da almak için yola çıkıyorlar. Ama Shults, yarattığı bu tekinsiz atmosfer sayesinde Will ve ailesine şüpheyle bakmamızı sağlayarak filmini sürekli diken üstünde tutuyor. Zira seyirci olarak bir sürü bilinmeyenin ortasında kalıp, bir de üstüne dışarıdan gelen yabancıların dahil oluşuyla başka bilinmeyenlere yürümek gerilim keyfimizi katlıyor.

Özellikle düşük bütçeli post-apokaliptik yapımlarda, adı tam konmamış, detayları belirtilmemiş bir felaket sonrasında dar bir çerçevede işlenen lokal hikayeler daha çok yer buluyor. Zaman ve paradan tasarruf etmek için bu felaketin boyutlarını filmin kısıtlı zamanının akışına yediren, sınırlı karakter ve olay örgüsüyle boyutlandırmaya çalışan bu mütevazi filmler, bu sayede edindikleri gizemi korumak için çabalıyorlar. Seyircinin bu gizemi kabullenişi daha pratik hale geliyor. Doğal afet, zombi/uzaylı istilası, nükleer savaş veya burada olduğu gibi salgın hastalık senaryolarının mikro habitata uyarlanışı, insanoğlunun bu yeni ve zor şartlara adaptasyonunun sınanışı şeklinde kendini gösteriyor. Bu bölgesel veya global tehditin dar bir çerçeveye, hatta çekirdek aileye etkileri daha serbest bir hareket alanı yaratıyor. Sonuç olarak felaket ne olursa olsun, temelde insanın ailesiyle ve diğer insanlarla ilişkilerindeki sarsıntılara odaklanmak, bireysel trajedilerden hareketle büyük resme bakabilmek kolaylaşıyor. İşte Trey Edward Shults, artık şablonlaşmaya başlayan bu bağımsız post-apokaliptik anlayışa iyi bir halka eklemeyi başarmış. Felaket sonrasının insan psikolojisi üzerindeki etkilerinden faydalanarak, bir süre sonra dönüp dolaşıp insanın insanla olan imtihanına varması her senaryoda mümkün hale geliyor. Yaratık, zombi, uzaylı, düşman, çevre felaketi, hastalık ne olursa olsun insanın korkuları ve güven ihtiyacı üzerinden psikolojik gerilim veya korku filmi tasarlamak pek de zorlaşmıyor.

Filmde Paul, Sarah ve Travis'ten oluşan üç kişilik aileye başka üç kişilik bir ailenin katılmasıyla kurulu düzenin sınanmaya başlanması, dışarıdan gelecek hastalık tehlikesine karşı kenetlenmenin güçlenmesi ama buna rağmen kritik anlarda güven duygusunun ne kadar kaygan bir zeminde durabileceği minimal dokunuşlarla ve oluşturulan güvensiz atmosferle pekiştiriliyor. Covid-19'dan birkaç yıl önce çekilmesine rağmen başkalarına karşı güven - şüphe ikilemine düşülen dönemleri kendi çapında hatırlatıyor. Bu iki ailenin aynı evi paylaşmaya başlamasıyla hem ümidi, hem de şüpheyi cebine koyan, sonlara doğru tansiyonu iyice yükselten film, kafasındaki finali az biraz hissettirse de, post-apokaliptik çıkışsızlığın bu tip filmlerin karakteristiği olduğu gerçeğini tekrarlıyor. Travis'in gördüğü rüyalarla korku janrı için kendine alan açsa da, artık rüya içinde rüya sahnesiyle kolaycılığa kaçtığını düşündürüyor. Aynı zamanda genel olarak gerilim filmlerinde tasarlanan rüya sahnelerinin belli bir amaca hizmet etmesi gerektiğini de hatırlatıyor. Yine de filmin psikolojik gerilim dozu, bu uydurma rüya sahnelerinden daha güçlü. Oyunculuk yönünden dört tanınmış ve yetişkin oyuncunun arasından sıyrılan genç Kelvin Harrison Jr., Travis rolüyle öne çıkmakta. Pek bilinmeyen iHorror Ödüllerinde En İyi Bağımsız Korku Filmi dalında ödülü alması dışında ödül başarısı olmayan It Comes At Night, bağımsız gerilim filmleri klasmanında sıkça hatırlanacak filmlerden biri.

17 Eylül 2023 Pazar

Enter Nowhere (2011)


Yönetmen: Jack Heller
Oyuncular: Scott Eastwood, Katherine Waterston, Sara Paxton, Shaun Sipos, Christopher Denham, Jesse Perez
Senaryo: Shawn Christensen, Jason Dolan
Müzik: Darren Morze

Birbirini tanımayan Samantha, Tom ve Jody adlı üç gencin ormanda kaybolduktan sonra tesadüfen bir dağ kulübesinde bir araya geldikleri Enter Nowhere, ormandan bir türlü kurtulamayan bu üç kişinin aslında farklı zaman ve mekanlardan geldiklerinin anlaşılmasıyla gittikçe ilginçleşen bir bağımsız gerilim. Tanınmamış yönetmeni, senaristleri ve oyuncularıyla ilk görüşte pek kimsenin şans vermeyebileceği film, kendisine bu şans verildiği taktirde seyircisini yarı yolda bırakmayacak kadar diri bir yapım. Tabii indie doğasının getirdiği birtakım amatörlükler gerek teknik, gerekse oyunculuk alanında sezilse de, hikayesinin ve onun işlenişinin başarısı, sahip olduğu bilinmezlere tümüyle sahip çıkıp daha sonra onları parça parça aydınlatmaya gayret ediyor. Üç farklı karakter ve onların kökenleri, zaman zaman zekice kurgulanmış diyalogları da beraberinde getiriyor.

Clint Eastwood’un oğlu Scott Eastwood, Bill Paxton’un akrabası Sara Paxton ve en son The Newsroom dizisinde görünen aktör Sam Waterson’ın kızı Katherine Waterston’ın başrolleri paylaştığı Enter Nowhere, bu genç oyuncuların utandırmayan performanslarının da katkılarıyla sürükleyici bir psikolojik gerilim haline geliyor. Biraz kafası karışık bir kelebek etkisi üzerinden, anlık veya daha uzun vadeli seçimlerimizin hayatımızı nasıl yönlendirdiğine, bir döngü içinde farklı rollerde yer aldığımıza dair fantastik savunulara sahip bir senaryoya sahip. Cevapsız ya da tatminkar cevapları olmayan sorularına rağmen, seyirciye pas edilen bazı cevapların düşündürücü etkisini hissettirebilmiş bu senaryo, içerdiği sürprizlerin dozunu ayarlamada da hoyrat ve aceleci davranmayıp olgun bir duruş sergiliyor. Daha büyük prodüksyonların beceremediği bilinmeyene dayalı psikolojik dram çatısını iyi kurmasından ötürü, geniş kitlelere sunulmadığı için harcanmış bir fikir olarak da görülebilir.

10 Eylül 2023 Pazar

Narcosis (2022)

 
Yönetmen: Martijn de Jong
Oyuncular: Thekla Reuten, Fedja van Huêt, Sepp Ritsema, Lola van Zoggel, Vincent van der Valk
Senaryo: Laura van Dijk, Martijn de Jong
Müzik: Jorrit Kleijnen, Jacob Meijer, Patrick Watson

Filme dahil oluşumuz, evli, iki çocuk babası John'un Hollanda'dan Güney Afrika'ya dalışa gitmesinden hemen önceki son günleridir. Kırsalda kendi restore ettikleri evlerinde dört kişilik mutlu bir aile tablosu çizmişlerdir. John eşi ve çocuklarıyla çok iyi anlaşan, maceraperest, hayat dolu bir adamdır. Uzakta olduğu zamanlar ailesi kendisiyle hayali konuşmalar yapabilsin diye bahçeye eski bir telefon kulübesi bile koyar. Daha sonra vedalaşır ve gider. Bir yıl sonra filme tekrar dahil olduğumuzda John kayıptır. Hatta ortada bir beden olmamasına rağmen resmen ölü ilan edilmesi için eşi Merel'in onayı gerekmektedir. Ama Merel'in duygu durumu çok karışıktır. Çocukları Boris ve Ronja babalarının yokluğuna hala alışamamışlardır. Kocasının durumunun belirsizliği, çocukların bu belirsizlikle yaşamak durumunda kalmış psikolojileri onu çok yıpratmıştır. Bu kayıp, geride kalan üç fert için farklı suretlerde etkisini gösterecektir. Laura van Dijk ve Martijn de Jong'un senaryosunu yazdığı, iki kısa ve bir orta metrajdan sonra ilk uzun metrajını çeken Martijn de Jong'un yönettiği Narcosis, bir kayıp ve geride kalanların yas sürecini konu alan kimi dramların izinden giden ama biçim ve ifade yönünden kendi mütevazi zenginliğini de yansıtabilen bir dram. John'un akıbetinden ziyade ardında bıraktığı ailesinin değişime uğrayan hayata bakış şekillerine odaklanan film, başta eş ve anne Merel olmak üzere bu üç kişinin kırılganlığına çok iyi gözlemlerle bakıyor.

Narcosis bir yandan ana akıma dayalı filmlerin yas süreçleriyle ilgili bazı formüllerine sırtını dönmezken, art house'un minimal, pastoral ve şiirsel unsurlarıyla da denge kuruyor. Söz konusu, durumu belirsiz de olsa umutların tükendiği noktada duran bir kayıp olunca aile bireylerinin kendilerine ait alanlarında yaşadıkları psikolojik mücadeleler ince analizler gerektiriyor. Mesela Merel'den sonra en acı yıkımı yaşayan büyük çocuk Boris, hayattaki en önemli rol modelini kaybetmenin acısını farklı şekillerde yaşıyor. Küçük Ronja da yaşının masumiyetiyle babasına duyduğu özlemi yürek burkan cümlelere döküyor. Bu yas sürecinin en mühim aktörü Merel ise yalnız kalmış bir eş, iki ebeveynlik yük omuzlamak zorunda kalmış bir anne olmanın psikolojik tükenmişliğiyle mücadele halinde. Geri dönüşlerle pekiştirilen kocası John ile geçirdiği duygusal anların beslediği bu özlem, içinde bu kayba duyulan öfkeyi de taşımakta. Öyle ki, ailenin yakın dostu Sjoerd'in kapanmayan araba bagajını tamir etmesine bile tepki gösteriyor. Artık üç kişi kalmış ailesinin dinamiklerinin en ufak şekilde değiştirilmesine tahammülü yok. Çünkü bazen en ufak değişimler dahi büyük değişimlerin (artık John'un onlarla birlikte olmayışının) kabullenileceği anlamına gelebiliyor. Bu kabullenme Merel ve çocukları için büyük ve aşılması çok zor bir eşik. İşte Martijn de Jong, kayıplara tutunmalı mıyız, yoksa onları geride bırakıp yolumuz devam mı etmeliyiz yol ayrımına gelene kadarki yaşananların muhasebesini, sanki otobiyografik bir dokusu da varmış gibi bir zerafetle betimliyor.

Filmle ilgili belki de yapılabilecek tek eleştiri, Merel'in geçmişinde medyumluk yaptığı ve başka insanların kayıplarına halüsinatif erişimler sağlayabildiği bilgisi olabilir. Bu bilginin John'a erişim sağlama beklentisine yol açması bir bakıma filmin zarif gerçekliğiyle gölge düşürüyor. Bu sayede yaratılmaya çalışılan gizemin seyircide çalışma ihtimali gereksiz ana akım umutlanmalara yol açabiliyor. Oysa ailenin üç ferdinin kırılgan ve farklı yas süreçleri filmin sahip olduğu en kıymetli şey. Bunları kıymetli hale getirenler ise tabii ki yönetim, senaryo ve oyuncular. Boris ve Ronja'yı canlandıran çocuk oyuncuların yürek yakan doğallıkları, Hollanda sinemasının ve televizyonunun en tecrübeli aktörlerinden Fedja van Huêt'in az ve öz varlığı, en önemlisi de yine tecrübesi ve karizmasıyla Merel rolünü hüzün ve öfkeyle yoğurup abartısız biçimde boyutlandıran Thekla Reuten'in performansı sessiz ama güçlü etkilere sahip. Filmin büyük bölümünün geçtiği kır evi de sonbahar loşluğundaki odaları, ekrandan toprak-yaprak karışımı koku salan bahçesi, bahçedeki çalışmayan telefon kulübesiyle adeta bir karakter gibi rol çalıyor. Zaten sonlara doğru o kulübeye bile bir karakter kazandıran çok duygulu anlara şahit oluyoruz. Narcosis, stilize bir bunalım, estetik bir klostrofobi, pastoral bir sıkıntıyla yas olgusunun son zamanlarda en iyi işlendiği filmlerden biri. Harikulade bir ilk film çekmiş olan Martijn de Jong da artık sonraki işlerinde bu filmin referansını gururla taşıyacaktır.