23 Ağustos 2021 Pazartesi

Au revoir les enfants (1987)


Yönetmen: Louis Malle

Oyuncular: Gaspard Manesse, Raphael Fejtö, Francine Racette, Stanislas Carré de Malberg, Philippe Morier-Genoud, François Berléand

Senaryo: Louis Malle

Au revoir, les enfants, İkinci Dünya Savaşı sırasında kiliseye bağlı bir yatılı okulda eğitim gören çocukların arasına birgün aniden katılan gizemli Bonnet’nin, okul öğrencilerinden Julien ile başlayan dostlukları temelinde, az evvel bahsettiğimiz toplumsal eleştirilerini dile getiriyor. Okul yetkililerinin Bonnet’nin Yahudi kimliğini diğer öğrencilerden gizlemeleri, Julien’in bu gerçeği kendi çabasıyla öğrenmesi, ama buna rağmen bu dostluğu sürdürmesi, çocuksu bir saflıktan öte, insani duyarlılık taşıyor. O çocuksu saflık ve önyargıya kapıları açık görünen, lakin içinde bunun mantığını sorguladığını hissettiren Julien’in, zeki, çalışkan ve sırlarla dolu Bonnet’nin kişiliğine aşama aşama gösterdiği yakınlık da, çocuk olmanın öncesinde insan olmuşluğun altını çiziyor.

Film her ne kadar bu saflığın vurgusunu yapıyor olsa da, Julien ve Bonnet’nin olgun görünüm ve davranışları biraz fazla baskın sanki. Hatta şunu söyleyeyim: Kimi zaman bu ağırbaşlılığı ve frenleme duygusunu soğuk, hatta itici bulmak da ihtimal dahilinde mümkün. Bu durumun nedenleri hem film ile, hem de film dışı gerçeklerle ilgisi olabilir. Din tabanlı bir yatılı okulun disiplini gereği öğrenciler kimi duygularını bastırmayı öğrenmişlerdir. Böyle bir ortamda bir de derslerin ağırlığı insanları hissizleştirir. Bu durum onların hem ruhlarına, hem de yüzlerine yansır. Belki de Louis Malle özellikle böyle bir oyunculuk arzu etmiştir. Amacı da o hep söylediğimiz fuzuli duygu sömürülerine mahal vermemek, bu tip sömürü çağrışımları yapacak duygusal iniş çıkışlar olmadan da hikayesini dramatize edebileceğini göstermek olabilir. Neticede göstermiştir de.. Yine tam da bu noktada tamamen kişisel ve masum bir “fakat”ım olacak.

Au revoir, les enfants, sömürü zihniyeti ile hareket etmeyen bir film ve buna rağmen çok güçlü. Ekranı gereksiz yere kana bulamıyor, işkence, cinayet, tecavüz olmadan da taş gibi bir drama yaratıyor. Hatta güzel piyano öğretmenini, ergenlik coşkusunun getirebileceği beklenti ile soyunurken veya banyo yaparken göstererek ve çocuklara onu dikizleterek istismar etmiyor. Fakat böylesine güzel bir hikayenin, masum bir dostluğun işlenişinde iki damla gözyaşının, sıcak bir kucaklamanın, kısacık da olsa bir isyanın, öfkenin duygu sömürüsü yapmayacağını düşünüyorum. Kime ne zararı olurdu ki! Son derece manalı yüzlere sahip Julien ve Bonnet’yi çoğu yerde neredeyse politikacı ciddiyeti ile işlemenin, bir izleyici olarak beni oyunculuk izleme zevkinden zaman zaman mahrum ettiğini söylemeliyim.


Özellikle Bonnet’nin durduğu yerde konuşan yüz ifadesi, azınlık olmanın verdiği dışlanmışlık ile parlak ve iyi niyetli zekasının karışımı bir güç taşısa da, yine benzer güçteki Julien’in hatları biraz daha koyu sanki. Her ikisi de çoğunlukla şaşkın bakışlar fırlatmaktan diğer duygularla paslaşmıyorlar pek.. Bu durum artık bir süre sonra bende bir duygu birikimi yarattı. İçimde bir şeyler biriktikçe birikti. Bu yüzden, herkesin sığınağa gidip de ikisinin piyano başında eğlendikleri bölüm ve okulda Chaplin seyrettikleri sahnelerde Julien ve Bonnet’yi neşeli gördüğüm vakit, tuhaf biçimde hüzünlendim. Acaba Louis Malle’in amacı bu muydu? Onları bu halleriyle kabul etmemiz gerektiğini mi söylemek istedi? Salya sümük bir hüzün değildi beklediğim. O manidar yüzlerin biraz daha söz hakkı almasını istemiştim. Finaldeki “au revoir” sahnesi de bana oldukça ciddi gözüktü bu yüzden. Dostluğun yürek burkan elvedası yerine, gerçeklerin ayazında kaldığımı hissettim.


Au revoir, les enfants, benim gibi düşünenler için az da olsa hayalkırıklığı yaşatabilir. Ama dostluğun ve ilk gençliğin samimi ayrıntıları içinde, bastırılmış bir hüznün, ayrılığın, pişmanlığın filmi olarak önemli bir konumda. Filmin üzerinden yıllar geçmesine rağmen, zamansızlığına da katılmamak elde değil. Benzer önyargılar, azınlık politikaları, din sömürüleri, sınıf çekişmeleri hep oldu ve olacak. Yatılı okullarda eskiden 1001 Gece Masalları okunuyordu, günümüzde başka şeyler yapılıyor. (Bu durum, günümüz ergenlerinin cinselliğe bakış açılarının kör yörüngesini de tanımlıyor.) Disiplinli bir okulda okumalarına rağmen yasak yayınlar okuyabilen, ders esnasında hoş espiriler yapabilen, büyüklerinin kalıplaştırdığı önyargıları, “serir” duyguları, ergenlik sezileri ile filtreden geçirebilen Julien ve Bonnet de birer bağımsız ruh değilse nedir!

16 Ağustos 2021 Pazartesi

CODA (2021)

 
Yönetmen: Sian Heder
Oyuncular: Emilia Jones, Troy Kotsur, Marlee Matlin, Daniel Durant, Eugenio Derbez, Ferdia Walsh-Peelo, Amy Forsyth
Senaryo: Sian Heder
Müzik: Marius De Vries

2014 Fransa/Belçika ortak yapımı La famille Bélier filminin yeniden çevrimi olan CODA (Child of Deaf Adults), dört kişilik Rossi ailesinin işitme engelli olmayan tek üyesi olan lise öğrencisi Ruby'nin hikayesini anlatan bir film. Orijinal hikayenin sahiplerinden Victoria Bedos, Bélier ailesini mandıracılıkla tanıtırken, bu yeni uyarlamayı yazıp yöneten Sian Heder ise Rossi ailesini balıkçı olarak tasarlamış. Ailede duyabilen tek kişi olan ve işaret diliyle çevirmenlik yaparak onların hem iş, hem de sosyal yaşamlarında sesi olan Ruby, bir yandan da lisede okumaya çalışmaktadır. Hoşlandığı çocuk okul korosuna girdiği için koroya girer ama daha ilk günden korkup kaçar. Müziği çok seven Ruby'nin şarkı söyleme yeteneğini fark eden müzik öğretmeni Bernardo Villalobos, onun burs kazanıp üniversiteye gidebilmesi için ücretsiz özel ders vermek ister. Ne var ki ailesinin yaptığı balıkçılık işi tehlikeye girdiğinde hayalleri ve ailesi arasında bir yol ayrımına girmesi kaçınılmaz hale gelir. İçinde böyle güçlü bir çatışma barındıran orijinal hikayenin Amerikan uyarlaması hiç de sürpriz sayılmaz. Altyazı sevmeyen Amerikan seyircisi için yapılan Avrupa, İskandinav ya da Uzakdoğu uyarlamalarının iyi sonuçlar verdiği pek söylenemez. Ama CODA belki de bu uyarlamaların en iyilerinden biri.

Küçük bir Amerikan kasabası fonunda, sevimli bir aile bünyesinde dinamik ve duygusal bir büyüme hikayesi işleyen CODA, aslında içinde bulunduğu şartlar yüzünden zaten mental olarak büyümek zorunda kalmış fakat yaşının gerektirdiği önemli bazı aşamalarla yüzleşince tekrar kendi yaşına dönme, hayallerini gerçekleştirme yoluna girmiş Ruby merkezli bildik formüller sunan bir film. Yine de bu formülleri özellikle işitme engeli üzerinden çok katmanlı okumayı başarıyor. Önünde çok iyi çekilmiş, ülkesinde iyi gişe yapmış, ödüller, adaylıklar almış La famille Bélier gibi bir pusula olsa da, o filmi görmemişler için de kendi ayakları üzerinde duran sıcak, sevimli, ikilemlerini ikna edici kılabilmiş iyi bir aile dramı. Rossi ailesinin işaret ve vücut diliyle şekillendirdiği şen şakrak, samimi ilişkileri, sağırlığın bir engel oluşunu, hatta ve hatta sağırlığın kendisini bile zaman zaman unutturacak derecede içten ifade ediliyor denebilir. Ailenin tek duyan ferdi olduğu için evleri dışında onların sesi olan ama kendi sesini bulma zamanının geldiğini anlayan Ruby'nin bu yol ayrımını şarkı söyleme yeteneğiyle tanımlamak da ayrıca manidar. Ruby'nin sevimli ailesiyle, kendisine çok inanan müzik öğretmeni Bernardo ile, hoşlandığı ve koroda You’re All I Need To Get By şarkısıyla düet yapma görevi aldığı Miles ile ilişkilerini derli toplu bir kurguyla rotaya oturtan Sian Heder, hem filmi, hem de kahramanı Ruby'yi güçlendiriyor, boyutlandırıyor, özdeşleştiriyor.


Ruby'nin hayalleri için üniversiteye gitme veya işlerini yürütebilmeleri için tercümanlık yaptığı ailesiyle kalma ikilemi, bunun yanında ailenin tek duyan üyesi olmasının aile içi konuşulmamışlığı, annesi, babası ve ağabeyi ile ayrı ayrı yüzleşme ve yükselme sahneleriyle kıvamını buluyor. Ailesi Ruby'nin varlığına o kadar çok alışmış ki, onun bir gün bir sebeple yuvadan uçup gideceğini akıllarına bile getirmediklerinden, hele de hiç duymadıkları sesinin güzelliğini bilmediklerinden bu durumu hazmetmekte güçlük çekiyorlar. Baba Frank bunca yıldır yaptığı işin sesi olmuş kızının bir gün kendi yoluna gideceği gerçeğiyle hüzünlü bir yüzleşme yaşıyor. Anne Jackie, Ruby doğduğunda iletişim kuramayacağını düşündüğünden onun da sağır olmasını istediğini itiraf ediyor. Daniel, kardeşinin yardımı olmadan da işleri idare edebileceklerinin savunusuyla Ruby'ye ihtiyaç duyulmasına öfke duyuyor. Alışık oldukları düzen bozulma riskiyle karşı karşıya kalsa da hepsi Ruby'yi çok seviyor ve onun önünde birer engel teşkil etmekten kaçınıyorlar. Üstelik Ruby'nin ailesi dışında öğretmeni ve erkek arkadaşıyla da farklı çatışmaları var. Tüm bunlardan ucuz dramlar yaratmadan başarıyla çıkan film, pastanın üstüne de çok güzel bir çilek koyuyor. Seçmelerde Ruby rolüyle Emilia Jones'un sesinden Kanadalı şarkıcı Joni Mitchell'ın 1969 tarihli Both Sides, Now şarkısının çok güzel bir yorumu... Hem de işitme engelliler versiyonuyla birlikte.

Genç İngiliz oyuncu Emilia Jones, performansıyla, Amerikan işaret dili kullanımıyla, söylediği şarkılarla bir başrol olarak her şeye hakim, etrafını aydınlatan parlayan bir yıldız gibi. Orijinal filmden farklı biçimde CODA'da Ruby'nin ailesi olarak Troy Kotsur, Daniel Durant ve 1987'de ilk filmi Children Of A Lesser God ile En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ı kazanan Marlee Matlin gibi gerçekten işitme engelli oyuncular yer alıyor. Bu gerçekliğin sağladığı avantajı da hepsinde hissediyoruz. Sundance Film Festivali'nde dört önemli ödül birden alan, Sundance karakterine göre biraz ana akım gibi görünse de bağımsız ruhunu da elden bırakmayan CODA, istenirse bir yeniden çevrimin de tat verebileceğinin kanıtlarından. Yeniden çevrimlerin en olması gereken amaçlarından biri de, böylesine güzel hikayelerin daha geniş kitlelere ulaştırılması ki, bu film sayesinde belki de pek çok insan La famille Bélier'den haberdar olacak, bağlantılı şekilde başka Avrupa yapımlarını da keşfedecek. Şayet CODA kötü ve ruhsuz bir film çıksaydı La famille Bélier'in kıymeti daha çok bilinecekti. Ama iyi çıkınca hem yine kıymeti biliniyor, hem de sinema dünyası güzel bir uyarlama daha kazanıyor.

12 Ağustos 2021 Perşembe

La nuit a dévoré le monde (2018)

 
Yönetmen: Dominique Rocher
Oyuncular: Anders Danielsen Lie, Golshifteh Farahani, Denis Lavant, Sigrid Bouaziz
Senaryo: Pit Agarmen, Jérémie Guez, Guillaume Lemans, Dominique Rocher
Müzik: David Gubitsch

Pit Agarmen'in romanından Jérémie Guez, Guillaume Lemans ve Dominique Rocher'in uyarladığı, ilk ve şu ana kadar tek uzun metrajı olarak Dominique Rocher'in yönettiği La nuit a dévoré le monde (The Night Eats The World), birkaç eşyasını almak için uğradığı bir ev partisinde içkinin de etkisiyle uyuyakalan Sam'in ertesi sabah başladığı hayatta kalma mücadelesini anlatan bir film. Bulunduğu binadaki insanların zombiye dönüştüğünü, dışarı bakınca da Paris'in zombilerce istila edildiğini fark eden Sam, yaşadığı şoku atlattıktan sonra dışarı çıkamayacağını ve mahsur kaldığı apartmanın artık tek yaşam alanı olduğunu anlar. Bu durumu kabullenince hayatta kalmak için sistematik bir düzen kurması gerektiğinin bilinciyle apartmanın diğer dairelerine tehlikeli ziyaretler yaparak erzak, kıyafet ve işine yarayacak başka eşyalar arayışına girer. Bu ziyaretler tehlikeli olabilir zira bazılarında hala zombiye dönüşmüş sakinler bulunmaktadır. Roman ile uyarlaması arasındaki ilişkinin ne boyutlarda olduğunu bilmesek bile, filmden Pit Agerman'ın bir hayatta kalma mücadelesi yanında, büyük ölçüde Sam'in yalnızlıkla olan imtihanına dair vurgusuna vakıf olabiliyoruz. Yaşayan ölüler türüne dair basmakalıp tercihlerden kaçınamayacağını anlayan yazarlar veya yönetmenlerin farklı arayışlar içinde olmaları, bu ürkütücü fantastik fenomenden insan olmaya yönelik çıkarımlar peşinde yol almaları gayet olumlu. La nuit a dévoré le monde, ekonomik biçimde bu klişelerden faydalansa da özellikle yalnızlık olgusu üzerine düşündürücü tavrıyla bu yapımlardan biri.

Bu zombi salgını nasıl ortaya çıktı, Sam'in bulunduğu apartman dairesindeki partiye nasıl bulaştı gibi sorularla uğraşmadan onun sarhoş bir gece sonrası böyle bir dünyaya uyanmasıyla ustaca zamandan kazanan, yine de birkaç gerilim/aksiyon hamlesiyle Sam'in rehin kaldığı bu yeni dünyayı özetleyen film, asıl uğraşmayı düşündüğü "bir adamın korkunç yalnızlığı" sadedine geliyor. Sam geniş dairelerden oluşan bu apartmanda kendini güvene aldıktan sonra her evden yaşaması için gerekli yiyecek, giyecek ve çeşitli araç gereçler topluyor. Evin içinde walkmenini takıp sabah koşusu yapıyor, bateri çalıyor, çeşitli eşyalarla deneysel müzik yapıyor, bulduğu bir paintball silahıyla dışarıdaki zombileri vuruyor. Ama bunun yanında ufak seslerden irkiliyor, geceleri kabuslar görüyor ve korkunç bir yalnızlık çekiyor. "Dünyada kalan son insan" fantezisinin orijinalliği, seyircide yarattığı empatinin gücüyle ölçülebilir. Sam'in, ailesi tatile çıkmış çocuk gibi mahsur kaldığı apartmanın dairelerinde dolaşması, odaları kurcalaması, ihtiyacı olan şeyleri toplaması, onun durumunda kalmamız halinde bizim de yapacağımız, hatta keyif bile alabileceğimiz yaramazlıklar gibi görünüyor. Duvarlardaki kan izleri, dağıtılmış odalar, kimi zaman Sam'in bu izole huzuruyla ironik bir uyum yakalıyor. Dışarıdaki ölümcül salgından korunmak için evde kalmanın zorakiliğini yaşadığımız şu dönemden habersiz bir zamanda dile getiren film, salgın gölgesinde oluşturulan güvenli ortamların bile bir süre sonra insanı ve sahip olduğu önceki özgürlüklerini nasıl daralttığını da vurguluyor.

Sam, ruhen daraldıkça, günler önce özgürlük sandığı duyguyu yalnızlık gerçeği ile değiştirmeye başlıyor. Aradan kaç gün geçtiği, Sam'in ne kadar süre binada mahsur kaldığı bize söylenmiyor. Filmin başındaki ev partisi bölümünde insan kalabalığının hissettirdiği gereksiz karmaşadan uzak, huzur dolu bir yalnızlık, artık yerini ev içinde bir ses, bir canlı arayışına bırakıyor. Binanın eski tip asansöründe mahsur kalan Alfred adlı enfekte adam ile ara sıra konuşması, dışarıda gördüğü kediyi eve almak için hayatını tehlikeye atması, sırf sokaklarda canlı görebilmek için canhıraş biçimde bateri çalarak sese gelen zombileri balkon altına toplaması bu yalnızlığın ulaştığı boyutu gösteren örnekler. Ama kendisi gibi sağ kalmış biriyle karşılaşacak mı, bu durum Sam'in yalnızlığına ne ölçüde çare olacak, sonrasında neler yaşanacak noktasında seyirciyi kurnaz ve trajik biçimde ters köşeye yatıran iyi de bir fikri var. Aslında bu bölüm için de söylenecek çok şey mevcut. Fakat filmin bu noktada kurguladığı büyüsünü kendine saklamak en doğrusu. Danimarkalı yönetmen Joachim Trier filmleri Reprise ve Oslo, 31. august ile adını duyuran Norveçli aktör Anders Danielsen Lie'nin tek başına başarıyla sırtladığı rolüyle (senaryonun da büyük katkılarıyla) seyirciyle empati kurmakta zorlanmıyor. Sınırları tam olarak bilinmeyen, bir sabah uyanıldığında dünyada ya da en azından bulunduğu coğrafyada tek başına kaldığını fark eden karakterlerin hikayelerine özellikle Avrupa sinemasının özgün yaklaşımlarını görmekteyiz. La nuit a dévoré le monde, Avusturya/Almanya yapımı Die Wand (2012) ve İtalya/Almanya yapımı In My Room (2018) gibi bir zombi tehditi olmadan gizem, gerilim, felsefi derinlik yaratmamış olsa da, zombi tehditini yalnızlık temasıyla çok iyi buluşturmuş bu örneklerden biri.