Danimarka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Danimarka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ağustos 2025 Pazar

Det andet offer (2025)

 
Yönetmen: Zinnini Elkington
Oyuncular: Özlem Sağlanmak, Trine Dyrholm, Mathilde Arcel F., Olaf Johannessen, Anders Matthesen, Iman Meskini, Anne Sofie Wanstrup, Anders Hove, Jacob Spang Olsen, Morten Hee Andersen, Pernille Højmark
Senaryo: Zinnini Elkington
Müzik: Jenny Rossander

Zinnini Elkington'un senaryosunu yazıp yönettiği Danimarka yapımı Det andet offer (Second Victims), deneyimli bir nörolog olan Alexandra’nın, baş ağrısı şikayetiyle annesiyle birlikte acil servise gelen 18 yaşındaki Oliver'ı muayene ettikten sonra gerek gördüğü üzere evine göndermesinin ardından, Oliver'ın daha hastaneden çıkmadan beyin kanaması geçirip komaya girmesi üzerine yaşanan trajedi üzerine yoğunlaşıyor. Hastanenin acil servis rutiniyle başlayan film, daha en baştan Alex ile seyirciyi birbirine kilitlemeye çalışıyor ve bunu başarıyor. Pozitif, anlayışlı, yardımsever bir doktor olan Alex, filmin kırılma noktası olan Oliver vakasından sonra yavaş yavaş bir dönüşüm içine girerek bu özelliklerini korumakta yaşadığı sıkıntılarla bir mücadele içine giriyor. Tamamı Herlev Hastanesi gibi gerçek bir lokasyonda çekildiği, uzun plan çekimleri ve el kamerası kullanımına gerektiği kadar ağırlık verildiği için gerçeklik duygusu yüksek bir medikal drama izliyoruz. Elkington seyirciye acil servis ortamının stresini ve baskısını hissettirmekte hem senaryo, hem de yönetmenlik olarak sade bir beceri sergiliyor.

Filme adını veren “second victim”, beklenmeyen olumsuz bir hastalık vakasına, kasıtsız bir sağlık hizmeti hatasına veya hasta yaralanmasına, hatta ölümüne doğrudan veya dolaylı olarak karışan, haliyle bundan olumsuz etkilenen sağlık çalışanına denmekte. Hastadaki tıbbi başarısızlığın yanı sıra, bu durum doktor ve hemşirelerde derin duygusal izler bırakmakta. Doktorların, hemşirelerin ve hastane sistemi içinde çalışan herkesin karşılaşabileceği suçluluk, sorumluluk ve sistemsel baskı üzerine düşündüren Elkington, seyirciyi empatiye davet ediyor ve davetine karşılık bulmakta zorlanmayacak güçlü çatışmalar kuruyor. Karakterler arasında suçlama ve vicdan tartışmaları giderek yoğunlaştığı için ahlaki ikilemler yakamızdan hiç düşmüyor. Doktor olanların Alex ile özdeşlik kurması kolay gözükse de, günümüz şartlarında bir hastalık için ikinci, üçüncü görüş almak isteyecek kadar sağlık sistemi unsurlarına karşı güven sorunu yaşayan başkaları için ihmalkalığın tahammül edilemeyişi gayet anlaşılır bir durum. Öte yandan, dünyanın en zor mesleklerinden birinde saatler, hatta dakikalar içinde bir suçluya ya da kahramana dönüşme ihtimalinizin mevcudiyeti ancak üzerlerine bu sorumluluğun yüklendiği kişilerce tanımlanabilir. Bireysel sorumlulukların kolektif bir sorumluluğa dönüşmesinden endişe edilmesi, söz konusu sorumlu bireyi korumak ile onun kellesini verip kurtulmak arasında ince bir çizgiyi de içerdiği için çatışmalar kartopu misali büyüdükçe büyüme eğilimde oluyor.

Filmin bu ahlaki belisizlikler, sorumlu ve suçlu tespit etme ikilemleri, etik yönlerden empati arayışları üzerine kurduğu hikayesi, aslında bir hikayeden ziyade herhangi bir gün, herhangi bir hastanenin acil servisinde yaşanabilecek, defalarca yaşanmış, sonuçları zincirleme etkiler yaratmış bir gerçek kesit niteliğinde. Bu bakımdan yer yer ağır bir izleme deneyimi, bir tetikleyici olabilir. Üstelik hem doktor, hem hasta, hem de hasta yakını perspektiflerinden psikolojik gerilime varan güçlü bir tansiyon mevcut. Bu tansiyonun ortasında oradan oraya koşturan, koşturmadığı anlarda mental olarak bulunduğu ortam tarafından absorbe edildiği hissedilen Alex'in psikolojisi çok çarpıcı. Bu psikolojiyi yansıtmada Danimarka doğumlu oyuncu Özlem Sağlanmak çok başarılı. Oliver'ın annesi Camilla rolünde izlediğimiz tecrübeli oyuncu Trine Dyrholm'ün ve stajyer doktor Emilie rolündeki Mathilde Arcel F.'in bu sıkıntılı atmosferden nasibini alan destekleyici performanslarını da unutmayalım. Det andet offer, insani ikilemleri, kırılgan karakterleri, yoğun temposu, etik ve duygusal çatışmalarıyla bir acil servis üzerinden sağlık dünyasındaki hassas dengeleri çok iyi yoklayan bir dram. Üstelik bu drama doğal beklenti gereğince gerilim de katmış bir yapım.

20 Mayıs 2025 Salı

Den stygge stesøsteren (2025)

 
Yönetmen: Emilie Blichfeldt
Oyuncular: Lea Myren, Ane Dahl Torp, Thea Sofie Loch Næss, Flo Fagerli, Isac Calmroth, Malte Gårdinger, Ralph Carlsson
Senaryo: Emilie Blichfeldt
Müzik: John Erik Kaada, Vilde Tuv

Dul Rebekka, kızları Elvira ve Alma ile beraber evlendiği soylu dul Otto'nun konağına yerleşir. Otto'nun da güzeller güzeli Agnes adında bir kızı vardır. Kısa bir süre sonra Otto ölünce onun servet yerine borç bıraktığını öğrenen Rebekka, öfkesini Agnes'ten çıkarır. Onu hizmetçi yapar. Bu arada yakışıklı prens Julian, evleneceği kızı seçmek için bir balo düzenleyecektir. Rebekka büyük kızı Elvira'yı baloya hazırlayıp prense beğendirmek için her şeyi göze almıştır. Saf Elvira da bu uğurda görünüşüne yönelik her türlü işleme razı olur. Ama bu süreç prensle evlenmeyi bir saplantı haline getiren Elvira için tehlikelerle doludur. Birkaç kısa film sonrası ilk uzun metrajını yazıp yöneten Emilie Blichfeldt, Den stygge stesøsteren (The Ugly Stepsister) adını verdiği filmini Külkedisi masalının serbest bir uyarlaması olarak gerilim, kara komedi, body horror sularında yüzdürüyor. Masalın kalıbını kabaca ele alan, karakterleri ve hikayeye verdikleri ağırlığı dönüştürüp Cinderella yerine Elvira perspektifinden bakan film, böylelikle bu mutlu sonlu masala daha karanlık açılardan bakarak depresif, tekinsiz, sert, aynı zamanda zarif ve stilize bir karakter kuşanıyor. Modern ve çarptırılmış bir serbest uyarlama olarak masalsı dönem atmosferini günümüz güzellik hassasiyetleri ile çok uyumlu hale getiriyor. Ton olarak gerilim ile dram arasında gidip gelirken, kasıtlı olmadığını düşündüren bir kara mizahı da nadiren ortaya çıkardığı oluyor.

Orijinal Külkedisi masalında prensle evlenmek için annelerinin boyunduruğunda bir yandan baloya hazırlanan, bir yandan da Külkedisi'ne zorbalık yapan iki kız kardeş, filmde Elvira ve Alma olarak karşımıza çıkıyor. Alma'nın baloyla hiç işi olmadığı gibi, Agnes'e zorbalık yapmak şöyle dursun, içine kapanık, naif bir kız olarak resmedilmiş. Blichfeldt'ın filmin başrolü olarak Elvira'yı seçmesi, söylemek istedikleri için biçilmiş kaftan. İki kız kardeş arasında bir rekabetten ziyade prensle evlenmeyi saplantı haline getiren Elvira ve Külkedisi konumundaki güzel Agnes arasında bir rekabetten daha fazla verim alıyor. Annesi Rebekka'nın hırs dolu desteğini arkasına alan Elvira'nın baloya giden süreçteki güzellik yolculuğu, günümüz genç kızlarının beğenilmek uğruna bedensel dönüşümlere kapı açmalarına benziyor. Dönemin imkanlarına binaen bu dönüşümler çok daha tehlikeli, riskli, dolayısıyla body horror sınırlarına dayanan çözümler içeriyor. Blichfeldt da arzu ettiği cesareti, sertliği, gerilimi buradan devşiriyor. Ama bunu yaparken işin psikolojik gerilim yönünü de yadsımayıp Elvira'yı kötü bir karakter olarak değil, manipüle edilmiş, saf, itaatkar bir genç kız şeklinde konumlandırıyor. Hatta güzellik yönünden hiç de eksik değil. Blichfeldt, Elvira'yı canlandırması için güzel bir kız seçerek, filmin adını da "Çirkin Üvey Kardeş" olarak belirleyerek belki de güzel olmanın bazı insanlara yetmediğinin, hep "daha güzel" olmak isteme doyumsuzluğunun, bu uğurda burnunu kırdırmanın veya bağırsak kurdu yutma gibi bir sürü tehlikeli tercihin normalleştirildiğinin altını çizmeye çalışıyor denebilir.

Blichfeldt'ın senaryo tercihleri ve rejisi sanki ilk filmden ziyade üzerinden birkaç film geçmiş gibi tecrübe barındırıyor. Coralie Fargeat'ın The Substance'ta ilham aldığı referansların fazlalığı kadar olmasa da kadının kendi bedeni üzerindeki tahakkümü, güzellik uğruna aşılan sınırlar, beğenilme arzusunun yol açtığı tehlikeler hakkında genleriyle oynanmış bu masalın yapabileceği pek çok fikri hayata geçirebiliyor. Külkedisi masalının bazı detaylarına (örneğin her ne kadar gösterilmese de balkabağının arabaya dönüşüp Agnes'i baloya götürmesi) üstünkörü bakılması filmin ana eksenine zarar vermiyor. Ama yine de filmin gerçekçi anlatımı yanında biraz sakil de kalıyor. Zira böyle fantastik ayrıntılara hiç gerek olmayan bir ton mevcut. Öyle ki, yer yer gotik bir ambiyans da içerse, ayakları yere basan bu anlatım Elvira'nın dramının keskinleşmesine, rahatsız edici hale gelmesine çok faydalı oluyor. Tecrübeli görüntü yönetmeni Marcel Zyskind'in filmin ruhuna uygun yer yer boğucu, karanlık, depresif, buna rağmen estetik ve masalsı katkısı etkileyici. Tüm bu olumlu unsurların tam ortasında Elvira rolündeki genç oyuncu Lea Myren'in çok çarpıcı performansı adeta pastanın üstündeki çilek gibi duruyor. Elvira'yı aynı anda hem mağdur, hem kötü, hem saf, hem kurnaz, hem de korku/gerilim unsuru şeklinde tasarlamış olan Emilie Blichfeldt için çok yerinde bir seçim. Blichfeldt ise az önce adı geçen Coralie Fargeat'ın ilk filmi Revenge sonrası sınırlı bir kesim tarafından gelecek vaat eden bir yönetmen olarak görülmesine benzer şekilde bu ilk filmiyle kendi geleceği için benzer beklentilere kapılarını açan bir yönetmen.

4 Şubat 2025 Salı

Pigen med nålen (2024)

 
Yönetmen: Magnus von Horn
Oyuncular: Vic Carmen Sonne, Trine Dyrholm, Besir Zeciri, Joachim Fjelstrup, Ava Knox Martin, Ari Alexander, Benedikte Hansen
Senaryo: Line Langebek Knudsen, Magnus von Horn
Müzik: Frederikke Hoffmeier

Birinci Dünya Savaşı'nın hemen bitiminde Kopenhag’da geçen Pigen med nålen (The Girl with The Needle), yoksullukla mücadele eden, savaşa giden kocasından uzun zamandır haber alamayan genç fabrika işçisi Karoline’i merkezine alıyor. Patronu Jørgen'den hamile kalan Karoline, Jørgen ile evlenmek üzereyken onun annesinin bu ilişkiye karşı çıkıp onu kovmasıyla bir başına kalır. Hamileliğine son vermeye kalkıştığında hamamda karşılaştığı Dagmar adlı bir kadın, istenmeyen çocukları koruyucu ailelere evlatlık veren gizli bağlantıları olduğunu söyleyerek, doğumdan sonra kendisini bulmasını ister. Doğurduğu bebeği Dagmar'a veren Karoline, onun yanında çalışmak isteğini kabul eden Dagmar ile birlikte bu karanlık dünyanın derinlerine iner. Zamanla hem insanlığını hem de ahlaki değerlerini zorlayacak bir ikilemle karşı karşıya kalacaktır. 2015 Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera adayı olan Efterskalv (2015) ve İsveç/Polonya ortak yapımı Sweat'i (2020) çekmesinin ardından Magnus von Horn'un bu kez Line Langebek Knudsen ile beraber gerçek olaylara dayanarak senaryosunu yazdığı üçüncü uzun metrajı Pigen med nålen, yönetmenin şimdilik en güçlü filmi. Üstelik biçimsel manada ilk iki filminden çok farklı. Özellikle dönemin sefaletle yoğrulmuş, detaylara önem veren, yer yer gotik bir üsluba yaklaşan, bunun yanında ürkütücü ve dramatik konusuna uygun bu biçim tercihleri filmin en dikkat çekici yönü. Önce bu yönünden bahsedelim.

Herhangi bir film için 2020'li yıllarda bile hala siyah beyaz tercih ediliyor olmasında türlü nedenler mevcut. Bu iki rengin dengelenişindeki ustalık, filmin karakterini tayin eden en önemli unsurlardan biridir. Öte yandan bu tercih bazen estetik sağlama yönünde bir kolaycılıkla da suçlanabiliyor. Yakın zamanda Pawel Pawlikowski'nin Polonya adına Oscar adayı da olan Zimna wojna (Cold War) için de bu tartışmalar yapılmıştı. Zimna wojna, Schindler's List veya Pigen med nålen için "siyah beyaz çekilmese de olurmuş" denebilir mi? Aslında hiç bir film için bu denemez. Çünkü bu bir yönetmen için "tercih" ve seyici de bunu böyle kabul etmeli. Dönem filmlerine yakışan yönü de yadsınamaz. Magnus von Horn, genel olarak hikayenin karanlığı, sertliği ve mesafesi açısından filmini doğru temsil eden bir seçim yapmış. Kendisi Lódz/Polonya'da bulunan Polish International Film School'da yönetmenlik okumuş. İlk filmi Efterskalv'da çalıştığı Polonyalı görüntü yonetmeni Lukasz Zal aynı zamanda Zimna wojna'nın da görüntü yönetmeniydi. Pigen med nålen'in sinematografisi ise yine bir Polonyalı olan Michal Dymek'e ait. Dymek de Zimna wojna'da Lukasz Zal'ın ekibindeydi. Yani kısaca bu paslaşmalar Van Horn'un stilindeki farklılaşmanın ya da kendisinin bir stil arayışında olduğunun sonucu da olabilir. Tabii siyah beyaz gibi estetik açıdan güçlü bir form seçiyorsanız, bütün yükü biçimin sırtına yüklemeyip, anlatacak güçlü bir hikayeyi bu biçime entegre etmeniz daha etkili olacaktır. Zira siyah beyaz film çekmeyi, görsellik kozunu garantiye alıp cebine koymak olarak görüp geri kalanlara özen göstermemek tam bir yanılgıdır.


Magnus von Horn ve Michal Dymek işbirliği, siyah, beyaz ve aşk çocuğu grinin kaynaşmasıyla görsel yönden çok güçlü bir kimya meydana getiriyor. Ama aynı zamanda filmin sert, gizemli, dramatik kırılma anları barındıran bir hikayesi de var. Karoline'in Dagmar ile tanışmadan önceki bölümüyle, tanıştıktan sonraki bölümünün ağırlık merkezleri biraz farklılık gösteriyor. İlk bölümde fabrika işçisi Karoline’in tutunma çabası, Kül Kedisi'ne çalan hüsranlı ilişkisi, bu ilişkinin sonucunda doğurduğu bebek ve savaşta öldü sandığı kocasının ortaya çıkışı gibi çalkantıları, ikinci bölümde ise gizemli Dagmar'ın Karoline ile yaptığı kader birliği, bunun inişli çıkışlı ve acı sonuçları bir bütünlük oluşturuyor. Bu katmanlı dramatik yapıyı bu etkileyici görsel formla izlemek, onu hiç de içi boş olduğu halde siyah beyaz estetiğin sırtını dayamış bir film olarak hissettirmiyor. Filmin bütününe bakıldığında Magnus von Horn, gereksiz sahnelerle görsel şov kasıp yönetmenliğini gözümüze sokan suni bir tavır içinde olmadığını düşündürüyor. Önce Karoline, sonra da ona eklenen Dagmar ile çok çarpıcı iki kadın hikayesi anlatıyor. 1919 yılı savaş sonrası Kopenhag’ından kadının her daim kutsal sayılan annelik olgusuna eleştirel ve inkar edilmeye alışılmış bir gerçeklikle yaklaşıyor. Buna dolaylı biçimde bağlı olarak yine kutsallığına el sürülmeyen aile kavramına, aile olamadan hamile kalmış kadınların yaptıkları seçim üzerinden de bakıyor. Şartlara istinaden gebeliğin pekala istenmeyebilecek bir durum olabileceği, öte yandan bu istenmeyen bebeklerin yaşama haklarının ellerinden alınamayacağını sosyolojik ve kriminal yerlerden savunmaya gayret ediyor.

The Girl with The Needle özünde bir hayatta kalma filmi. Hem Karoline için, hem de terk edilen bebekler için bu savaş çeşitli sonuçlar içeriyor. Bu sonuçlar kabul edilemez olsa da, Dagmar'ın savunduğu fikrin tüyler ürpertici yanına ilişmiş olan acı gerçekliğin zamansız oluşu, filmden bağımsız olarak hala "istenmeyen çocuk" olmanın travmasını atlatamayıp sağlıksız bireyler ve onlardan doğan başka bireyler üretiyor olmamızdan da anlaşılabilir. Yetimhaneler bu hikayelerle dolu. Embriyo sonlandırmanın cinayet, doğum kontrolünün günah sayıldığı bu zamansızlık, cinsel hazlar sonucu dünyaya getirilmiş canlara verilmeyen değerlerle iç içe geçmiş durumda. Kadının bedeni üzerinde hak sahibi olmasının gerekliliği gibi bir yerden günümüzde dahi yaşanan ikilemleri 1900'lerin başlarındaki toplumsal yapıyla karşılaştırmak pek adil göŕünmese de, benzerlikler de şaşırtıcı. Vic Carmen Sonne'nin Karoline'in sefaletini, saflığını, itilmişliğini, öfkesini, tekinsizliğini aktarmaktaki başarısı filmin karakterine çok uygun. Yardımcı olarak Dagmar rolündeki tecrübeli oyuncu Trine Dyrholm da varlığını hissettiren kalitede. Cannes'da Altın Palmiye, Oscarlarda da En İyi Uluslararası Film adayı olan The Girl with The Needle, üç uzun metrajdan oluşan Magnus von Horn kariyerinin şimdilik zirvesi diyebiliriz.

31 Ağustos 2023 Perşembe

Aniara (2018)

 
Yönetmen: Pella Kagerman, Hugo Lilja
Oyuncular: Emelie Garbers, Bianca Cruzeiro, Arvin Kananian, Anneli Martini, Jennie Silfverhjelm, Dakota Trancher Williams
Senaryo: Pella Kagerman, Hugo Lilja, Harry Martinson
Müzik: Alexander Berg

İsveçli yazar Harry Edmund Martinson, bestelenerek ilk uzay operası da kabul edilen epik bilim kurgu türündeki şiir kitabı "Aniara" ile 1974 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmüştü. 103 bölümden oluşan bu eserden Pella Kagerman ve Hugo Lilja'nın uyarlayıp bir senaryoya dönüştürdükleri İsveç / Danimarka ortak yapımı Aniara, yine bu ikilinin yönettiği düşük bütçeli bir bilim kurgu dram olarak çeşitli mütevazi festivallerden ödüller ve adaylıklar aldı. Sebebini bilmediğimiz, ama büyük ihtimalle insanoğlunun çeşitli sebeplerle yaşanmaz hale getirdiği Dünya’dan Mars’a doğru büyük boyutlu gezegenler arası göçlerin başladığı distopik bir gelecekteyiz. Film, içerisindeki geniş ağaç çiftlikleri sayesinde havanın tamamen doğal olduğu, AVM, restoranlar, çocuk alanları ve daha pek çok tesisin bulunduğu son teknoloji ürünü devasa transfer gemisi Aniara'da geçiyor. Dünya’dan Mars’a 3 haftada ulaşılacak şekilde planlanan bu yolculuk, geminin bir uzay enkazına çarpmasıyla tehlikeye girer. Çarpışma sırasında geminin yakıt deposunun zarar gördüğü için kaptanının tek çaresi gemideki tüm yakıtı boşaltmaktır. Tüm yakıtı boşaltılır ancak çarpışma sırasında gemi rotasından çıkmıştır ve yakıt kalmadığı için gemi uzayda sürüklenmeye başlamıştır. Ancak sorunlar bununla da bitmez. Zira sadece 3 haftalık bir uzay seyahati için hazırlanmış olan gemide temel yaşam kaynakları elbet tükenecektir.

Film, uzay görüntülerinin sağladığı genişliği, Aniara gemisinin klostrofobik atmosferiyle dengelemeye çalışıyor ve bunda büyük ölçüde başarı sağlıyor. Zaten uzayda bir gemide geçen çoğu filmde bu klostrofobi ihtiyaç haline gelmiştir. İnsanın evrende alternatif yaşam formları arama saplantısının sembolü haline gelmiş Mars'a yolculuk temasının olası post-apokaliptik senaryolara verdiği ilhamdan hareketle uyarlanan Aniara, içinde iyi fikirler barındıran bir film. Her ne kadar çoğunu göremesek de belli kapasitesiyle bir şehir havası verilen bu geminin içinde bir yandan dünyadaki gibi bir yaşam sürerken, bir yandan da artık dünyada olmamanın verdiği psikolojik yıpranmanın dengelenmesini ve hatta bir nebze iyileştirilmesini sağlamak amacıyla bir "Mima" odası tasarlanmış. Gemideki insanların "hatıra bankası"na erişerek dünyadaki geçmişlerinde kalmış güzel günlerinin, hayallerinin, anılarının simüle edildiği bu oda ilginç fikirlerden biri. Filme de bu odanın işleyişinden sorumlu ve kendisine Mimaroben denilen kadının merkezinden bakıyoruz. Ama sanılanın aksine senaryo bu odaya giren insanların bizi ilgilendirmeyen, filme de katkısı olmayan anılarıyla dolu bir şekilde sarkmıyor, sıkıcı hale gelmiyor. İşleyişi anlamamıza yarayan birkaç sahne bu işi görüyor. Filmi asıl ayakta tutan, 3 hafta olarak tasarlanan bu yolculuğun, yaşanan kaza nedeniyle aylara ve yıllara uzamasının yaratacağı belirsizliğin çekiciliği.

Aniara transfer gemisinin bir mikro dünya tasviri olduğu çok açık. Hırsları, savurganlığı, şiddeti, nefreti ve tüketim çılgınlığıyla gezegenini yiyip bitirmiş, gözünü bu defa Mars'a dikmiş insanoğlunun, Mars'a ulaşmadan önce sömüreceği şeyin Aniara olacağı da öyle. İşler ters gidince ve gemide planlanan süreden fazla kalınacağı anlaşılınca insanların bozuk psikolojilerini, sıkıntılarını, isyanlarını önlemek için Mima odasıyla beraber tüketime, gece hayatına (!), cinsel özgürlüğe ve türlü istihdam alanlarına yönlendirilerek meşguliyet sağlanıyor. Harry Martinson, Aniara şiirinin önemli bir bölümünü Hiroşima ve Soğuk Savaş döneminde yaşanan küresel çılgınlıklara tepki olarak yazmış. Günümüze hatta filmde olduğu gibi geleceğe de uyan bu anlayış, hükümetlerden bireye her kalemde kendini gösteren bu tüketme, yıpratma, yok etme alışkanlıklarının toplumların sonunu getirmesine ama beton aralarından bile kafasını uzatabilen yeşillikler gibi bu yok edici sistemin insanın olduğu her ortamda kendini bir şekilde yeniden inşa edebildiğine vurgu yapıyor. Can sıkıntısından icat edilen şamanik ritüeller, dinler veya üreme zarureti gibi mitler her ortamda gücünü korumaya, evrimleşmeye devam ediyor. Film bunlara çeşitli şekillerde değinse de, özellikle temel yaşam kaynaklarının tükenmesi karşısında bulunan çözümler hakkında bizi bilgilendirmiyor. Oksijen meselesi bir şekilde halledilmiş ama o kadar insan sadece yosun yiyerek bunca yıl sağlıklı bir şekilde hayatta kalmış olabilir mi sorusundan kaçılmış intibası uyanması mümkün. Genel olarak kendini iyi ifade etmiş, geleceğin karanlık yüzüne, uzay ve uzay gemisi metaforlarıyla klostrofobik belirsizliklere, umutların yavaş yavaş çürümesine kendi çapında iyi eğilebilmiş bir film Aniara.

24 Ekim 2022 Pazartesi

Speak No Evil (2022)

 
Yönetmen: Christian Tafdrup
Oyuncular: Morten Burian, Sidsel Siem Koch, Fedja van Huêt, Karina Smulders, Liva Forsberg, Marius Damslev, Hichem Yacoubi
Senaryo: Christian Tafdrup, Mads Tafdrup
Müzik: Sune Kølster

Toskana’da tatil yapan biri Hollandalı, diğeri Danimarkalı olan iki aile tanışır ve birlikte takılmaya başlarlar. Aradan geçen ayların ardından, Patrick ve Karen çifti ile çocukları Abel'den oluşan Hollandalı aile, Bjørn ve Louise çifti ile kızları Agnes'ten oluşan Danimarkalıları kırsaldaki evlerine hafta sonu tatili için davet eder. İlk zamanlar her şey normal seyrinde ilerlese de, ev sahibi Hollandalı çift tuhaf davranışlar sergilemeye başlar. Christian Tafdrup ve Mads Tafdrup'un senaryosunu yazdığı, Christian Tafdrup'un yönettiği Speak No Evil, son yılların en dikkat çekici gerilimlerinden biri. Danimarkalı bir TV oyuncusu olan Tafdrup, aynı zamanda birkaç kısa film ve Speak No Evil ile birlikte üç uzun metraj çekmiş bir yönetmen. Hiç de gerilim filmi gibi başlamayan, filmin gerilim türünde olduğu bilgisini yanımızda taşıyorsak türlü senaryolar ve ataklar beklentimizi kıvrak hamlelerle savuşturan Speak No Evil, en güvenli diye bildiğimiz aile kurumu üzerinden çok etkili bir gerilim inşası oluşturuyor. Davet sahibi Hollandalılara göre daha mülayim bir aile olan Danimarkalılarla seyircinin özdeşlik kurabilmesini kolayca sağlayan Tafdrup, tarafını belli ettikten sonra ince ince ördüğü senaryosuyla her geçen dakika gizemli ve gergin anlar yaratıyor. Bunlardan teker teker bahsetmek filmin tadını kaçırabileceği için, gerilim seven seyircilere sunulmuş farklı deneyimlerinden biri olacağını söyleyerek ve genel ifadeler kullanarak filmi övmek mümkün. Zira ortada gerçekten övülmesi gereken bir film var.

Senaryo tarzı olarak, mizahı alınmış bir Ruben Östlund benzetmesi yapabileceğimiz Speak No Evil, sıradan durumların saniye saniye arttırılan gerilim dozunu çok iyi ayarlamış bir film. Yemeğe davet ettiğiniz kişilere hesabı ödetmek veya çocuğunuzu herkesin içinde tartaklamak gibi toplum içinde yaptığınızda can sıkıcı bir utanç iklimi yaratacak davranışların yaratacağı etkiyi kullanan Tafdrup, seyirciyi nelerin rahatsız edeceğine dair fikirleri hiç de uzaklarda aramıyor. Filmden bağımsız olarak, metroda sigara içen, kütüphanede bağıra çağıra konuşan, sinemada film esnasında telefonunu karıştıran veya her ortamda yüksek sesle küfür eden insanların sebep olduğu, toplum kodlarının dışına çıkan davranışların yarattığı o hep pusuda bekleyen rahatsız ediciliğin gözlemcisi olmak yetiyor. Bu istenmeyen durumlardan çıkarılabilecek gerilim de başka hiçbir şeye benzemiyor. Hayalet, canavar, doğaüstü olaylar vs. sayesinde yaratılan korku/gerilim atmosferlerini kurmak için başvurulan makyaj, kostüm, görsel ve işitsel efektlerle sağlanan avantajlardan yoksun olmak, belki de bu filmlerin en büyük avantajı haline geliyor. Speak No Evil de bu avantajları çok etkili biçimde kullanan filmlerden. Tafdrup, ağır ama emin adımlarla yükselttiği tansiyonu, karakterler arasındaki güç ve güçsüzlük üzerinden kuruyor. Benzerlerini sıkça gördüğümüz akran zorbalığını veya rahatsızlık uyandıran davranış dengesizliklerini yetişkinlere uyarlıyor. Fakat bunu yaparken çoğu senaryonun görmezden geldiği bazı önemli noktaları da görerek, direkt yaşadığımız hayatın içinden çıkma gerçekliklerin ürkütücü boyutlarına temas ediyor.


Danimarkalı aile, çok da iyi tanımadıkları bu Hollandalı ailenin hafta sonu davetini iyi niyetle kabul ediyor. Danimarkalı çift Bjørn ve Louise, ev sahiplerinin bazı tuhaflıklarına, hoyratlıklarına zaman zaman tepki gösterseler de, yine de bunun arkasında kötü niyet aramıyorlar. Tüm bu iyi niyet arama/bulma çabası, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde sorun istemeyen, yapıcı, pozitif gerekçeler taşır. Oysa diğer yandan, her şeye tolerans göstermek de karşı tarafın olası kötü emelleri için boş alanlar yaratabilir. İşte senarist Tafdruplar, bu denli hoşgörülü, iyi niyetli, toleranslı olmanın yaratacağı duygusal açıkların suistimal edilmesi noktasında çok mühim ikilemler ortaya koyuyorlar. Hatta bir yerden sonra Hollandalı ailenin aymazlığı ve tekinsizliği, Danimarkalı ailenin iyi niyeti ve saflığından daha az sinir bozucu bir hal alabiliyor. Zorbalığa uğrayanın mağduriyetinin ana sebebi, onun zorbaya ne kadar müsaade ettiğiyle alakalı hale geliyor. Hatta filmde direkt bunu itiraf eden bir diyalog bile var. Bir şeylerin ters gittiğine dair sinyallerin alınmasına rağmen hala o tersliğe ihtimal vermemenin altında yatanın iyi niyet ile aptallık arasındaki gri alanda bulunması, bazı bedelleri kaçınılmaz kılıyor. Zira karşı taraf ne kadar çok güvenlik açığı bulursa o kadar cüretkar olmaya başlıyor. O çok merhedilen Avrupa nezaketi, hoşgörüsü, çağdaşlığı algısını ters yüz etmeyi seven Haneke, Östlund, Ozon gibi sinemacıların birtakım karakteristik özelliklerini ustaca uygulayan Tafdrup, sadece iki çekirdek aileyle bile kendini katmanlaştırabilen bir gerilim, hatta yaşananların dehşet verici mümkünatına binaen tüyler ürperten bir korku filmine adını yazdırıyor.

Son yıllarda artan, hatta Dardanne kardeşlerin yapaylaşmasına bile yol açan göçmen sorunu kaynaklı Avrupa toplumu eleştirilerine girmeyip, sadece Avrupa'nın iki güzide ülkesinden küçük numunelerle insanın iki farklı doğasının çatışmasına eğilen Christian Tafdrup, aile dinamiklerini de katık ederek sessiz ama çarpıcı bir kaos ortamı yaratıyor. Bu numunelerle aile reisi kabul edilen babaların, düzen koruyucu annelerin ve arada kalan masum çocukların hepsine ayrı kanallar açarak, daha çok da iki farklı karakterde baba üzerinden güçlü/zayıf tanımlaması yapıyor. Ama bu gücün tanımında, güçsüzün kendini ezdirmesi öne çıkıyor ki, filmin birkaç kritik noktasında alınan yanlış kararlardan da anlaşılacağı gibi bu güç sadece kas gücü değil, iyi niyetin körleştirdiği, hazırlıksız yakaladığı, pasifleştirdiği bir zayıflık olarak konumlanıyor. Kır evindeki her an, psikolojik gerilimin türlü suretleriyle giderek artan bir eziyete dönüşürken, her iki ailenin de beynin farklı sinirleriyle oynayan karar ve eylemleri, seyirciyle kurduğu interaktif bağ sayesinde rahatsız ediciliğini hep ayakta tutuyor. Sembolik olduğu kadar gerçekliğini sorgulayamayacağımız finaliyle de Hollywood klişelerinin tuzaklarına düşmüyor. Kendi ülke sinemaları dışında pek tanınmayan başarılı oyuncu kadrosunun performansları ve Sune Kølster'in filmin atmosferine çok uyan tüyler ürpertici müzikleriyle, bir anda yeni nesil korku/gerilim yönetmenleriyle aynı cümle içinde anılmaya başlayan Christian Tafdrup'un yazım/yönetimiyle Speak No Evil, bittikten sonra bile etkisini sürdüren, izleyeni korkunç bir döngüye hapseden o çıkışsız filmlerden.

27 Nisan 2021 Salı

Retfærdighedens ryttere (2020)

 
Yönetmen: Anders Thomas Jensen
Oyuncular: Mads Mikkelsen, Nikolaj Lie Kaas, Andrea Heick Gadeberg, Lars Brygmann, Nicolas Bro, Roland Møller, Albert Rudbeck Lindhardt, Gustav Lindh, Anne Birgitte Lind
Senaryo: Anders Thomas Jensen
Müzik: Jeppe Kaas

Ortadoğu'da sahada görev yapan ordu mensubu Markus (Mads Mikkelsen), karısının bir metro kazasındaki trajik ölümünü haber alınca Danimarka'ya döner. Aynı kazadan kurtulan kızı Mathilde ile ilgilenmek için yeni hayatına alışmaya çalışan asker Markus, bir yandan acısını yaşarken, bir yandan da uzun süre ayrı kaldığı Mathilde ile iletişim sorunlarını çözmeye çalışır. Öte yandan, aynı metro kazasından kurtulan matematik ve istatistik takıntılı Otto (Nikolaj Lie Kaas), kaza olmadan hemen önce trenden inen birinden şüphelenmiştir. Tehlikeli bir çete lideri olan Kurt aleyhine tanıklık edecek olan bir adamın da bu kazada öldüğünü fark eden Otto, arada bir bağlantı olabileceğini düşünerek kendisi gibi geek arkadaşları Lennart ve Emmenthaler ile birlikte arayıp bulduğu Markus'a bu teorisini açar. İkna olan Markus intikam almaya karar verir. Danimarka sinemasının en önemli senaristlerinden biri olan Anders Thomas Jensen'in yazıp yönettiği Retfærdighedens ryttere (Riders Of Justice), bildik bir intikam hikayesinin bünyesinde aile içi iletişimsizlik, travmalarla başa çıkma, seçimlerin hayatlara etkisi, kader/tesadüf ikilemi, algoritma ve istatistik felsefesi gibi konularla temas halinde bir film.

Dramatik çatışmalarla harmanlanmış bir aksiyon/kara komedi olan Riders Of Justice, Anders Thomas Jensen'in yönettiği 5. film ve hepsi kaybeden karakterlerin hayatlarına dair ilginç dokunuşlar içermekte. Anlam arayışları kimi zaman suç, kimi zaman dramedi hikayelerinde türlü iniş çıkışlarla kendini gösterirken, karakterlere azlı çoklu anlam yükleme özeni yine sürüyor. Sert mizaçlı Markus'un acı kaybı sonrası hayatında fazla bulunamadığı kızı Mathilde ile iletişim kurmakta zorlanması, çaba gösterirken bile öfkeli kişiliğine yenik düşmesi, filmin hep yanında tutmaya çalıştığı bir çatışma olarak omurgaya bağlı duruyor. Ama film asıl rengini ve karakterini Otto, Lennart ve Emmenthaler üçlüsünün dahil olmasıyla bulmaya başlıyor. Markus filmin intikam peşindeki kolluk kuvveti iken, bu üçlü filme zeka, teknoloji, felsefe, aynı zamanda farklı dramatik yan öyküler katıyor. Çocukluktan kalma taciz travması yaşayan Lennart, kendi hatası yüzünden yaşanan bir kaza sonrası ailesi parçalanmış Otto, bu ikili dışında hiç arkadaşı olmayan teknoloji dehası Emmenthaler, filmin verimini ve albenisini arttırıyorlar.


Anders Thomas Jensen'in benzeri defalarca işlenmiş, hatta Hollywood tarafından kulağa bir Liam Neeson aksiyonu olarak gelebilecek bir intikam hikayesini renkli ve kendi içinde katmanlı karakterlerle farklılaştırma çabası olumlu sonuçlar veriyor. Şiddeti kanıksamış asker karakterini bir anda sivil hayata uydurmak zorunda kalan, bu yüzden kalan tek aile ferdi olan kızıyla ilişkisinde sorunlar yaşayan Markus etrafında kurulan karakter çeşitliliği, hem onun uyum problemine eğiliyor, hem de bağımsız yan hikayeler kuruyor. Bu karakterler hikayeye belli bir mizah katarken, dramatik yönden de destek sağlayarak filme dengeli bir ton kazandırıyorlar. Özellikle Otto'nun Markus ile kısa gelgitler yaşayan ilişkisi, sıcak bir dostluğun gelişimini de ağacın güçlü bir dalı haline getiriyor. Kızını bir kazada kaybetmiş Otto'nun, kızı kazada kurtulan Markus ile kurduğu empatinin hüzünlü ve iyileştirici etkisini hissettirecek küçük fikirler mevcut. Jensen ayrıca küçüklüğünde travmalar yaşamış ve birçok psikoloğa görünmüş Lennart karakteri ile, çetenin elinden kurtardıkları genç göçmen Bodashka arasında bir kader birliği kurarak, belki filme hiç konmayabilecek bu paralellikle iki karaktere birden boyut kazandırıyor.

Filmin bir başka tiplemesi olan Emmenthaler ise, teknolojik ve pratik zekasına rağmen, farklı bir sosyalleşme şekli olarak gördüğü bu intikam fikrine kendini fazla kaptırsa, Otto ve Lennart'ın aksine birini öldürmek konusunda soğukkanlı görünse de, aslında hiç de buna hazır olmadığını anladığı bir an yaşaması, yine Jansen'in karakterleri ele alış biçimindeki samimiyeti yansıtan bir örnek. Her ne kadar finaliyle bir miktar bu samimiyete ve doğrucu tavrına ters düşse de, asıl meselesinin doğruluğu ve gerekliliği tam teyit edilememiş bir intikamdan ziyade, bu karakterler arasındaki farklı dinamiklerin, çatışmaların, aile ve arkadaşlık kavramlarının iletişimsizlikle test edilişinin yansımalarını izliyoruz. Elsker dig for evigt (2002), Mørke (2005), Efter brylluppet (2006), Hævnen (2010) gibi incelikli aile dramları tasarlamış olan Jansen'in geniş yelpazesi her yeni filminde farklı ve benzer hikayeler bütünü içinde seyirciye dokunmasını bilen fikirler içeriyor. Blinkende lygter (2000), Adams æbler (2005), Mænd & høns (2015) gibi senaryolarında gölgeli ve aydınlık yanlarıyla yarattığı karakterlerden oluşan tuhaf ekip işlerinin yanına Retfærdighedens ryttere'yi de ekliyor. Aynı zamanda çok yakın dostları olan Mads Mikkelsen, Nikolaj Lie Kaas ve Nicolas Bro üçlüsünü kimbilir kaçıncı kez bir araya getirerek filminin performans gücünü garantiliyor. Temposu, kurgusu, sevimli mizahı ve etkili dramatik anlarıyla iyi bir film ortaya koyuyor.

21 Aralık 2020 Pazartesi

Druk (2020)


Yönetmen: Thomas Vinterberg
Oyuncular: Mads Mikkelsen, Thomas Bo Larsen, Magnus Millang, Lars Ranthe, Maria Bonnevie
Senaryo: Thomas Vinterberg, Tobias Lindholm

Martin (Mads Mikkelsen), artık hayattan zevk almadığını, yorulduğunu, yaşlandığını iyice hissetmeye başlamış bir lise öğretmenidir. Evde sık sık gece nöbetlerine giden hemşire eşi ve çocuklarıyla iletişimsizlik yaşarken, işinde de öğrencileri tarafından sıkıcı ve ilgisiz bulunmaktadır. Aynı okulda görev yaptığı öğretmen arkadaşları Nikolaj (Edebiyat), Tommy (Beden Eğitimi) ve Peter (Müzik) ile Nikolaj'ın doğum günü sebebiyle bir araya geldikleri bir akşam, hayatının dönüm noktalarından birinin başlangıcı olacaktır. Benzer sorunları yaşayan dört arkadaş, sohbet ilerledikçe Nikolaj'ın ortaya attığı bir teori üzerine konuşmaya başlarlar. İnsanların kanlarında 0.05% oranında alkolle doğduklarını iddia eden Norveçli psikiyatrist ve yazar Finn Skårderud'dan bahseden Nikolaj, belirli seviyede tüketilen alkolün zihni açtığını, sosyal ve profesyonel performansı olumlu yönde etkilediğini savunan Skårderud teorilerini kendi hayatlarına uygulamayı teklif eder. Böylece dört arkadaş kontrollü bir şekilde özellikle çalışma saatleri içinde alkol kullanarak bu hipotezin doğruluğunu test etmeye karar verir. Başlarda çok olumlu sonuçlar alsalar da, ilerleyen adımlarda onları türlü zorluklar beklemektedir.

Danimarkalı senarist, yönetmen, yapımcı Thomas Vinterberg'in senaryosunu bir başka önemli isim olan Tobias Lindholm ile birlikte yazdığı, kendisinin yönettiği Druk (Another Round), Avrupa Film Ödülleri bünyesinde Berlin Alexanderplatz, The Painted Bird, Undine, Boze Cialo ve Martin Eden gibi yapımların aday olduğu kategoriden En İyi Avrupa Filmi ödülü yanında, En İyi Avrupalı Yönetmen, Senarist, Erkek Oyuncu ödüllerini de kazanmış bir dram. Vinterberg - Lindholm ortaklığı da Submarino (2010), Jagten (2012) ve Kollektivet (2016) ile birlikte dördüncü filme ulaşıyor. Söz konusu Skårderud'un alkol teorisinin hayata geçirilmesini pek çok farklı kesime uygulayabilecek iken, Jagten gibi yine eğitim sistemi içinden bir karakter aracılığıyla meseleyi ele almak isteyen Vinterberg, bu sayede konusu gereği yaşanacak gerilimi ebeveynler, gençler ve sistemin gözaltında planlıyor. Yine Jagten gibi bu defa taciz iddiası türünde bir bıçak sırtı olmasa da, toplumsal aforozun nefesini ensesinde hisseden karakterlerle bu planlama etrafında konusunu şekillendiriyor. Başta Martin olmak üzere bu dört eğitimcinin iyi kurgulanış ve işleyişi sayesinde, onların kalkıştıkları bu tehlikeli ama iyi niyetli değişim süreci de kendi bıçak sırtı boyutlarını çiziyor.


Druk, alkol tüketimi ve bunun bireyler üzerindeki etkilerine dair çeşitli durum tespitleri içeren bir film. Didaktik olmakla kendini salıvermek arasında tutturduğu orta yol, alkolle çeşitli düzeylerde birliktelik yaşayan insanların zaten yaşayarak tecrübe ettiği detaylarla inşa edilmiş. Belirli miktarlarda alınan alkolün bilinçaltını serbest bıraktığı, cesaretlendirdiği, sosyalleşmeyi kuvvetlendirdiği, sanatsal yönden yaratıcılık kazandırdığı fakat bunun yanında dikkatsizleştirdiği, sözü edilen cesareti suça kanalize ettiği ya da sağlık sorunlarını tetiklediği çeşit çeşit örnekleri görüyor, duyuyor, yaşıyoruz. Bize aslında ne olduğumuza dair bastırılmış duygularımızı ve potansiyellerimizi hatırlattığı gibi, aslında ne olabileceğimize dair ürkütücü gerçekleri de gösterme gücüne sahip. Thomas Vinterberg, Martin merkezli hem duygusal, hem de mesleki bir tükenmişlik hali yaratarak, diğer üç arkadaşını da farklı suretler ama aynı bitkinlikle donatarak bir kader birliği oluşturuyor. İşleniş olarak Martin'in bir adım gerisinde kalsalar da, Nikolaj, Tommy ve Peter da bu deneyin olumlu/olumsuz sonuçlarından etkileniyorlar. Mesai saatleri içinde gizlice alkol alarak, kandaki alkol konsantrasyonu ve alkolle konsantre edilen kan yüzdesi manasına gelen BAC (Blood Alcohol Concentration) ölçümleri yapmak suretiyle vücutlarındaki alkol dengesini kontrol ederek işlerini yapmanın nasıl bir şey olduğuna bakmak istiyorlar. Bir araya gelip maddi sıkıntılarını çözmek için bir soygun planlayan arkadaş grubu örneği gibi, bir araya gelip eski duygularını, mesleki şevklerini kazanmak için bu teoriye tutunuyorlar adeta.

Hayatı sıkıcı bir rutine hapsolmuş, bu sıkıcılığı ve ilgisizliği ders işleyişine de yansıtıp öğrencilerini de sıkmış, "sıkıcı olmaya mı başlıyorum" diye eşine soracak kadar kendinden ve ailesinden kopmuş Martin için Nikolaj'ın önayak olduğu bu alkol deneyine razı olmak hiç zor değil. Üstelik sonuçlarına kendisi bile şaşırıyor. Dört arkadaş, çalışma saatleri içinde aldıkları bir miktar alkol sayesinde performanslarındaki artışı gördükçe bu deneye daha sıkı sarılmaya başlıyorlar. Tarih öğretmeni olan Martin, alkole düşkünlükleriyle bilinen Roosevelt ve Churchill ile, neredeyse hiç alkol kullanmayan Hitler üçlüsünü kullanarak kurduğu bir bilmece sayesinde sınıfta öğrencileriyle keyifli dakikalar geçiriyor. Hatta alkol kullandığını bildiği öğrencileriyle sınıf önünde eğlenceli bir sohbet ortamı yarattıktan sonra zekice derse yumuşak geçiş yapıyor. Evliliği ve çocuklarıyla ilişkisi güçleniyor. Diğerleri de alkolün verdiği özgüvenle işledikleri derslerde farklı olumlu verimler alıyorlar. Sınıf ve ders hakimiyeti için sürekli konuşmaları gereken öğretmenler alkolün retorik etkisinden, başka bir deyişle çeneye vuran etkisinden olumlu yönde faydalanıyorlar. Ne sarhoş, ne de ayık, çakırkeyif haldeyken performansının zirvesine çıktığı bilinen piyanist Klaus Heerfordt eseri dinledikleri bir sahne, onların çakırkeyif zaferlerine fon oluyor. Ne var ki alkolik olmadıklarını, isteseler içmeyebileceklerini kendilerine telkin etseler de, bir kez ağıza girdikten sonra bırakmanın zorluğunu sürekli yaşıyorlar.


Bu seviyeden sonra Skårderud'un "ignition" yani ateşleme, tutuşturma evresi var ki, Nikolaj yine arkadaşlarını o evreye, hatta ötesine geçmeleri için ikna edince alkol limiti üzerindeki hakimiyetlerini yitirmeye başlayan dört arkadaş için bu yeni alkol turları kabusa dönüşmeye, kazanılan roundlar kaybedilmeye, ilişkiler bozulmaya, evlilikler yıkılmaya, hayatlar tehlikeye girmeye başlıyor. Vinterberg bu noktada kamu spotuna kayar gibi görünse de, Martin'in dengede tuttuğu alkol oranıyla işlediği derslerin hoşluğundan ya da Peter'in okuldan, derslerden ve sınavlardan bunalmış bir öğrencisine bir miktar alkol almasını önermesinden (onun da olumlu sonuç almasından), dört dostun insanlara, mesleğe, hayata karşı değişmeye hazır hale gelmiş yenilenme duygusundan hareketle "eden bulur" tuzağına düşmediği söylenebilir. Alınan alkol miktarının her bünyede aynı etkiyi göstermediğini, herkesin kendi alkol limitini bilip ona göre hazırlıklı olmasını, bütün fiziksel ve duygusal gereksinimlerimizin alkol üzerine inşa edilmemesi gerektiğini, doğru kullanıldığında nasıl olumlu sonuçlar verebileceğini hatırlattığı gibi, "içki bütün kötülüklerin anasıdır" yobazlığından uzak duruyor. "Keşke"leri ve "acaba"larına rağmen Vinterberg yine dramatik kırılmaları, trajik durakları, neşe dolu çakırkeyiflikleriyle derli toplu bir yapım sunuyor. Jagten'de de birlikte çalıştığı Mads Mikkelsen'in üstün performansından yine istediğini alıyor. Neredeyse tüm Vinterberg filmlerinde rol almış Thomas Bo Larsen ve diğer oyuncular da yıllar geçtikçe kendini demleyecek, alkol üzerine yapılmış en iyi filmler listesinde kendi yerini bulacak bu dramı güçlendiriyorlar.

18 Temmuz 2019 Perşembe

Mørke (2005)


Yönetmen: Jannik Johansen
Oyuncular: Nikolaj Lie Kaas, Nicolas Bro, Lærke Winther Andersen, Laura Drasbæk, Lotte Bergstrøm, Anne Sophie Byder, Morten Lützhøft
Senaryo: Anders Thomas Jensen, Jannik Johansen
Müzik: Antony Genn

Jacob, kendisi gibi gazeteci olan eşi Nina ile sakin bir hayat sürmektedir. Bir intihar girişiminin ardından sakat kalmış olan kızkardeşi Julie, annesi ile birlikte ağabeyi Jacob’u ziyarete gelir. Julie, Anker adında bir adamla evlenmeye karar vermiştir. Jacob, Anker ile tanıştıktan sonra biraz temkinli de olsa durumu kabullenir. Tek istediği Julie’nin mutluluğudur. Fakat tam da düğün gecesi Julie banyoda bileklerini keserek intihar eder. Kızkardeşini Anker’in kucağında kanlar içinde gören Jacob için bu tam bir yıkımdır. Aradan bir süre geçtikten sonra Jacob tesadüfen Julie’nin ölüm ilanına çok benzeyen başka bir ilana daha rastlar. Çok sevdiği Julie’nin, babasını sorumlu tuttuğu ilk intihar girişiminden beri suçluluk ve derin bir hüzün duyan Jacob, onun bu şekilde ölümünü hazmedemeyip, o gece ile ilgili konuşmak için Anker’ı bulmaya karar verir. Onu sakin bir kasabada bulduğunda ise başka tuhaf tesadüflerle de karşılaşacaktır.

Bir Danimarka filmi olan Mørke, çekim, atmosfer ve oyunculuk yönünden bu coğrafya yapımlarında rastladığımız olağan özelliklere sahip olduğu kadar, bir takım bilindik gerilim formüllerini de cebine koymuş, tutunduğu bu disiplin sayesinde ne havalanmış, ne de dibe batmış bir dram-gerilim-gizem filmi. Televizyon ağırlıklı bir kariyere sahip olan yönetmen Jannik Johansen, senaryosunu da Adams æbler’in yazar/yönetmeni olarak bildiğimiz usta senarist Anders Thomas Jensen ile birlikte yazdığı Mørke ile, durağan yapısına rağmen ana konusundan sapmayan ve o durağanlılığa ivme kazandırmak için cebindekileri yerli yerinde kullanmasını bilen bir gerilim çekmiş. Aslında gerilim özelliğinden daha önde fazlaca dram öğeleri hakim. Üstelik gerilim kelimesi Mørke için korkudan ziyade, gerilimli bir öykünün sır perdesi ile aç-kapa oynaması şeklinde düşünülebilir. Jacob ve Anker arasında gerek karakter yapıları, gerekse o karakterleri canlandıran oyuncuların uyumu açısından gerçekçi bir akış söz konusu. Bu ikilinin film içinde temsil ettikleri tarafların izleyiciye aktarımı da gayet sorunsuz. Geçmişte ebeveyn sorunları yaşamış yetişkinlerin gündelik yaşamlarında karşılaştıkları önemli bir kırılma noktası ile bu sorunların su yüzüne çıkması gibi bir temaya sahip olmasına rağmen, bu temanın üzerine fazla gitmeyip suyunu süzerek olgun bir altyapı veya dekor oluşturuyor.

Özürlü kızkardeşi Julie’nin düğün gecesinde intihar etmesini hazmedemeyen Jacob’un gerçeği arayış yolculuğunda uğradığı kasaba, sıradan yaşamlarına gömülmüş halkı, şüpheci polis şefi, tekinsiz kasaba atmosferi ile çerçevesini belirlemiş. Bu tip mekanlara yapılan yolculukların, büyük şehir bireyleri üzerinde yaptığı geçmişle yüzleşme terapisinden Jacob da nasibini alıyor. Kişisel çıkarlar doğrultusunda gerçeği aramanın, gazeteci merakının önüne geçmesi Jacob için kaçınılmaz. Doğru tarafı temsil ediyor olmanın ve etrafında çevrili sır perdesini aralamak için bir kasabanın yabancısı olma konumunun da getirdikleri ile bazı Hitchcock karakterlerini çağrıştırıyor. Bu anlamda Hitchcock’dan bu yana pek çok kere kullanılmış bir malzeme olsa da Jacob gibi bazılarına taklitten ziyade, yerini ve haddini bilen “yeniden çekim karakterler” diyebiliriz. Jacob’un konumundaki yalnız karakterler ile izleyici olarak özdeşleşmemizin önemi de filmin bütünü için çok gereklidir. Bu açıdan da Mørke için dersine çalışmış olduğu gözleminde bulunmamız mümkün. Hikayenin diğer yakasında bulunan Anker ise, filmin karanlık ve gizemli yönünü temsil edecek olmanın önemi hesaba katılarak yaratılmış bir karakter. Filmin sırlarını ustaca kamufle etme becerisi yanında, normalliği, hatta sıradanlığı ile de tuhaf bir gerilim yaratmayı başaran bir konumda. Sıradanlık tarifi, sadece Anker’ın yüzeyde görünen özelliklerinden ötürü yapılabilir. Oysa görünmeyenlerin sağladığı çekiciliği de tümüyle üzerine uydurduğunu söyleyebiliriz. Kısaca Anker, acısını içine atmış bir dul olarak ikna edici olduğu kadar, o acının derinlerinde yatanlar hakkında yarattığı esrarengizliğe de sahip, çift taraflı bir zenginlik taşıyor.


Şayet karakterler yönünden tüm bu pozitif elektrik alınmış ise bilin ki bunun en büyük mimarı Danimarkalı aktörler Nikolaj Lie Kaas ve Nicolas Bro’dur. Daha önce Reconstruction, Alegro, Adams æbler gibi filmlerde de beraber rol almış olan ikilinin abartısız, ama her türlü yol yönteme hakim performansları ile Mørke, hiç sıkılmadan izlenen bir macera haline geliyor. Her ikisinin de adeta yüzlerine yansımış olan konsantrasyonları, konuşmadıkları anlarda dahi izleyici zihninde cümleler kurdurabilmekte.. Özellikle Nicolas Bro, yarattığı tuhaf Anker tiplemesi ile filmin en büyük gizem kaynağı. Öte yandan Mørke, Jacob rolündeki Nikolaj Lie Kaas ve yönetmen Jannik Johansen için ayrı bir önem taşımakta. Kaas’ın annesi intihar etmiş, babası ise boğulmuş. Yine Johansen’in kızkardeşi intihar sonucu hayatını kaybetmiş. Bu trajik gerçeklerin filme kattığı realist dokunuşlar, Mørke’yi onların kişisel yorumlarının ötesine taşıyıp tüme varmaya götürüyor. Yaşadıkları yüzleşmeyi izleyenle de yüzleştirme ustalığını göstermiş saymamızın tek nedeni de bu olsa gerek. Üstelik işi sadece intihar boyutu ile sınırlamıyorlar. Filmin çok anlamlı bir boğulma imgesi var. Jacob’un sık sık gördüğü bir rüya ile ilgili bu imge, filmin başında ve sonunda yarattığı değişik etkilerle hem estetik bir fark, hem de Kaas’ın boğularak ölen babasına da yönetmen Johansen aracılığıyla bir gönderme fırsatı yaratıyor.

İntihar olgusuna değinme biçimi ile iddiasız, fakat değindiği yerlerde de yerinde tespitler yapan Mørke, birkaç sahne haricinde bunu sözel yoğunlukta sunmuyor. Mesela Anker’in dile getirdiği “intihar edenler aslında geride bıraktıkları insanları cezalandırmak isterler” düşüncesine benzer, sade ama etkili söylemlerini çok fazla diline dolamadan didaktik virajlara girmekten kaçınıyor. Ortaya sunduğu bu fikirleri fazla kurcalamamakla bize sakin vur-kaçlar ile filmin malzemesini, karakterlerin yaptığı seçimleri ve hatta biraz da genel anlamda intihar kavramını sorgulattırıyor. İntiharın sebepleri ve sonuçları üzerine kocaman laflar etme misyonu üstlenmediğini de, kendi çapındaki trajedisine sadık bir rota izleyerek gösteriyor. Anlatım şiddetini bu tevazusundan alıyor adeta. Mørke’nin intihar ile bağlantılı olarak ölüm ile de söylemek istedikleri kendini belli ediyor. Ölüm ile ilgili, kaybettiğimiz insanlar hakkında konuşmak istemememiz üzerine Jacob üzerinden çok güçlü hisler barındırıyor. “Ölüm hakkında konuşmayız, işte bu yüzden zordur ölüm” gibi cümlelerle beyan ettiği tutuma alenen sahip çıkmayıp, bunu güçlü biçimde ima eden olay örgüsü ile de takdirleri hak ediyor.

Seyrek nüfus yapısı, yüksek refah seviyesi, etrafına rahatsızlık vermeyecek toplum ve siyasi yapısıyla İsveç, Danimarka, Norveç gibi ülkelerdeki yüksek intihar oranları ironisine ise nasıl bir açıdan yaklaştığını da yine o muğlak yapısıyla izleyene bırakan film, bunalımlı gelişmiş toplumlara tutulmuş eleştirel bir aynadan ziyade, gerçeklerin beslediği kurmaca hikayesine gösterdiği sadakat ile anılmayı tercih etmiş görünüyor. “Karanlık, kasvet, hüzün” gibi anlamları olan Mørke, filmin koyu tonlarını insanların koyu ruh halleriyle bütünlemiş, küçük oynayarak da büyük olunabileceğinin kanıtı filmlerden biri olmanın soğukkanlılığı ve elbette soğukluğu ile sürükleyici olmayı başarmış bir yapım.

19 Şubat 2019 Salı

Journal 64 (2018)


Yönetmen: Christoffer Boe
Oyuncular: Nikolaj Lie Kaas, Fares Fares, Johanne Louise Schmidt, Søren Pilmark, Nicolas Bro, Anders Hove, Amanda Radeljak, Birthe Neumann, Clara Rosager, Luise Skov, Fanny Bornedal, Elliott Crosset Hove
Senaryo: Nikolaj Arcel, Bo Hr. Hansen, Mikkel Nørgaard, Jussi Adler-Olsen
Müzik: Anthony Lledo, Mikkel Maltha

Bir tadilat için çağrılan iki inşaat işçisi Kopenhag’daki eski bir apartmanda yer alan duvarı yıkınca korkunç bir gizli oda keşfederler. Bu odada bir yemek masasının etrafında dört sandalye ve üçünde oturan mumyalanmış üç ceset, boş bırakılmış bir sandalye ve masanın üzerindeki kavanozlarda bazı organ parçaları bulurlar. Cinayetlerin yıllar önce işlenmiş olması, davanın Department Q radarına takılmasına neden olur. Mumyaların üzerinde kimliklerinin bulunması bu vakayı araştırması kolay gibi gösterse de, Dedektif Carl Mørck ve yardımcısı Assad, katil veya katillerin kim olduğunu, motivasyonunu ve odadaki dördüncü sandalyenin kime ayrıldığını bulmak için harekete geçerler. Daire sahibi olan Gitte Charles, mumyalama konusunda uzman eski bir hemşiredir ama ülke dışında saklandığı tespit edilir. İpuçları Carl ve Assad'ı 80'lerin sonlarında Sprogø’da bulunan, sözde ahlaksız kızların yerleştirildiği bir kadın hapishanesine götürür. Gitte'nin çalıştığı yıllar önce kapatılmış bu hapishanede ihmaller, işkenceler ve zorunlu kısırlaştırmaları da kapsayan tıbbî deneyler yapılmıştır. Üstelik yıllar sonra burada işlenen suçların mağdurları haklarını aramak için dava etmek istediklerinde türlü sorunlarla karşılaşmışlar, davalar, şikayetler örtbas edilmiştir. Sprogø’daki dehşet olayları Danimarka tarihinin kapanmış bir bölümü olsa da bu deneylerin hala devam ettiği şüpheleri ortaya çıkmaya başlar.

Jussi Adler-Olsen'in başarılı Department Q roman serisi, dördüncü film olan Journal 64 ile sürüyor. Serinin sabit senaristi Nikolaj Arcel'in yanında bu defa ilk iki filmin yönetmenliğini yapmış Mikkel Nørgaard ve tecrübeli film ve dizi senaristi Bo Hr. Hansen bulunuyor. Yönetmen ise Reconstruction, Allegro, Offscreen, Alting bliver godt igen gibi Danimarka sinemasının önemli filmlerine imza atmış Christoffer Boe. Özetle, yıllar öncesine ait gerçek suçlusu bulundu sanılarak veya ihmal edilip üstü örtülerek kapatılmış, ardında bir sürü mağdur ve cevapsız soru bırakmış cinayet davalarını tekrar elden geçiren bir emniyet birimi olan Department Q dedektifleri Carl Mørck ve Assad'ın maceralarını konu alan bu seri, ilk üç filmin izleğinden sapmayan oturmuş şablonuyla tekrar dolaşıma giriyor. Her macerada, belirlenmiş bir suçu farklı sosyal ve psikolojik zeminlere oturtmaya çalışarak katmanlaştıran, geçmişe dair vicdani muhasebelere, pişmanlıklara, intikamlara alan açan bu şablon, Journal 64'te de 1987 ile 2018 arasında gidip gelen kurgu düzeniyle ilerliyor. Tabii ağırlık 2018'de ve flashbackler yine dozunda ve zamanlaması iyi biçimde filme serpiştirilmiş vaziyette.


Sprogø’daki hapishanede yaşananların hesabının günümüze kadar bir türlü sorulamaması, yine günümüzde Avrupa'yı da yoğun şekilde etkisi altına alan yabancı düşmanlığı, buna bağlı olarak eski geleneksel anlayıştan beslenen ırkçılık, üzerinde geniş kitlelerin uzlaşması güç olan kürtaj ve kısırlaştırma gibi kritik meselelerden derlenmiş konusunu sağa sola savurmadan işleyen film, buna ek olarak Carl ve Assad arasında bir gerilim yaratarak başka bir kulvar daha açıyor. Ama bu gerilimin ortaya atılışı biraz zorlama, dolayısıyla tartışmaları da suni kalabiliyor. Carl zaten ilk üç filmde yeterince uzlaşması güç bir adam olarak resmedilmişken, burada yine sinir bozucu boyutlara varan bir suskunluk, hem filmdeki diğer karakterlere, hem de seyirciye yabancılaşma içinde çizildikçe dramatik yönden pek de gelişme göstermiş gibi durmuyor. Jussi Adler-Olsen'in romanda bu durumu nasıl ele aldığını bilemiyorum. Ama artık filmlerde ergen semptomları sergileyen bir Carl'a dayanmak yer yer zorlayıcı olabiliyor. Bu durumdan en çok çeken ise, Department Q'dan ayrılıp başka bir birime geçmesine 1 hafta kalan Assad. Yabancı kökenli oluşunun bu defa daha belirgin biçimde senaryoya entegre edildiğini, hikayenin ırkçılık karşıtı yapılanmasında yerini aldığını görsek de, bir noktada onun hayatını da bir beyaz Danimarkalı kurtarıyor.

Bezgin polis Carl Mørck rolünde her daim asık suratı ve az konuşmasıyla artık seyirciyi de bezdirmeye başlayan Nikolaj Lie Kaas ve Hollywood'un aranılan Ortadoğulu tiplemeleri dışında da iyi bir kariyeri olan Lübnanlı aktör Fares Fares'in sürüklediği filmde, Department Q'nun çalışkan ve sevimli dedektifi Rose'u oynayan Johanne Louise Schmidt de yerini koruyor. Christoffer Boe'nun gittiği her yere götürdüğü, tüm filmlerinde oynayan Nicolas Bro'nun bu filmde de yer alması kaçınılmazdı. (Nikolaj Lie Kaas, Christoffer Boe, Nicolas Bro üçlüsünü birarada görünce 2003 tarihli efsane Reconstruction'ı anmadan olmaz.) Aslında Jussi Adler-Olsen'in öncelikle okunması gereken bu serisi filmleştirilmeye başladığında bu günlerin geleceği, yani çoğaltılmaya müsait "aydınlatılmayı bekleyen gizemli cinayetler" serisi ortaya çıkacağı belliydi. Bu fikirden hareketle dizi formatına, CSI tarzı kemikleşmiş bir şova bile dönüştürülebilirdi. Aralarında 1-2 sene bulunan bu dört uzun metraj, her ne kadar ana akım sinemanın rutininde çakılı kalmış görünse de, polisiye dizi veya filmlerin akıcılığıyla, sürprizleri, toplumsal duyarlılığı, güncel mesajlarıyla artık kendine sadık takipçiler oluşturmuş başarılı yapımlar olarak Danimarka sinemasının dikkat çekici projelerinden biri.

25 Ağustos 2018 Cumartesi

Hrútar (Rams) (2015)


Yönetmen: Grímur Hákonarson
Oyuncular: Sigurður Sigurjónsson, Theodór Júlíusson, Charlotte Bøving, Jón Benónýsson, Gunnar Jónsson, Sveinn Ólafur Gunnarsson, Þorleifur Einarsson
Senaryo: Grímur Hákonarson
Müzik: Atli Örvarsson

Gummi ve Kiddi, İzlanda kırsalındaki geniş bir vadide yan yana evlerde yaşayan yaşlı iki kardeştir. Babadan kalma meslekleri olan koç yetiştiriciliği ile uğraşmakta ve ülkenin en iyi koçlarını yetiştirmektedirler. Ama her sene kasabada düzenlenen bir Gummi'nin, bir Kiddi'nin kazandığı en iyi koç yarışmasında büyük ödülü almak için mücadele eden ve tek hayatları koçları olan bu iki kardeş, birbirleri ile 40 yıldır konuşmamaktadırlar. Bir gün Kiddi'nin koçu bulaşıcı ve ölümcül bir hastalığa yakalanır. Yetkililer tüm kasabayı boşaltıp, tüm hayvanların da itlaf edilmesinin en uygun çözüm olduğunda ısrarcıdır. Bu durum kardeşlerin ilişkisine yeni bir yön çizecektir. Zira ikisinin de bu hastalık yüzünden kolayca pes etmeye, koçlarını kaybetmeye gönlü yoktur. Grímur Hákonarson'un yazıp yönettiği Hrútar (Rams), keçi gibi iki inatçı koç yetiştiricisi kardeşin beklenmedik bir hastalık yüzünden evlatları gibi sevdikleri bu hayvanları koruma / kurtarma çabalarını, birbirleriyle olan küslüklerine paralel bir anlatımla götüren, gücünü sadeliğinden, doğallığından, soğukluğundan devşiren bir dram. Buradaki soğukluğun hem hava şartlarının insanın içine işleyen gerçekliğiyle, hem de yaşlı Gummi ve Kiddi kardeşler arasında süren 40 yıllık küslüğün yarattığı mesafeyle ilgisi var.

İzlanda sinemasının genel karakteri içinde yer alan bu soğukluk, belki de bu sinemanın en çekici yanı. Çünkü bu fiziki ve duygusal iklim sayesinde hikayenin ve karakterlerin saflıkları, gerçeklikle olan bağları daha net görülebiliyor. Karlarla kaplı bir alanın üzerinde hiç kimsenin, hiçbir şeyin beyaz kalmaması gibi, Gummi ve Kiddi'nin rutinlerini, sessizliklerini, kendilerini koçlarına adamışlıklarını, yalnızlıklarını tüm çıplaklığıyla görebiliyoruz. Bu da filmin içine girmeyi, orada yaşamayı kolaylaştırıyor. Bazen "hiçbir şey olmuyor" diye şikayet edilen bir filmde aslında o kadar çok şey oluyor ki, bazı seyircinin sadece filmdeki bu beyaz zemini algıladığını anlıyoruz. Bu yalnızlıktan duyduğumuz huzur karışımlı hüznü her karesine nakış gibi işleyen film, doğal atmosferinde kendi yolunu kolayca bulacak hikayesini de aynı titizlikle anlatıyor. Yer yer gülümseten, bazen kızdıran, çoğunlukla üzen bu hikaye sanki dedelerin kış gecesi soba başında torunlarına anlattıklarına benziyor. Tabii biz bunu Hákonarson'un ellerinde şiirsel olmayan, lakin kendi edebi atmosferini sade ve doğal yollardan oluşturuş biçimiyle izliyoruz.


Haklarında fazla şey bilmediğimiz Gummi ve Kiddi hakkında filme dahil olduğumuz andan itibaren öğrenmeye başladıklarımız, onların hayatlarının doğal akışına yedirilmiş şekilde karşımıza çıkıyor. Ağır bir tempoda ilerlemesine rağmen bir süre sonra kendi ritmini bulan ya da baştan beri o bulunmuş ritme seyircisini alıştıran film, salgın hastalık formülüyle hem iki kardeşin aşkla bağlı oldukları mesleklerini, hem de birbirleriyle onca yıl iletişimsiz kalmış ilişkilerini sınıyor. 40 sene konuşmayan iki kardeşin küslük sebebini merak ettiğimiz kadar, onların bu trajik salgın sonrası nasıl etkileşime geçeceklerini de merak ediyoruz. Kardeşliğin çok başka bir duygu olması, onların küslüklerinin de çok başka bir duygu olması demek. Barışmak o kadar kolay olamayabiliyor. Gummi ve Kiddi'nin uzun yıllara yayılan dargınlıklarının zamanla güçlü bir rekabete ve inatlaşmaya dönüşmesi anlaşılabilir bir durum. Öte yandan, bu rekabet ve inatlaşmanın gerisinde, koçların onlar için duygusal önemini saymazsak hayatta birbirlerinden başka kimse kalmamış iki yaşlı adamın hep birbirlerine yakın şekilde bir yaşam sürmeleri gerçeği var. Küs olsalar da birbirlerinden nefret etmedikleri, hatta birbirlerine komşu evlerde olmakla birbirlerini kontrol altında tuttukları, varlıklarından hoşnut oldukları hissediliyor.

Biraz kaba saba Kiddi'ye nazaran, naif ve uzlaşmacı bir yapıya sahip Gummi'yi daha yakından gözlemleyen Hákonarson, onun gerek koçları, gerekse Kiddi ile ilişkilerine biraz daha yakından bakarak filmine derinlik kazandırıyor. Çünkü yaşananlara tepkisini sessiz ama çok güçlü şekillerde sezebildiğimiz bir karakter olarak Gummi'nin filmi yönlendirişi çok önemli. Salgından sonra duygusal motivasyonlarla trajik, tehlikeli ve tabii ki inatçı tercihlerde bulunması Gummi'yi çok boyutlu ve özel bir karakter haline getiriyor. Onu canlandıran tecrübeli aktör Sigurður Sigurjónsson'un anlamlı yüz ifadesi ve performansından güç alan Gummi, Kiddi ile ilişkisinde de baskın ve etkili bir rol üstleniyor. Bu rolün inceliğini mükemmel finalde daha kuvvetli ve yürek parçalayan biçimde fark ediyoruz. 2015 yapımı 138 dakikalık tek çekim Victoria'nın da görüntü yönetmenliğini yapmış Sturla Brandth Grøvlen'in sinematografisi ve İzlanda sinemasının gelecek vaat eden isimlerinden biri olarak haklı övgüler alan, 2015 Cannes Film Festivali'nin Belirli Bir Bakış ödülünü kazanan Grímur Hákonarson'ın yoğurduğu Hrútar, her şeyiyle yaşayan, ekran karşısındakine de nefes aldıran, hatta nefes verdirdiğinde ağzından buhar çıkarttıran bir yapım.

21 Ekim 2016 Cuma

The Look Of Silence (2014)


Yönetmen: Joshua Oppenheimer
Müzik: Seri Banang, Mana Tahan

Joshua Oppenheimer’ın 2012 tarihli sarsıcı belgeseli The Act Of Killing’i  tamamlayıcı nitelikte bir yapım olan The Look Of Silence, 1965-66 yıllarında Endonezya’da yaşanan ABD destekli komünist avını ve soykırımı, bu kez soykırımın kurbanlarından biri olan Romni’nin, o katledildikten sonra doğan göz teknisyeni kardeşi Adi’nin adalet ve yüzleşme arayışı üzerinden ele alıyor. Ağabeyinin ölümünün detaylarını The Act Of Killing’in çekimleri sırasında öğrenen Adi, bugün hala iktidarda olan ya da emekliliğin keyfini çıkaran katillerle yüzleşmeye karar veriyor. Naif bir kişiliğe sahip Adi'nin, eşi ve kızıyla yaşadığı huzurlu hayatını, aynı zamanda Romni’nin yasını hep içinde tutan yaşlı annesi ve geçmişe dair hiçbir şey hatırlamayan kötürüm babasıyla olan ilişkisini de perdeye yansıtan Oppenheimer, ilk belgesele nazaran daha dingin bir anlatım sergiliyor. Fakat bu dinginlik, yaşanan trajedilerin etkisini törpülemediği gibi, ilk filmde hissedilen acıyı, vicdan sorgusunu, sinir bozan adaletsizliği adeta dümdüz bir ovaya taşıyarak görünürlüğünü arttırıyor.

Adi, Oppenheimer'ın yardımıyla bu katillerle yüzleşirken öfkeli dolu bir intikam duygusuyla değil, onlardan sadece samimi bir özür ve pişmanlık emareleri ümit ederek hareket ediyor. Fakat hiçbirinde bunu göremediği gibi, hala bu vahşetle övünen ya da çok normalmiş gibi davranan yaşını başını almış canilerle karşılaşıyor. Hatta o dönem bekçilik yapan amcası bile Romni’nin zorla alıkonmasına müdahale etmediği, üstelik yıllar sonra bile bundan pişmanlık duymadığı için Adi'nin hayalkırıklığından nasibini alıyor. Sadece görüştüğü katillerden birinin kızından duyduğu özür ve gözyaşları, Adi'nin ve beraberinde belgeselin hedeflediği kefaret ihtiyacına cevap veriyor. O da yeterli gelmiyor elbette. Zaten Oppenheimer’ın ve Adi'nin bu katillerden böylesine ulvi beklentileri olduğunu pek sanmıyorum. Önemli olan, bu insanlık suçu işlemiş kişilerin hala özgürce günlük hayatlarını yaşıyor olmaları. Okullarda hala o dönemdeki katliamların öğrencilere haklı gösteriliyor olması. Amerikan dış politikasının hala böyle caniliklere çanak tutuyor olması.

Oppenheimer’ın belgesel üzerine verdiği röportajlardan duyduklarımızla bile bu iki filme yansımayan ayrı bir film daha çekilebilir. Çünkü orada hala o döneme ait acılar, bastırılmış nefretler, bastırılamamış korkular mevcut. Oppenheimer, dışardan Adi sayesinde bu canilerden bir pişmanlık, özür vesaire umuyor gibi görünse de aslında bu konuda pek ümitli sayılmaz. Ama bunca yıla rağmen hala hak, hukuk, adalet, vicdan yönünden bu insanların cezalandırılmamış olmalarını tüm dünyaya göstermek gibi doğal bir misyonu var. İlk filmde bu katillerden bazılarını -onların rızalarıyla- deşifre ederken biraz daha tempolu bir anlatım tutturan yönetmen, bu filmde temposunu huzur ve öfkenin iç içe geçtiği daha steril bir ortamı betimlemek için düşürüyor. Adi'nin insanüstü sabır ve hoşgörüsünün ardında duran öfkesinin bastırılışını da bundan daha iyi bir ortam yansıtabilir mi görmek lazım. Kendi ailesi ve yaşlı ebeveynleriyle yaşadığı normal hayatının yanına, ağabeyi ile birlikte milyonlarca insanı katletmiş canilerden bazılarıyla yüzleştiği başka bir hayatı daha ekleyen Adi'nin o çok şey anlatan sessiz ve çaresiz bakışları, insanlığın sürdüğü ve bittiği yerlere aynı gözlerle bakıyor oluşumuzun tuhaf bir özeti aslında.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Flaskepost fra P (2016)


Yönetmen: Hans Petter Moland
Oyuncular: Nikolaj Lie Kaas, Fares Fares, Pål Sverre Hagen, Jakob Ulrik Lohmann, Amanda Collin, Johanne Louise Schmidt, Jakob Oftebro, Olivia Terpet Gammelgaard, Jasper Møller Friis, Louis Sylvester Larsen
Senaryo: Nikolaj Arcel, Jussi Adler-Olsen
Müzik: Nicklas Schmidt

Jussi Adler-Olsen'in polisiye roman serisinin üçüncü halkası olan Flaskepost fra P (A Conspiracy Of Faith), bunalımlı dedektif Carl Mørck ve ortağı Assad'ın yeni macerasını içeriyor. Senaryo yine ilk iki film olan Kvinden i buret ve Fasandræberne'yi perdeye uyarlayan Nikolaj Arcel'e ait. Ama yönetmen koltuğunda ilk iki filmi yönetmiş Mikkel Nørgaard yerine Norveçli Hans Petter Moland var. MolandEn ganske snill mann (2010) ve Kraftidioten (2014) gibi iki başarılı kara komediden hatırlayabiliriz. Danimarka'nın Jutland bölgesinde içinde eski bir not olan bir şişe bulunur ve bu durumu açıklığa kavuşturmak için ilk olarak akla Department Q gelir. Anlaşılması güç olan not, Carl ve Assad'ın çabalarıyla yeni ve çok tehlikeli bir davanın henüz kapanmadığına işaret eden ipuçları barındırmaktadır. Notun izini sürerken iki ortağın yolu, iki çocuğu kaçırılan dindar bir aileye çıkar. Sürükleyicilik ve polisiye matematiğin ilk iki filmden farklı olmadığı, ne var ki klişe fazlası ve gizem eksikliği yönünden ilk iki filmin gerisinde seyreden bir film Flaskepost fra P. Yıllar önce cinayet işleyen, dindar Elias ve Rakel çiftinin çocuklarını kaçıran isim de belli. Bunun filmin cazibesini etkilememesi gerekir. Fasandræberne'de de suçluları bilmemize rağmen geçmişin gizeminde saklı motivasyonların bilinmezliği filmi hep yukarıda tutuyordu. Oysa burada eksik birşeyler var.

Rahip kılığında ailenin güvenini kazanarak çocukları kaçıran iyi görünümlü Johannes, geçmişinden filme serpiştirilmiş flashbacklerden de anladığımız üzere sorunlu bir çocukluğa sahip. Ancak tahmin edilemez şekilde esrarengiz olmaması, üstelik filmin onu esrarengizmiş gibi pazarlamaya çalışması en önemli eksiklik. Şeytana hizmet ettiğini söyleyen Johannes'in dindar insanların elinden inançlarını almak için böyle bir yöntem belirlemesi üzerine kurulan motivasyon ise yeterince tatminkar sayılmaz. Johannes'ten bir Hannibal Lecter çıkarabileceğini düşünen film, mantıksızlıklarla dolu tren operasyonu ve hastane baskını sahneleriyle kredi notunu iyice düşürüyor. Final kapışması da hem Carl, hem de Assad açısından vasat biçimde tasarlanmış ve çekilmiş. Bu ikilinin karizmatik ve güçlü görünmelerinin istenmemesini, onları insanı açıdan seyirciye daha da yakınlaştırma politikası olarak görebiliriz. Ama bu bile onları ezikleştirmeyi gerektirmemeli.

Nikolaj Lie Kaas ve Fares Fares uyumu, ilk iki filmden nasıl biliyorsanız öyle. Oyunculuk yönünden en fazla öne çıkan ise, kaçırılan çocukların annesi Rakel rolündeki Amanda Collin olsa gerek. Filmin belki de en dikkate değer bölümü, insanların güvenini kazanmak için onların dini inançlarını kullanan (tanıdık gelmiştir!) şeytanın hizmetkarı Johannes ile, çocukları kurtarmak adına Tanrı'ya inandığını söyleyen ateist Carl arasında geçen konuşmaydı. Bana göre Flaskepost fra P, serinin en zayıf halkası durumunda. Yönetmen değişiminden ziyade Jussi Adler-Olsen'in bu defa yeterince enteresan bir hikaye yakalayamayıp, Hollywood klişeleriyle bezeli bir tembelliğe sığınmış olabileceği ihtimali söz konusu. Yine de benim gibi üzerinde ilk iki filmin hatırı bulunanlar mutlaka izleyecektir.

31 Temmuz 2016 Pazar

Fúsi (Virgin Mountain) (2015)


Yönetmen: Dagur Kári
Oyuncular: Gunnar Jónsson, Ilmur Kristjánsdóttir, Sigurjón Kjartansson, Margrét Helga Jóhannsdóttir, Arnar Jónsson, Franziska Una Dagsdóttir, Thorir Sæmundsson
Senaryo: Dagur Kári
Müzik: Karsten Fundal

43 yaşındaki Fúsi, İzlanda havaalanı yer hizmetlerinin bagaj taşıma bölümünde çalışan, hala annesiyle yaşayan, iri cüssesine rağmen kedi gibi uysal, az konuşan, iş çıkışı köhne bir Uzakdoğu lokantasında hep aynı yemeği yiyen, radyodaki DJ arkadaşının çaldığı rock şarkılarını dinleyen, boş vakitlerinde evli ve iki çocuklu arkadaşı Mörður ile II. Dünya Savaşı temalı strateji oyuncaklarıyla oynayan bir adam. Bu sakin rutine farklı denklemler eklenmeye başlayınca Fúsi'nin sancılı uyum sağlama süreci de başlıyor. Annesinin sevgilisi Ralf, binaya yeni taşınan ailenin 10 yaşındaki kızı Hera, iş yerinde sürekli kendisiyle dalga geçen iş arkadaşları, en önemlisi de Ralf'in doğum günü için Fúsi'ye hediye ettiği western dans kursunda tanıştığı Sjöfn, Fúsi'nin hayatında olmasını hiç istemediği sıkıntılar taşımaktadırlar. Nói albinói, Voksne mennesker, The Good Heart gibi naif filmleri yazıp yöneten Paris doğumlu İzlandalı yönetmen Dagur Kári'nin 2015 tarihli filmi Fúsi yine kırılgan, yine sevimli, yine hüzünlü.

Fúsi ile hayranlık uyandıran saflıkta ve temizlikte bir karakter yaratan Dagur Kári, 43 yaşına rağmen tam olarak yetişkinlerin dünyasına girememiş bir adamın, teorik olarak bu dünyada nasıl davranılacağını bilmesine karşın, pratikte yaşadığı sıkıntıları çok makul biçimde ele aldığı söylenebilir. Kendisine yapılan emrivakiler, iş yerindeki birkaç serserinin onunla alay etmeleri veya canı sıkılan küçük Hera'nın istekleri karşısında hiç tepki vermeyen, bu yüzden kimi zaman seyirciyi zorlayabilen Fúsi, aslında tam da bu sebepten çok doğal ve gerçek bir karakter. Oyuncaklarla oynayınca çocuk olarak görüleceğini, Hera'yı gezmeye çıkarınca sapık olarak suçlanacağını, striptizci bir kızla ilgilenmeyince alay malzemesi olacağını aklının ucuna getirmeyecek kadar iyi niyetli bir insan. Duygusal açıdan sömürmek için mükemmel bir örnek. Bu bağlamda filmin İngilizce olarak Virgin Mountain şeklinde anlamsızca adlandırılmasını sadece cinsel bir bekaretten ziyade, yetişkinliğe dair bazı davranışlara olan yabancılığı üzerinden değerlendirmek gerekebilir. Yine de Virgin Mountain, bu film için çok kötü bir isim. Çünkü Fúsi, yetişkinliğe dair bazı davranışlara yabancı olsa da, iyi kalpli, iyi niyetli bir insan olarak çok donanımlı.

Fúsi'nin özellikle sorunlu bir kişilik olan Sjöfn (ki bu sorunun adının konmamış olması da bir eksiklik hissettirmiyor değil) ile ilişkisinde gösterdiği kararlı ve fedakar tutum, onun saflığı ve temizliği içinde kesinlikle kaybolmuyor. Duygusal olarak değer verdiği bir insan karşısında nasıl davranacağını merak ettiğimiz Fúsi, bu merakımızı giderirken hiç de mantıksız bir görüntü vermiyor. O saf ve temizlik içinde barındırdığı olgunluğun yüzünü de görmemizi sağlayarak hiç sakil durmayan bir kişilik dengesi oluşturuyor. Belki "ben olsam Sjöfn'e farklı davranırdım" ya da "bu kadın Fúsi'yi hak etmiyor" diyen çok olacaktır. Ancak yüreği de kendi gibi kocaman olan bu adam, bu kadın sayesinde bencillikten uzak tertemiz duygularını gösterebileceği uygun bir ortam buluyor. Her gün yurtdışına giden insanların bagajlarını taşımasına rağmen kendisi hiç İzlanda dışına çıkmadığı için, ona kendi içinde bir keşif yolculuğu şansı veriyor belki. Hüznü ve mutluluğu aynı anda yudumlatan final de bu güzel insanın duygularını pratiğe döküşündeki basitliği anlamlandırıyor. Achy Breaky Heart eşliğinde dans ederken bile o çocuksu saflığını muhafaza eden Gunnar Jónsson'ın gerçekten Fúsi olabileceğine inanmak isteyecek kadar saf yönlerimizi ortaya çıkaran çok güzel bir film.

27 Mayıs 2016 Cuma

Under sandet (2015)


Yönetmen: Martin Zandvliet
Oyuncular: Roland Møller,Louis Hofmann, Joel Basman, Mikkel Boe Følsgaard, Oskar Bökelmann, Emil Belton, Oskar Belton, Laura Bro, Leon Seidel
Senaryo: Martin Zandvliet
Müzik: Sune Martin

Almanya - Danimarka ortak yapımı Under sandet, II. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın yenilgiye uğramasının ardından, Mayıs 1945'te bir grup genç Alman savaş esirinin Danimarkalı yetkililer tarafından ülkeye getirilmesini konu alan bir film. Hepsi lise çağındaki bu esir askerlerin görevleri Danimarka'nın batı sahilindeki yaklaşık iki milyon kara mayınını çıplak elleriyle temizlemektir. Savaş sonrası Almanlara karşı büyük bir nefret içinde olan Üstçavuş Carl Rasmussen'in emrine verilen gençler, hayatları pahasına kendileri gibi Alman askerlerin kurdukları mayınları temizlemek zorunda bırakılırlar. Ülkesi dışında pek tanınmayan (ülkesinde tanınıp tanınmadığını da bilmiyoruz) Martin Zandvliet'in yazıp yönettiği Under sandet (Land Of Mine), konusu, oyunculuk performansları, görüntü yönetimiyle güçlü bir savaş dramı. Filmin başında esir Alman askerlerinin yanından geçen, bir tanesini de fena benzeten Carl Rasmussen'i tanıyoruz. Onun bir grup Alman esirine mayın toplama görevinde liderlik edeceğini öğrendiğimizde filmde  nasıl sahnelerle karşılaşacağımız az çok şekilleniyor.

Film zaten bu konu üzerinde inşa ettiği dram ve gerilim ile 1-0 önde başlıyor. Mayın temizleme eğitimi, Rasmussen'in genç askerlere sert ve mesafeli davranışları, gençlerin mayın yüzünden yaşadıkları ölüm korkusuyla olduğu kadar açlık ve esaret ile imtihanları derli toplu bir anlatımla sunuluyor. Gençleri daha yakından tanımaya başlayınca başta Sebastian olmak üzere Helmut, Ludwig, ikizler Ernst ve Werner ile yakınlık kurmak daha kolaylaşıyor. Rasmussen'in de taş kalpli bir asker olmadığını sindire sindire kabul ettiren film, savaş kavramının çirkinliğinin karşısına insan doğasındaki dostluk, yardımseverlik, gelecek hayalleri, vatan hasreti kavramlarını başarıyla yerleştiriyor. Tabii esir olmanın ezikliğiyle bu gençlerin Hitler'in askerleri olduğu gerçeğini unutmamız bizim için daha kolay. Bu yüzden Rasmussen'i anlayabiliyoruz. Fakat onların da masum eve dönüş hayalleriyle, geçmişteki bazı hatıralarıyla, mayından temizlenmiş bir alanda neşe içinde futbol oynamalarıyla, Rasmussen ve Sebastian arasındaki baba oğul yakınlığına benzer anlarla birer insan olduklarını da anlamamızı istiyor Martin Zandvliet.

Ama kara bulutların arasından süzülen güneş ışıkları misali yaşanan bu kısa mutlu anlar hep tehdit altında. Mayın temizlerken ne zaman vuracağı belli olmayan saniyelik ölüm tehlikesi yanında, üst makamdan Rasmussen'in bu gençlere müsamaha göstermesini istemeyen Teğmen Ebbe'nin göz hapsi de rahatsızlık verici bir unsur. Yaşanan çeşitli trajik anlar, filme etkili kırılma noktaları oluşturuyor ve artık iyice alışıp benimsediğimiz karakterler için (Alman askeri bile olsalar) kaygılanıyoruz. Bir film bu ruh halini sağlayabilmiş ise daha ne ister? Belki sadece finali için biraz aceleye getirilmiş yorumu yapılabilir ki, o da rahatsız edici düzeyde değil. Senaryo ve teknik pozitiflikler bir tarafa, Carl Rasmussen rolüyle Roland Møller, genç oyunculardan özellikle Louis Hofmann ve Joel Basman'ın performansları çok iyi. Under sandet, savaşın 1001 yüzünden, onun binlerce ikileminden sadece biri. Boğazlara bir yumru gibi oturarak bu ikilemin de hakkını vermiş olanlardan.

21 Kasım 2015 Cumartesi

The Act Of Killing (2012)


Yönetmen: Joshua Oppenheimer

Endonezya'da yaşayan Anwar Congo, 1960'lı yılların başında arkadaşlarıyla karaborsada küçük bir sinema çetesi kurmuş bir gençtir. Ama 1965'te ülkede gerçekleşen askeri darbe sonucu kendi halindeki bu küçük çete bir anda aşırı sağcı bir ölüm makinesine dönüşür. Komünist olarak damgalanan binlerce entelektüel insan ve Çinli azınlık, Anwar ve adamlarının tetikçiliğini yaptığı darbecilerin gerçekleştirdiği katliamlarda hayatını kaybeder. Aradan geçen onlarca yıl sonra bu işkence ve katliamları birer film sahnesi gibi tekrar canlandırma fikriyle yola çıkan yönetmen Joshua Oppenheimer'ın oyuncuları da o dönemin gerçek aktörleridir. Sanılanın aksine, o dönemin katilleri, hırsızları ve tecavüzcüleri olan bu adamlar, günümüzde huzur içinde bir hayat sürmektedirler. Üstelik gurur duydukları bu katliamları da büyük bir soğukkanlılıkla, hatta kostümlü makyajlı sahnelerle canlandırarak Oppenheimer'ın kamerasına anlatırlar.

Son yılların en rahatsız edici yapımlarından biri olan The Act Of Killing, içerdiği itiraf ve canlandırmalarla, en önemlisi de bu itiraf ve canlandırmaları yapanların olayların gerçek aktörleri olmasının dehşet vericiliğiyle vücut bulan bir belgesel. Müslüman Endonezya'da 60'larda başlatılan komünist avı sonrası 500.000 insanın öldürülmesiyle sonuçlanan olayların üzerinden 45 yıl geçmesine rağmen, bu belgesel sayesinde o dönemin ruhunu amatör biçimde dramatize etmeye gönüllü olan katilleri daha yakından tanıyoruz. Lider konumundaki Anwar Congo'nun infazları gerçekleştirdiği mekanı, infaz yöntemlerini, gerekçelerini onun soğukkanlı ve gururlu yorumlarıyla izlemek yeterince sinir bozucuyken, elbette onun bu işte yalnız olmadığını, özellikle de Endonezya'nın o yıllarda (aynı zamanda günümüzde) yaşadığı askeri ve siyasi yozlaşmayı da yakından görüyoruz.

Kendilerini "gangster" yani "özgür adam" olarak tanımlayan, gangster filmlerine özenerek yavaş yavaş dönemin insan avına dönüşen karışıklığında kendilerine etkin bir rol bulan Anwar Congo, Adi Zulkadry ve Herman Koto'nun başı çektiği bu çete, Ibrahim Sinik adlı darbe tetikçisi gazetecinin komünist suçlamasıyla hedef gösterdiği insanları toplayıp düzmece bir sorguyla vahşice infaz etmekle görevliydiler. Tabii ülkenin paramiliter organizasyonu Pemuda Pancasila'nın desteğini de arkalarına almalarıyla bu kadar özgür biçimde kıyım yapıp semirmeleri mümkün oluyor. Bakanların bile açıkça arkasında durduğu bu organizasyon, her türlü yozlaşmayı, seçim hilesini, soykırımı umarsızca meşrulaştırıyor. Belgeselde bu insanların günümüzde bile özellikle Çinlilerin yoğun olduğu etnik gruplar üzerinde baskı kurduğunu, esnafı haraca bağladıklarını görebiliyoruz.


The Act Of Killing'in en dikkat çeken yönlerinden biri, bakanından tetikçisine, bu kıyımın tüm sorumlularının vicdanen rahat, hatta zafer kazanmış komutan tavırları. Bu rahatlığı çok iyi kullanan Oppenheimer, gerek kendi belgeselini, gerekse Anwar ve adamlarının canlandırmalarını filme alırken hiçbir güçlükle karşılaşmıyor. Sırf daha fazla haraç alabilmek için vekilliğe aday olan (neyse ki kazanamayan), ailesiyle özgürce alışveriş merkezlerinde gezen, bazı davetlerde biraraya geldiklerinde o dönemde yaptıkları seks alemlerini yad eden (hemen arkasından da yemek duası eden), çoluk çocuk hatta torun sahibi olmuş geçmişin bu canileri, hiç hüküm giymemiş şekilde hala TV programlarına çıkıyor ve canlandırmalarla o geçmişi yeniden yaşamaya imreniyorlar. Ne zaman ki Anwar bu skeçlerin birinde kurban rolüne geçiyor, o anda çok geç kalmış bir vicdana uyanıyor. Bu fırsatı kaçırmayan Oppenheimer, kamerasını adeta bir otomobil gibi onun üzerine sürerek birikmiş fiziksel ve ruhani hesaplaşmasını kayıt altına alıyor.

Endonezya'da bu nefretin ve baskının geçmişteki gibi olmasa da günümüzde sakat biçimde şekil değiştirdiğini en verimli (aynı zamanda kurnaz) şekilde belgeleyen Oppenheimer, bu kanlı denize attığı "geçmişi canlandırma" ağıyla bütün katil balıkları yakalayıp tüm dünyaya deşifre ediyor. 1965'te Pancasila Gençliği'nin Kampung Kolam sakinlerini katlettiği, Anwar Congo ve adamlarının da bu katliamda yer aldığı canlandırma görüntüleri, bu insanlık dışı tarihi günümüze en korkunç yüzüyle taşıyan örneklerden biri. Gençlik ve Spor Bakanı Yardımcısı'nın bu katliamı yansıtma işini "daha insancıl" bir biçimde halletmek istemesi de bu tarihe ne ölçüde normal bakıldığına dair bir başka örnek. Zaten tüm trajedinin bu normalleştirmelerle olan çatışmasını izlemek belgeselin genel rahatsız ediciliğini özetlemeye yeter. The Act Of Killing'de bu büyük trajediye sadece katillerin gözüyle bakan Oppenheimer, iki yıl sonraki The Look Of Silence belgeseliyle bu kez kurbanların tarafına geçip başka bir boyutta yüzleşme arayışına girecek. Onu da ayrıca başka bir yazının konusu yapmak gerek.