30 Kasım 2014 Pazar

Walk The Line (2005)


Yönetmen: James Mangold
Oyuncular: Joaquin Phoenix, Reese Witherspoon, Ginnifer Goodwin, Robert Patrick, Dallas Roberts
Senaryo: James Mangold, Gill Dennis
Müzik: T-Bone Burnett

Country müziğin efsanevi ismi Johnny Cash'in hayat hikayesi 1944'de başlar. Kardeşi Jack'in bir kazada ölmesi sonucu, babası Ray bunun sorumlusunun Johnny olduğunu söyleyince, bu olay küçük çocuğun hayatında büyük iz bırakır. Aradan yıllar geçer. Orduda görev yapan Johnny, eşi Vivian ve çocuğu ile birlikte yaşarken, satıcılık yaparak hayatını kazanmaktadır. Müziğe duyduğu ilgi sonucu uzun uğraşlardan sonra küçük bir müzik stüdyosunun sahibini kendisini denemesi için ikna eder. Kısa zamanda hayatı değişecek olan Johnny, bir süre sonra Elvis Presley ve Jerry Lee Lewis gibi dönemin efsaneleri ile birlikte turnelere katılmaya başlayacaktır.

Müzik dünyasında bir döneme damgasını vurmuş birkaç isimden biri olan country müzisyeni Johnny Cash’in fırtınalı hayatını, müzikten sonraki tek gerçek aşkı yine country şarkıcısı June Carter ile yaşadığı med-cezir ilişkiyi ele alan Walk The Line, tıpkı diğer James Mangold filmleri olan Heavy, Copland, Girl, Interrupted gibi başarılı bir yapım. Gerilim filmi Identity ile türler arası gezintiye de açık olduğunu gösteren James Mangold filmlerinin bu başarısının altında büyük ölçüde, usta işi oyunculukların derli toplu bir sıralama ile buluşması yatıyor. Bazı çevreler bu türe “mainstream”, yani herkesçe bilinen, yaygın akım adını veriyor. Bu durumda bir Mangold tarzından söz etmek ne derece doğru olur bilinmez fakat yine de onun filmlerindeki insancıl öğelerin yoğunluğu bir kısım mainstream tabir edilen filmlerden belli ölçülerde ayrılabiliyor.

Walk The Line, Johnny Cash'in The Man In Black ve Johnny Cash ile Patrick Carr'ın Cash: An Autobiography isimli otobiyografilerden James Mangold ve Gill Dennis tarafından senaryolaştırılmış bir film. Otobiyografilerden veya hayat hikayeleri üzerine yapılan detaylı araştırmalar sonucu yazılan senaryolardan meydana getirilen filmler zaman zaman bu mainstream kalıplara adapte edilirken problemler yaşayabiliyor. Bu sayede inandırıcılık sorunları da baş gösterebiliyor. Ancak Ray ve Walk The Line gibi yakın zamanda yitirilmiş iki efsanevi müzisyenin hayatını konu alan otobiyografik yapımların özenli ve samimi yapısı bu sorunları ortadan kaldırma konusunda çok fazla sorun yaşamıyor.
 
 
Filmde, Johnny Cash’in hayatındaki pek çok değerli unsurdan en değerli ikisi olan müzik ve June Carter’ın, diğer unsurlar olan ağabeyi Jack’den, karısı Vivian ile çocuklarından, anne-babasından biraz baskın bir biçimde yer almasında hiçbir mahsur yok. Mangold, genele yoğun şekilde yaydığı bu iki unsurun aralarına serpiştirdiği diğer karakterleriyle, oynayacağı sahanın çizgilerini net bir şekilde belirliyor. Örneğin büyük kardeş Jack’in küçük Johnny üzerindeki etkisi, baba Ray Cash’in uzlaşmaz tavrı ve severek evlenip çocuk sahibi olduğu Vivian’ın baskısı, hikayeyi alışıldık romantik müzikallerden bir nebze ayırıp, tüm köşe taşlarıyla güçlü bir drama dönüştürüyor.

Müzik ve June Carter, Johnny Cash’in tüm iniş çıkışlarına yarenlik ediyor. Bir yanda arkadaşlıkla başlayan, platonik olarak süren ve karşı konulamaz bir hal alan, Cash’i yücelten ve süründüren June Carter saplantısı, diğer yanda gitmek mi zor, kalmak mı ruh haliyle Cash’e bağlanan, aşk arayışlarında hep hüsrana uğramış bir June Carter portresi.. Bu iki komplike ruh çözümlemesinin üstesinden başarıyla gelenler ise Joaquin Phoenix ve Reese Witherspoon. Şarkıları kendileri seslendirmeleri ve her iki karakteri çok iyi analiz etmiş olmalarıyla tüm övgüleri hak ediyorlar. Her iki oyuncunun ödüllü performanslarının dışında, orjinallerine fiziksel olarak benzerliği biraz yadırgansa da, ikna edici oyunlarıyla bunu görünmez kılabiliyorlar. Baba Ray Cash rolünde usta oyuncu Robert Patrick ile Vivian Cash olarak izlediğimiz Ginnifer Goodwin de filmin ön plana çıkan oyuncuları. Jerry Lee Lewis, Roy Orbison ve Elvis Presley’i canlandıran oyuncuların seçimi ise biraz aceleye gelmiş gibi duruyor.

Walk The Line, Cash ve Carter’ı tanımayan bilmeyen birinin bile kolayca uyum sağlayacağı, “Ring Of Fire”, “Folsom Prison Blues”, “Get Rhythm”, “Cocaine Blues”, “I Walk The Line” gibi pek çok Cash hitinin resmi geçit yaptığı, iki genç oyuncunun parlak performanslarıyla süslediği, “yanan bir şey” olan aşkın ve hayatın içinden bir film.

28 Kasım 2014 Cuma

V/H/S: Viral (2014)


Yönetmenler: Justin Benson, Gregg Bishop, Aaron Moorhead, Marcel Sarmiento, Nacho Vigalondo
Oyuncular: Justin Welborn, Emmy Argo, Emilia Ares Zoryan, Nick Blanco, Kelly Misek Jr.,
Senaryo: Justin Benson, Gregg Bishop, Aaron Moorhead, Marcel Sarmiento, Nacho Vigalondo, David White
Müzik: Joseph Bishara, Kristopher Carter

V/H/S: Viral ile üçüncü filme ulaşan kısa filmlerden derlenmiş V/H/S serisi, found footage akımının bazı yaratıcı örneklerinin biraraya geldiği 2012 tarihli ilk ayağıyla çıtayı yüksek bir yere koymuştu. Bir yıl sonra V/H/S/2 bu çıtayı aşamamış olmasına karşın, kendini buluntu film disiplinine ait görmek suretiyle ilk filme olan ruhani bağını inkar etmediği için bile şans verilmesi gereken bir yapımdı. Oysa üçüncü ayak V/H/S: Viral, hem içerdiği kısalarla bu çıtanın çok altında kalmasıyla, hem de ilk iki filmin buluntu ruhuyla alakası olmamasıyla çok ama çok kötü bir devam filmi olmuş. En kötüsü de, hiç de buluntu gibi durmayan, tam tersi kurgu masasında uzun vakitler harcandığı, efektlerle süslenerek derlendiği çok belli birkaç kısa filmin uç uca eklenmesiyle bunların found footage olduklarına inanmamızı beklemesi. Serinin ilk iki filminin en vasat sayılabilecek örneklerinde bile buluntu amatörlüğüne ikna sağlayabilecek iyi kötü hamleler vardı. Ama burada V/H/S mantığına oturtulmaya çalışılan sahtelikler var.

Tesadüfen Houdini'nin tuhaf güçlere sahip pelerinini bularak bir kaybedenden ünlü bir sihirbaza dönüşen Dante'yi anlatan Dante The Great, evinin bodrumunda kendi yaptığı garip bir kapıyla paralel evrene yol açan, kapının diğer tarafındaki ikiziyle 15 dakikalığına yer değiştiren adamın hikayesi Parallel Monster, kaykay için gittikleri Tijuana'da bir grup ürkütücü tarikat üyesi ve onların uyandırdığı iskeletlerle kavgaya tutuşan birkaç gencin anlatıldığı Bonestorm, V/H/S: Viral'ın sözde buluntu kısa filmleri. Açılışı ve kapanışı yapan, bu kısa filmlerin arasında da gizemini arttırmaya çalışan Vicious Circles ise kız arkadaşı aniden evden kaçan bir genç adam eşliğinde tüm şehirde panik havası estiren bir dondurma kamyonetinin izini sürdürüyor. Toplamda bu dört kısa filmden sadece Nacho Vigalondo'nun yönettiği Parallel Monster'ın dişe dokunur bir yanı olduğunu söyleyebiliriz. Onun da ne yazık ki acayip finaliyle bir yere varamadığını ekleyebiliriz. Halbuki İspanyol Nacho Vigalondo, 2007'de yazıp yönettiği Los Cronocrímenes ile harika bir bilim kurgu gerilime imza atmıştı. Parallel Monster'da da çok güçlü bir uzun metraj potansiyeli mevcut. Ne var ki bir kısa film olarak tasarlandığından mıdır, Vigalondo bence çok yanlış bir tercihle hikayesini kitsch bir yöne çevirerek o ana dek taşıdığı gizem ve gerilimi buruşturup çöpe atmış adeta.

İlk V/H/S filminden sonra çatı hikayedeki kaset dolu evin gizeminin aydınlatılması serinin sonraki filmlerine bırakılacakmış gibi bir hava yaratılmıştı. Fakat ne ikincide, ne de Viral'de o evin, eve giren serserilerin aradığı o özel kasetin, o kaseti almaları için serserileri oraya gönderenin esamesi okunmadı. Yine de en azından her iki filmde de çatı hikayeler, içerdiği buluntu kasetleri çatısı altında toplamayı başarmış, filmin giriş, kasetler arası geçiş ve sonuç bölümlerinde bir bütünlük sağlamıştı. V/H/S: Viral'ın çatısı olan Vicious Circles, sanki eldeki bu dört kısa filmin arasındaki kura çekimini kazanmış ve kurgu masasında parçalara ayrılarak çatı haline getirilmeye çalışılmış bir görünümde. Başlarda biraz merak uyandırsa da hiçbir yere varmayan hikayesiyle değil çatı, dış kapının mandalı bile olamayacak zayıflıkta. Üstelik bu bölümün yönetmeni, 2008'de çektiği Deadgirl ile ürkütücü bir atmosfere sahip fena sayılmayacak bir film çeken Marcel Sarmiento'ya ait. Neyse ki diğer kısa filmler de kötü olunca fazla göze batmıyor. Böylece ilk V/H/S ile yeşeren ümitler, bu Viral fiyaskosuyla birlikte "artık böyle devam edecekse yeter" dedirtiyor.

22 Kasım 2014 Cumartesi

The Salvation (2014)


Yönetmen: Kristian Levring
Oyuncular: Mads Mikkelsen, Jeffrey Dean Morgan, Eva Green, Mikael Persbrandt, Eric Cantona, Jonathan Pryce, Douglas Henshall, Alexander Arnold, Nanna Øland Fabricius, Michael Raymond-James, Susan Danford
Senaryo: Anders Thomas Jensen, Kristian Levring
Müzik: Kasper Winding

1864 Savaşı'nda Danimarka yenildikten sonra Jon (Mads Mikkelsen) ve kardeşi Peter (Mikael Persbrandt) Amerika'ya göç edip yerleşmişlerdir. 7 yıl boyunca karısı Marie ve 10 yaşındaki oğlundan ayrı kalan Jon, nihayet onları da yanına alır. Ama tren istasyonunda karşıladığı ailesiyle evlerine gitmek üzere bindiği posta arabasında birlikte yolculuk yaptıkları iki adam Jon'u dışarı atarak ailesini kaçırırlar. Jon, adamların peşlerine takılarak onları öldürür ama ailesi için çok geç kalmıştır. Hayata küsen Jon, toprağını satıp batıya gitmeyi planlarken, öldürdüğü adamlardan birinin, bölgeyi baskıyla himayesinde bulunduran Delarue'nun (Jeffrey Dean Morgan) kardeşi olduğunun öğrenilmesiyle şerif tarafından yakalanır. Belediye başkanından ve şeriften daha güçlü bir konumda olan Delarue, Jon'u işkence ederek öldürmek istemektedir. Ama eski bir asker olan Jon'un pes etmeye niyeti yoktur.

Danimarkalı Kristian Levring'in yine vatandaşı olan Anders Thomas Jensen ile birlikte senaryosunu yazdığı ve kendisinin yönettiği The Salvation, son zamanlarda örneklerine sıkça rastladığımız Avrupa markalı westernlerden biri. Levring, yönetmen olarak daha önce kayda değer bir filme imza atmış sayılmaz. Ancak Elsker dig for evigt (Open Hearts), Brødre (Brothers), Adams æbler (Adam's Apples), Efter Brylluppet (After The Wedding), Mørke (Murk), Hævnen (In A Better World) gibi Danimarka sinemasına uluslararası prestij kazandıran filmlerin senaryosunda imzası bulunan Anders Thomas Jensen'in varlığı filme dayalı beklentileri arttırıyor. Jensen, konu olarak klasik western geleneğinden çıkma "yalnız kovboy, kötüler ordusuna karşı" formülüyle oldukça basit bir intikam hikayesi planlamış. 7 yıldır hasretini çektiği karısı ve oğluyla buluştuğu ilk gün onları vahşice bir saldırıda yitiren Jon'un, mezarcı belediye başkanı Keane ve rahip şerif Mallick'i bile avucunun içinde tutan, kasabayı zulmüyle yıldıran, topraklarına el koyan, hatta gözünü kırpmadan öldüren Delarue ve adamlarıyla mücadelesi, tıpkı Avusturya / Almanya yapımı Das Finstere Tal gibi tasarlanması zor olmayan bir hikaye üzerinden yürüyor.


The Salvation, "western olsun, çamurdan olsun, üzerimize sıçrarsa yıkanırız, sıçramazsa keyfini çıkarırız" diye düşünen benim gibileri memnun edebilecek özelliklere sahip bir film. Fakat 85 dakikalık süresiyle biraz aceleye gelmiş olmasından söz edilebilir. Bu acelecilik, her ne kadar seyirciyi olası fazlalık içeren sahnelerden kurtarıp direk iyi ve kötü arasındaki mücadeleye odaklanmasını kolaylaştırsa da, filmin fazlalık içermeyen sahnelerle vites küçültüp gerilimini, dramını, intikamını daha da sivriltebileceği bir potansiyeli mevcut. Bu senaryo 90'ların başındaki yönetmen Clint Eastwood'un veya çok beğendiğim John Hillcoat'un elinde olsaydı, ağır ama emin adımlarla ilerleyen epik bir western izleyebilirdik. Bu haliyle bazı anlarda hissedilen eksiklikler yüzünden Delarue'ya ve adamlarına duyulan öfke, Jon'un intikam mücadelesi, hele de Jon'un dul bıraktığı dilsiz Madelaine'in vicdanen nerede durduğu ağız tadıyla sindirilemiyor. Görüntü yönetimi açısından da temiz bir iş çıkarılmış olmasına karşın, Güney Afrika'da çekilen filmin girişinde dikkat çeken yapım şirketi Zentropa'nın tekinsizliği yerine daha orta karar bir Hollywood platosu imajı seziliyor.

Mads Mikkelsen, Jeffrey Dean Morgan, Eva Green, Mikael Persbrandt, Eric Cantona, Jonathan Pryce gibi uluslararası bir kadroya sahip The Salvation, bu kadro kalitesini imkanları ve süresi elverdiğince değerlendiriyor denebilir. "Yapışkan sıvı" diye tanımlanan petrolün keşfi arifesinde, 1800'lerdeki arazi mafyasına kişisel nedenlerle karşı durmaya zorlanmış Jon gerçek bir western kahramanı, Delarue ise erken mafya babası olarak ikna olunabilir bir kötü adam şeklinde perdeye yansıyor. Yan karakterler de baskıya boyun eğmiş tipik zulüm mağdurları olarak yerinde konuşlandırılmış. Ama o sözünü ettiğimiz kısa süreye sığdırılmışlık duygusu, filmin havada kalmayan meselelerini bile havada kalmış gibi gösterdiğinden belki tadını damakta bıraktı, belki de intikam arzusuyla yanıp tutuşan western seyircisinin yüreğini soğutmakta yetersiz kaldı. Herşeye rağmen The Salvation iyi bir western. Sadece potansiyelinin altında seyreden bir yapıda.

19 Kasım 2014 Çarşamba

A Hard Day (2014)


Yönetmen: Kim Seong-hoon
Oyuncular: Lee Seon-gyoon,  Jo Jin-woong, Jeong Man-sik, Sin Jeong-geun, Shin Dong-mi
Senaryo: Kim Seong-hoon

Annesinin cenazesinden dönerken bir adama çarparak öldüren dedektif Geon-soo, ölü adamı önce arabasının bagajına koyar. Bir rüşvet davası yüzünden İçişleri tarafından soruşturma geçireceği için arabasının aranacağı duyumunu alınca cesedi uzun uğraşlar sonunda annesinin tabutuna koyar. Birkaç gün sonra, emniyet tarafından acil olarak aranan bir suçlunun resmini gören Geon-soo, bu adamın annesiyle beraber gömülen adam olduğunu fark eder. Emniyet bu kazayı soruşturması için Geon-soo’nun ortağı Choi'yi görevlendirir. Ortağı vakanın ayrıntılarını ortaya çıkardıkça Geon-Soo için çember daralmaya başlar. Bir de üstüne o gece kazaya tanık olan biri Geon-soo'yu tehdit etmeye başlar. Kazanın tüm ayrıntılarını bilen bu kişi, Geon-soo'nun annesiyle beraber gömdürdüğü adamın üzerinde bulunan birşeyin peşindedir.

Yazıp yönettiği ikinci filmi A Hard Day ile Kim Seong-hoon, genel anlamda başarılı bir polisiye gerilime imza atıyor. Mizahi öğeleri filmine başarıyla yediren yönetmen, bu öğelerin üstüne düşmeden doğal akışıyla yansıtıp tadında bırakarak asıl hedefi olan sürükleyici polisiyesine ağırlık veriyor. Film, Geon-soo'nun kaza sonrası yaşadığı telaş üzerine ilerlerken ve dedektif ortağı adım adım onu açığa çıkarmaya başlarken bir kötü adam eksikliği duyuyor. O eksikliği de kazanın tanığını filme dahil ederek gideriyor. Ama bir süre sonra A Hard Day'in birincil hedefinin bu tanık ve Geon-soo arasındaki mücadele olduğu anlaşılıyor. Bu amacın filmin 45. dakikasında belirmesi her ne kadar rating düşmesi sonucu gerçekleştirilen ani bir eklenti gibi görünse de, sonrasında Kim Seong-hoon yine başarılı adaptasyon yeteneğini bu kopuklukta da göstererek tansiyonu diri tutuyor. Her polisiye aksiyonda olmazsa olmaz mantık hataları da seyircinin filme adaptasyonu oranında eriyip gidiyor. Özellikle inceden bir Breaking Bad gerginliği yaşatan bomba sahnesi ve devamında Geon-soo'nun evinde geçen yaklaşık 10 dakikalık kavga bölümü işi daha da kolaylaştırıyor.

Finaliyle de kolaylıkla devam filmi çekilebilecek bir hamle gerçekleştiren Kim Seong-hoon, türe ihanet etmeyen temiz ve sürükleyici bir işçilik sergiliyor. Yine de ne olduğunu tam olarak kestiremediğimiz bir eksiklik hissi uyandıran filmlerden birisi gibi görme ihtimali de var. Bu ihtimale sebebiyet veren unsurlardan biri de başroldeki Geon-soo'nun tasarlanış şekli olabilir. Annesini yeni defnetmiş, kızkardeşiyle kafe açma planları yapan, küçük bir kız çocuğu sahibi dul dedektif olarak gördüğümüz Geon-soo, içine sürüklendiği olaylar dizisi yüzünden bu potansiyel insani verileri bir türlü layığıyla yansıtamıyor sanki. Burada bir sorun varsa bu sorun aktör Lee Seon-gyoon'un değil, yazıp yöneten Kim Seong-hoon'un olsa gerek. Yoksa gerek Lee Seon-gyoon, gerekse kazanın tanığı rolüyle filme fırtına gibi giren Jo Jin-woong'un performansları tatminkar. A Hard Day ise çok büyük bir yapım olmamasına karşın polisiye gerilim ihtiyacını vakit geçirmek amacıyla bütünleştirmek isteyenler için yerinde seçimlerden biri olabilir.

11 Kasım 2014 Salı

Das Finstere Tal (2014)


Yönetmen: Andreas Prochaska
Oyuncular: Sam Riley, Paula Beer, Tobias Moretti, Hans-Michael Rehberg, Thomas Schubert, Helmuth Häusler, Martin Leutgeb, Johannes Nikolussi, Clemens Schick, Florian Brückner, Xenia Assenza
Senaryo: Martin Ambrosch, Andreas Prochaska, Thomas Willmann
Müzik: Matthias Weber

Thomas Willmann'ın romanından Martin Ambrosch ve Andreas Prochaska'nın sinemaya uyarladığı, televizyon ağırlıklı bir kariyeri olan Prochaska'nın yönettiği Das Finstere Tal (The Dark Valley), ilginç bir karışım olarak Alpler'de geçen kasvetli bir western. Bu mekan ve tür birlikteliğine pek rastlamamış olmamıza rağmen, Das Finstere Tal konu olarak western tarihindeki birçok filmden izler taşıyan basit sayılabilecek bir intikam filmi. Kış mevsiminin başlarında Alpler arasındaki küçük bir kasabaya gelen, yanında insanların anlık görüntülerini olduğu gibi kaydeden tuhaf bir makine taşıyan gizemli yabancı Greider ile, geldiği kasabayı türlü zorbalıklarla ellerinde tutan yaşlı Brenner ve onun altı oğlu arasında giderek tırmanan gerilimi işleyen film, bu western aşinalığını çeşitli kollardan güçlendirmesini biliyor. Sadece bir fotoğrafçı olarak zararsız görünen Greider'a Brenner kardeşlerin izin vermesi, sonra onu güzel Luzi ve annesinin yanına yerleştirmesinden bir süre sonra kasabada cinayetler işlenmeye başlar. Brenner baskısı yüzünden sindirilmiş naif kasaba ahalisinden böyle birşey beklenmeyeceği için tek şüpheli Greider'dır. Geri kalanını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Das Finstere Tal, High Noon'dan Unforgiven'a, Il grande silenzio'dan Django'ya uzanan vazgeçilmez bir geleneğin izinden gidiyor. Bir yerleşim birimini baskı altına alıp istediği gibi at oynatan otoriteye karşı tek başına mücadele veren gizemli yabancı figürü her ne kadar sadece western türüne mal edilemese de, o mecrada duruşunu çok daha belirginleştirdiği de kesin. "Vahşi" tabir edilen Batı'dan çıkan bu klasik örneklere karşın o vahşiliğin 1800'lerde Orta Avrupa'da da yatacak yeri olduğuna dair fazla örnekle karşılaşmıyoruz. Das Finstere Tal, konuşulan dil ve bazı sahnelerde kullanılan gereksiz İngilizce şarkılar dışında kökleri eskilere dayanan bu tür ve konuyu yadırgatmadığı gibi, zalim otoriteye karşı sert duruşu sergileme ustalığına da tam manasıyla sahip bir film. Üstelik filmde çeşitli gergin sahnelerle güçlendirilen bu zorbalıklara verilen cevabı kişiselleştirip geçmişten beslenen bir intikamla bütünleştirerek asla eskimeyecek bu temanın çağdaş dokusuna da sahip bir yapım. Gizemli yabancı, karizmatik kötü adam (burada baba Brenner yerine en büyük oğul Hans'tan bahsetmeli), üzerlerindeki baskı yüzünden yıllarca kendilerine yapılanlara sessiz kalmış kasaba halkı, kahramanımızın filmin başlarında bu zulümden payını alması, kanlı final hesaplaşması, bu karlarla kaplı kara western masalını tanıdık kılan özellikler.


Ama gerek bu masalın geçtiği Alpler'in basık lokasyonuyla, gerek konuşulan dille, gerekse bu zulme ortak olan kiliseye gösterdiği tavrıyla çeşitli orijinalliklere sahip film, alışıldık western şablonları üzerinde gösterilecek farklılıkların bu türü nasıl çeşitlendirebildiğine bir örnek. Sorun, bir western'in ne anlattığından ziyade, nasıl anlattığı ise Das Finstere Tal, kendini üste çıkaracak özelliklere sahip filmlerden biri. Western hamurunda bulunan "vahşi" unsurları otorite boşluğundan faydalanan güçlü bir aileyle, hatta tek otorite olan kiliseyle dile getiren, bununla beraber o otoriteye öfke yüklü bir intikam motivasyonu yüklenmiş tek tabanca (daha doğrusu tüfek) kahramanıyla karşılık veren film, bu dişe diş bağlılığıyla western gönüllerini fethetmede hiç zorlanmayacaktır. Brennerlar'ın kasaba halkına olduğu gibi seyirciye verdiği korkunun, Greider'ın seyirciye verdiği güvenle kapışmasını izlemek, buradaki gibi iyi anlatıldığı sürece yıllar geçse de o gönülleri fethetmeye devam edecektir.

Bir roman uyarlaması olarak Das Finstere Tal, bir roman potansiyeline sahip sayılmaz. Ama harika bir western filmi potansiyeli var. Andreas Prochaska da görüntü yönetmeni Thomas W. Kiennast yardımıyla bu potansiyeli çok iyi kullanıyor. Nefis görüntüler sadece masalsı bir hava yaratmak için birer fotoğraf olmanın ötesine geçip, filmin huzur arayan gerilim atmosferine katkı sağlıyor. Avusturya / Almanya ortak yapımı filmin başrolünde İngiliz aktör Sam Riley yer alıyor. Özellikle Joy Division solisti Ian Curtis'i canlandırdığı Control filmiyle hatırlanan oyuncu, uzun cümleler kurmamak suretiyle Almanca konuşmasıyla filme yabancı kalmayıp, Greider'ı olması gerektiği gibi bir western iyi adamı olarak dolduruyor. Onun yanında Hans Brenner rolüyle Avusturyalı tecrübeli aktör Tobias Moretti müthiş bir kötü adam karizması yaratıyor. Genç oyuncu Paula Beer, bu masalın anlatıcısı Luzi olarak filmin erkek egemen yapısında farklı bir alan yaratıyor. Kasabalı halkın portrelerinden derlenen cast akışı da son yılların en yaratıcı bitiş jeneriklerinden birisi. Avusturya'nın 2014 Oscar aday adayı Das Finstere Tal, son yılların western adına yapılmış en iyi filmlerinden biri olduğu kadar, 2014'ün de en iyilerinden biri. Üstelik türü dahilinde çok ayrıksı kalmadan, banal sürprizlerle tribünlere oynamadan, konu sadeliğini biçim estetiği ve western hiddetiyle bütünleştirebildiği için öyle. Anlatıcı Luzi'nin de dediği gibi: "Sonunda her şey olması gerektiği gibiydi."

7 Kasım 2014 Cuma

Into The Storm (2014)


Yönetmen: Steven Quale
Oyuncular: Richard Armitage, Sarah Wayne Callies, Matt Walsh, Max Deacon, Nathan Kress, Alycia Debnam Carey, Arlen Escarpeta, Jeremy Sumpter
Senaryo: John Swetnam
Müzik: Brian Tyler

Ne yazarının (John Swetnam), ne de yönetmeninin (Steven Quale) fazla tanınmadığı felaket filmi Into The Storm, özellikle fragmanıyla heyecan yaratmıştı. Oysa Amerika'nın Silverton kasabasını vurmak üzere olan bir dizi hortum felaketini konu alan film, bazı sahnelere damgasını vurmuş özel efektler dışında (ki çoğu da zaten fragmanda mevcut) en ufak bir orijinallik barındırmıyor. Zaten muadilleri arasında en popülerlerden biri olan 1996 Jan de Bont filmi Twister'ı akıllara getirmesine rağmen (o filmdeki inek sahnesine doğrudan bir gönderme de var), Twister'daki o tutkulu fırtına kovalama duygusu Into The Storm'da pek hissedilmiyor. Zaten orada büyük bir fırtınanın sebep olduğu ve olacağı felaketler yanında, Bill Paxton ve Helen Hunt arasında yaratılan kimya sayesinde işe inceden bir duygusallık boyutu da eklenebilmişti. Burada ise Silverton Lisesi Müdür Yardımcısı Gary ile fırtınanın peşindeki meteoroloji uzmanı Allison arasında böyle bir bağ yaratılmasına gerek görülmemiş bile. Bu durum az da olsa bir eksiklik yaratmış.

Efektler dışında elinde orijinal bir hikayesi olmadığının farkında olan film, Gary'nin büyük oğlu Donnie'nin zaman kapsülü temalı 25 yıl sonrasına mesajlar içeren videolar projesinden filme eklentiler yapmaya çabalıyor. Mesela Donnie'nin hayranı olduğu okulun güzel kızı Kaitlyn ile mahsur kaldığı sahnelerdeki gibi duygusal açıdan zorlama sahnelerle sonuç almaya çalışıyor. Bununla kalmayıp fırtınanın nasıl olduysa teğet geçtiği kiliseye sığınılması, Amerikan bayrağı eşliğinde "herşeyi yeniden inşa edeceğiz" kenetlenmesi, aile fertleri arasında yaşanan kuşak çatışmasının bir felaketle sınanarak bağlılığı güçlendirmesi gibi Hollywood senaryolarının can simidi türlü klişeler, filmdeki hortumlar gibi birbiri ardına sıralanıyor. Yazılması yarım saati almayacak senaryoyu yazan John Swetnam "eskiden 100 yılda bir olan fırtınalar şimdi yılda bir kez olmaya başladı" cümlesini olduğu gibi bırakarak bizi bu konuda bir fikri olup olmadığından bile mahrum bırakıyor. Olaya dümdüz bakıp, insanoğlunun doğaya yaklaşımındaki pozitif veya negatif hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Into The Storm, elindeki en büyük kozu olan özel ses ve görüntü efektleriyle göz kamaştırsa da, felaket filmlerinin olmazsa olmazı "doğanın öfkesi" duygusu yaratmada yetersiz kalıyor bana göre.