31 Mart 2014 Pazartesi

Yozgat Blues (2013)


Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun
Oyuncular: Ercan Kesal, Ayça Damgacı, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak, Kevork Malikyan
Senaryo: Tarık Tufan

2009’da Uzak İhtimal filminin senaryosunu yazan Tarık Tufan ile yöneten Mahmut Fazıl Coşkun ikilisinin bir sonraki filmi Yozgat Blues, İstanbul’da belediyenin açtığı bir müzik kursunda hocalık yapan Yavuz’un aldığı bir iş teklifi üzerine kurstan öğrencisi Neşe ile birlikte Yozgat’a gitmelerinin hikayesi. Büyük şehirde umduklarını bulamayan Yavuz ve Neşe’nin bu kısa taşra tecrübesinin aslında oranın yerlisi insanların duygusal kırılmalarından pek de farklı olmadığını yalın bir dille işleyen film, türlü beklentileri karşılayan ve karşılamayan yönlere sahip. Bu ikilemi filmin isminden hareketle ele almak da mümkün.

Yavuz’un hocalık yapabilecek düzeyde tecrübeli bir müzisyen olmasına rağmen alışveriş merkezlerinde şarkı söylemesini, İstanbul’daki hayatının nasıl olduğunu bilmediğimiz Neşe’nin süpermarketlerde ürün tanıtım reyonlarında çalıştığını öğrenmek, bu iki insanın birer kaybeden olduklarına seyirciyi ne ölçüde ikna eder bilinmez. Lakin hiç yabancısı olmadığımız bu hayat kavgasını fazla uzatmanın film için sıkıntı yaratma ihtimali de vardı. Filmin bu bölümü hızlı geçmesi, bir an önce Yozgat macerasına başlamak istemesinde sorun yok. (Belki Yavuz ve Neşe’nin beraber şehir dışına çıkıp aynı otelde kalabilecek ölçüdeki yakınlıklarının altı doldurulabilirdi.) Ama İstanbul dışında bir taşra motifi olarak seçilen Yozgat’ın Yozgatlığını sadece isim olarak bırakması, pek çok Anadolu şehrinin birbirine benziyor olmasına ya da İstanbul’un bile kendi içinde taşraları barındırdığına vurgu niteliğinde algılanabiliyor. Ama kaybeden veya tutunamayan olmak için İstanbul veya Yozgat’ta yaşamak gerekmediği çıkarımının karşısında Neşe duruyor.

Çok güzel olmayan, büyük bir yeteneği de olmayan Neşe’nin İstanbul’daki silikliğine karşın, Yozgat’ta bir anda iki erkeğin (Yavuz’un muğlaklığını da sayarsak üç erkeğin) ilgi odağı haline gelmesi, statüsünü değiştirecek bir değişikliğe açık olması, müziği Yavuz kadar ciddiye almayıp yerleşik bir hayata geçmek için hesapsızca hazır olması filmin en mühim çıkarımlarından biri. Büyük şehirlerde yaşayan pek çok insan için Yozgat, Çorum, Kırşehir sığınacak birer liman haline gelebilir. Oysa tüm kapalı kutu duruşuna rağmen Yavuz için Yozgat’a kısa süreli bir kaçış ve en önemlisi bunalımlı yaşamını kısa süreli de olsa anlamlandıracak bir korunak sembolü şeklinde bakmak mümkün. Zaten Yavuz’un perukla ve nikotin bandıyla kendini zamanın ve alışkanlıkların yıpratıcılığına korunaklı hale getirmeye çalıştığını görüyoruz. Ama ne peruk, ne nikotin bandı, ne de Yozgat kaçışı onun küçük yaşamsal bozgunlarını telafi etmeye yetmiyor. Zaten Ercan Kesal’ın anlamlı duruşundan Yavuz’un bu beyhude çabalarının farkında olduğu izlenimini çok kolay ediniyoruz.


Adı Yozgat Blues olmasına, karakterlerini motive eden en belirgin unsurun da müzik olarak belirlenmesine rağmen müziğin bu kadar etkisiz kılınması film için önemli bir eksiklik. Kimse filmin minimal dokusundan blues şarkıları veya olur olmaz yerde fırlayan başka yabancı şarkılar beklemiyordur. Belki sadece L'été indien şansonuna hapsolmuş Yavuz’un hayatta olduğu gibi repertuarda da yerinde saydığını betimlemek için müzik (daha doğrusu o tek şarkı) tıpkı Yozgat gibi fon olarak kullanılmıştır. Yine de Tufan ve Coşkun, iki karakter üzerinden taşra fonunda bir Yozgat hüznü yaratmak isterken abartısız biçimde müziği çok iyi bir dram enstrümanı olarak kullanabilirlerdi. Fakat asıl gaye, Yavuz ve Neşe kadar, Yozgat’ta yaşayan berber Sabri ile radyocu Kamil’in farklı hayata tutunma mücadelelerini de resme dahil etmek olunca müziğin fonksiyonu umursanmıyor.

İstanbul veya Yozgat da olsa, insanların ekonomik basiretsizliklerle, sosyal ve dini dayatmalarla ufuklarının küçültülmesine, hayatı bir yerinden tutma çabasının tek amaçları haline getirilmesine, bu sayede birbirlerine yabancılaştırılmalarına (ya da tek tip haline getirilmelerine) yönelik satır arası okumalar filmde doğal akışa bırakılmış. Bunda yanlış bir şey yok. Ancak bazen doğal akışı tercüme etmek de gerekebiliyor. Finalin de Yavuz açısından boş bırakılması, Ercan Kesal’a rağmen havada asılı bir belirsizliği seyirciye paslamak anlamında kolaya kaçıyor. Bunu genele yayarsak Yozgat Blues, bütünüyle seyircinin taşra sıkıntısı filmlerinden edinilmiş alışkanlıkları doğrultusunda çok iyi veya çok eksik bir film olarak tanımlayacağı bir film.

27 Mart 2014 Perşembe

Tesis sobre un homicidio (2013)


Yönetmen: Hernán Goldfrid
Oyuncular: Ricardo Darín, Alberto Ammann, Calu Rivero, Arturo Puig, Mara Bestelli
Senaryo: Diego Paszkowski, Patricio Vega
Müzik: Sergio Moure

Bir hukuk fakültesinde profesörlük yapan eski ceza avukatı Roberto Bermúdez’in ders verdiği fakültenin önünde bir cinayet işlenir. Katil, Roberto’yu bu tehlikeli oyuna çekmek ister gibi bazı ipuçları bırakmıştır. Roberto, cinayetler ve adalet sistemi üzerine kendisiyle sürekli teorik tartışmalar yapan zeki öğrencisi Gonzalo’dan şüphelenmeye başlar. Roberto bu cinayeti çözmeyi saplantı haline getirir. Gonzalo’nun yeni bir cinayet işleyeceğini düşünmeye başlar ve onu engellemeye çalışır.

Diego Paszkowski adlı bir yazarın romanından uyarlanmış Tesis sobre un homicidio, başlarda çekici bir konu oluşturup işin gizemli kısmını garantilemiş gözükse de, bir süre sonra risksiz ve sıkıcı bir düzleme oturuyor. Bunda, işlenen vahşi cinayetin mizansenliği, bu cinayetin izini sürmeye yarayacak ekmek kırıntılarının yeterince taze olmayışı ve “katil kim” bulmacasının “Gonzalo katil mi, değil mi” rutinine hapsolmasının etkisi var. Bazı sahnelerin manasızca uzaması sonucu oluşan tempo sorunu, olası gerilimin de havasını aldığından sadece bilinen sonun nasıl bağlanacağı bekleniyor. Oysa filmin çeşitli ters köşelere ve sürprizlere açık bir yapısı var. Roman veya senaryonun ters köşe ve sürpriz anlayışı ise pek tatmin edici sayılmaz. Kendini karmaşık ve gizemli sanan, bu yüzden rotasından sapmayan Hernán Goldfrid yönetimindeki film, yazılı metninin adalet üzerine söylediklerini Roberto ve Gonzalo eşliğinde dillendirirken de fazla metinsel kalıyor. Bu hukuki mottoları kendi hikayesine yedireceğini beklenirken sadece “her şey ayrıntılarda gizlidir” klişesine sığınıyor. Onu da finalde tek bir nesneye indirgeyerek çarpıcı bir son gerçekleştirdiğini sanıyor.

Filmin yeterince iyi işleyemediği tek şey Roberto’ya yapılan cinayet meydan okuması değil. Tek şüpheli olan Gonzalo’nun artık bunamış motivasyonlarla ve son kullanma tarihi yaklaşmış psikolojik gerilim yöntemleriyle ele alınış biçimi hiç cazip değil. Sırf hedefteki kurban olarak konduğu açık vaziyetteki maktülün kızkardeşi Laura ise, Roberto ve Gonzalo arasında bir arzu nesnesi olmaktan ileri gitmiyor. Filmi izleme sebebim olan usta oyuncu Ricardo Darín vasat sulardaki rolünün gereğini yerine getirse de, özellikle Celda 211’de çok iyi bir oyun sergileyen Alberto Ammann’ın canlandırdığı Gonzalo, sadece yüzündeki hınzır gülümsemeden medet umulan, ne gerilimli, ne de gizemli olmayı beceremeyerek filme en büyük darbelerden birini vuran bir karakter olmuş bana göre. Tesis sobre un homicidio, polisiye soslu psikolojik gerilimlerden hoşlanan seyircilere sofradan doymadan kalkmış hissi verebilecek bir film.

20 Mart 2014 Perşembe

Blue Jasmine (2013)


Yönetmen: Woody Allen
Oyuncular: Cate Blanchett, Sally Hawkins, Alec Baldwin, Bobby Cannavale, Andrew Dice Clay, Peter Sarsgaard, Michael Stuhlbarg, Louis C.K., Max Casella, Daniel Jenks
Senaryo: Woody Allen

Woody Allen’ın üretkenliği üzerine söylenenler genelde iki farklı kanaldan akıyor. Bir kısım, onun her sene bir film çekme alışkanlığı yüzünden bazen aceleye gelmiş, özensiz ve en önemlisi Woody Allen alamet-i farikalarını yansıtmayan filmler çektiğini, bir kısım ise yazıp yöneten Woody Allen olunca her ne olursa olsun izlenip alkışlanması gerektiğini savunuyor. Herşeyi bir kenara bırakırsak, bu üretkenliğe sahip kişinin Woody Allen olmasına sevinmeliyiz. Çünkü sayesinde mizahın ve dramın birbirinden rol çalmaya çalıştığı, aynı filmde kendi serbest alanlarını yarattıkları, bir süre sonra da tek vücut haline gelip kaliteli kara mizaha nefes aldırdığı filmler izliyoruz. Bir Woody Allen filmini çoğunlukla bir başka Woody Allen filmiyle karşılaştırıyoruz.

Karakter yaratmadaki ustalığı, o karakterleri hikayesine oturtan dantel gibi işlenmiş diyalogları ve zaman içinde değişiklikler gösteren mizah anlayışı, belli bir Woody Allen alışkanlığı yaratıyor. Bazı eleştirmenlere göre ciddiyet, Allen’ın son yıllardaki handikaplarından biri olarak görülmeye başlandı. Mizahi yanını törpülediği veya hiç kullanmadığı filmleri, onun alışıldık tarzına daha farklı reflekslerle yaklaşma ihtiyacı doğurdu.Yine de yoğun diyaloglarıyla en ciddi tabir edilebilecek filmlere bile kattığı devinim, o yoğunluğun satır aralarına sızan doğal bir mizahı da beraberinde getirdiğinden, ağlanacak hale gülmenin yerini, ağlanacak hal ile empati kurmaya başlama alıyordu. İşte Blue Jasmine, bu tanıma dahil edilebilecek ve alışmaya başladığımız türden bir Woody Allen filmi.

Filmin “ne oldum değil, ne olacağım demeli” benzeri onlarca özlü sözü akıllara getiren konusunun öznesi olan Jasmine’in, zengin kocası Hal (Alec Baldwin) ve oğluyla şatafatlı bir hayattan, kendisi gibi evlatlık olan kızkardeşi Ginger (Sally Hawkins) ve onun iki oğluyla yaşadığı daha alt sınıf bir hayata yapmak zorunda kaldığı ani geçişini izliyoruz. Jasmine’in geçmişini ve şimdisini karıştırarak sunan kurgu birçok yönden kesinlikle doğru bir seçim. Böylece zengin kocası uğruna üniversite eğitimini yarım bırakarak züppeleşmiş Jasmine ile, kocasının yolsuzlukları yüzünden FBI tarafından yakalanıp hapse atılması sonucu eşsiz, evsiz ve parasız kalmış Jasmine’in bu iki farklı dünyada sergilediği farklı davranış şekilleri arasında net karşılaştırmalarda bulunabiliyoruz. Bu karışık kurgu şekli kısa sürede kendi kronolojisini yaratınca, Jasmine ile kurulan empati daha da güçleniyor. Bir zamanlar varlığından utandığı Ginger’ın evine sığınmak zorunda kalmasının ikilemi her yanı sarıyor. Normalde maddiyattan başı dönmüş ukala Jasmine’e kızarken, diğer taraftan onun yeniden bir hayat kurma çırpınışlarına ortak olabiliyoruz.


Sınıf farkının Jasmine için bir anda ortadan kalkması, onun kendisini toplumsal bir hedef, bir birey olarak görmesini sağlayacak yenilikleri de getiriyor. Sekreterlik yapıp para kazanıyor. Bilgisayar kursuna gidip geceleri ders çalışıyor. Lüks mağazalardan alışveriş yaptığı, saatlerce jakuzide içkisini yudumladığı, mücevherleriyle davetlerde elit sohbetler edip şen kahkahalar attığı günler yerini, zoraki bir hayata ve varoluş mücadelesine bırakıyor. Allen tarafından bilinçli veya doğal sürecin gereği olarak, sadece bir imzayla burjuvaziye teslim olmuş, eğitimlerini, ideallerini, kariyerlerini bir kenara bırakarak kısa yoldan lüks bir hayat elde etmiş kadınlara getirilen eleştirel bakış, birgün bu hayat ellerinden kayıp gitse ne olurdu sorusunu yanıtlamaya çalışırken tüm ihtimalleri değerlendirmeye oynuyor. Farklı sınıflara mensup kadınlar farklı karakterlerde olsaydı onları tanımlamak daha kolay olurdu. Ama orta yaş sonrası hayata yeniden başlamak zorunda kalan Jasmine’in durumu çok fazla sosyolojik malzeme barındırıyor.

Kadınları anlatmakta usta olan Woody Allen, Jasmine’in sahip olduğu bol malzemeye rağmen onun etrafını boş bırakmıyor. Gün olup devran dönünce çaresizce sığındığı Ginger ve sevgilisi Chili’nin (Bobby Cannavale) ilişkilerinde de sorunlar çıkmasına sebep oluyor. Bu noktada A Streetcar Named Desire (Arzu Tramvayı) klasiğinin kulakları çınlamıyor değil. Bir zamanlar Jasmine’in yırttığı gibi Ginger’ın da bir partide tanıştığı ses tesisatçısı Al (Louis C.K.) ile sınıf atlayabileceğini sanması, bu yüzden fedakar ve duygusal Chili ile yaşadığı sıkıntılar filme ekstra katkı sağlamayan ama Jasmine’in çıkış noktasına temas eden paralel bir hikaye oluşmasını sağlıyor. Her iki kadının yaptığı seçimlerin benzerliği ve yüzleştikleri sonuçların dramatik etkileri yeni bir keşif sayılmaz. Kadın erkek ayırmadan insanların maddi güç yönünde yaptıkları seçimlerin, gözlerinin önündeki gerçek sevgi ve bağlılıkları görmelerini engellemesi yönünde bir mesaj kimse için olağanüstü değildir. Ama Woody Allen bu insani hatalara özellikle kadınlar üzerinden bakmaktan ve onların duyarlılıklarından hareketle ortak bir empati geliştirmekten zevk alan bir sinemacı.

Blue Jasmine, Woody Allen külliyatında çok önemli yer tutacak bir film sayılmaz. Senaryolarında birçok detayı hesaba katan Woody Allen’a bazı acele çözümler hiç yakışmıyor. Mesela Jasmine’e sınıfsal olarak tekrar yükselme imkanı sunabilecek Dwight (Peter Sarsgaard) ile ilişkisinin akıbeti için Allen’ın çok basit ve inandırıcılıktan uzak bir tesadüften yararlanması (tıpkı koskoca New York’ta Ginger’ın Hal’ı başka bir kadınla öpüşürken görmesi gibi) birçok senaristin artık bulaşmak istemeyeceği türden bir kolaycılık örneği. Bu akıbet her ne kadar Jasmine’in yalanlarının cezası için gerekliyse, onu tetikleyen bu tesadüf de o kadar gereksiz kaçıyor. Ama Woody Allen’ın, filmin başından beri geri dönüşlerle Jasmine ve kocasının ilişkilerini öyle ince işlediği anlaşılıyor ki, sonlara doğru öğrendiğimiz sürprizle Jasmine’in tüm filme yayılmış panik ataklı, öfke nöbetli, kendi kendine konuşmalı ve hüzünlü versiyonlarının sebebinin sadece eski görkemli hayatını yitirmiş olmaktan kaynaklanmadığı anlaşılıyor.


İşte bu sebeplerden ötürü son yılların en etkileyici kadın performanslarından birini sunan Cate Blanchett, Jasmine’in türlü hallerini yansıtırken adeta kariyerinin zirvesini ilan ediyor. Onun o alıştığımız yüzünün soğuk ve kemikli yapısı sanki bunca yıldır Jasmine rolünü bekliyormuş duygusu oluşuyor. Jasmine’in çok iyi yazılmış gelgitli bir karakter olması, onu canlandıracak oyuncunun işini kolaylaştırıyor görünebilir. Ancak Blanchett, öncesi ve sonrasıyla Jasmine’in tüm negatifliğine hakim olduğundan, onun bu iticiliğe kattığı pozitif oyunculuk detayları, nefes kesen bir düşmüş karakter portresi ortaya çıkarıyor. Yıllandıkça daha da değerlenecek, başka ayrıntıları keşfedilecek bu oyunculuk gösterisinin filme katkısı da çok büyük olduğundan, özellikle son yıllarda Woody Allen filmlerinde yaşanan düşüşe az da olsa uzak durduğunu düşündüren bir film Blue Jasmine.

15 Mart 2014 Cumartesi

A Love Song For Bobby Long (2004)


Yönetmen: Shainee Gabel
Oyuncular: John Travolta, Scarlett Johansson, Gabriel Macht, Deborah Kara Unger, David Jensen, Dane Rhodes
Senaryo: Ronald Everett Capps, Shainee Gabel
Müzik: Nathan Larson

Florida… Genç bir kız olan Purslane Hominy Will (Scarlett Johansson) erkek arkadaşından gecikmiş bir haber alır: Annesi ölmüştür. Purslane, annesinin cenazesi ve yaşamını devam ettirmek için doğduğu şehre, New Orleans’a dönmeye karar verir. Ancak evine döndüğünde garip bir durumla karşılaşır. Annesinin harabeye dönen evinin yeni sakinleri iki sarhoştur. Eski bir İngilizce profesörü olan Bobby Long (John Travolta) ile eski asistanı Lawson Pines (Gabriel Macht)… Bu acayip ikili, dokuz yıldır Bobby Long’un hayatı üzerine devamlı başarısızlıkla sonuçlanan bir kitap yazmaya çalışmaktadırlar. Genç kız cesur bir karar alır ve evi onlarla paylaşmaya karar verir. Bir süre sonra bu zorlu ilişki, değişik bir boyuta taşınacak ve en derin sırlar paylaşılmaya başlanacaktır.

A Love Song For Bobby Long gerçekten sıcak bir Amerikan dramı. Benzerlerini de izlediğimi söyleyebilirim. Ama “tipik” bir dram demektense, “kaliteli” bir dram demeyi tercih ediyorum. Her ne kadar benzerleri ifadesini kullanmış olsam da, hikayenin tıpatıp benzeri değil kastettiğim. Giriş, gelişme ve sonuç itibariyle sıkça kullanılan şablonlara bağlı kalmak şartıyla samimi hikayeler anlatmış benzerleri gibi diyebilirim. Filmin başında Lawson’un espirisini yaptığı Driving Miss Daisy gibi şu an aklıma gelmeyen pek çok filmin kullandığı bu şablondaki samimiyeti yakalamak, en az yeni bir şablon yaratmak kadar güç olsa gerek. Çünkü benzer kalıplarla oynadıktan sonra yitip giden ve bu yitip gitmeyi hak eden onlarca dram arasında o içtenliğe ulaşma başarısını göstermek, saygı duyulası bir hareket.


Daha açılışta Bobby Long’u rengarenk evlerin, yapıların önünden geçerken izlediğimizde, biraz da fondaki blues tınılarının da yardımıyla havamızı buluyoruz. Bobby, Pursey, Lawson üçlüsü arasında yaratılan sıcak ilişkinin, o sözünü ettiğimiz şablonlara bağlı kalarak da olsa nakış gibi işlenmesi, bu ilişkiye adeta dokunulmazlık katıyor. Bobby ve Pursey’nin zıtlaşması, Bobby ve Lawson’un kader birliği, Lawson ve Pursey’nin birbirlerine karşı yarattıkları çekim/itim alanları sevimli olduğu kadar dokunaklı da. Bunun yanında diğer yan karakterlerin bu çekirdek üçlüye kimi zaman hedef şaşırtmak, kimi zaman telafisi mümkün sorunlar çıkarmak amaçlı, fakat gidişata fazla müdahale etmeksizin dostça katılımları da aynı derecede sade bir meltem misali.

Geçmişe ait sırların parça parça ortaya çıkışı, karakterlerin hatalarıyla yüzleşmeleri, telafi çabaları, bu çabalar esnasında birbirlerine destek olmaları, kaliteli gördüğümüz Amerikan dramlarında sıkça rastladığımız unsurlar. Ama şayet kaliteli bulduysak sıkça rastlamış olmamızın ne mahsuru var? Önemli olan biryerlerden bizi yakalamış olmaları ve klasik giriş, gelişme, sonuç şablonu dahilinde kendi yolunu çizmeyi başarmış, aralara kendi güzelliklerinden güzellikler katmasını bilmiş bir film olması. Dostlarla barda kırda içerek hoş sohbetler etmek, nehir kenarında gitar çalıp şarkı söylemek ve özellikle yarattığı pastoral huzur sayesinde taşra hissiyatını edebi okşamalarla renklendirmek A Love Song For Bobby Long’un en güzel anlarından. Özellikle Travolta ve Johansson yerinde sunumlarda bulunuyorlar. Ama bence onların yerinde kendi kalemlerinden başka oyuncular da olsa fark etmezdi. O tatlı ve huzur dolu atmosferi barındıran hikaye ile doğal güzelliklerin sağlayacağı uyumun başka oyuncularla bozulacağını sanmıyorum. Böylesi bir film onları da kendi naifliğine ortak etmede sıkıntı çekmezdi.

11 Mart 2014 Salı

Big Bad Wolves (2013)


Yönetmen: Aharon Keshales, Navot Papushado
Oyuncular: Lior Ashkenazi, Tzahi Grad, Rotem Keinan, Menashe Noy, Doval'e Glickman, Dvir Benedek, Kais Nashif
Senaryo: Aharon Keshales, Navot Papushado
Müzik: Haim Frank Ilfman

Küçük kız çocuklarını kaçırıp vahşice öldüren bir seri katilin peşindeki polis, baş şüpheli olarak bir din öğretmeni Dror’u yakalar. Ama son kurbanın polis babası Gidi, delil yetersizliğinden serbest bırakılan adama inanmadığı ve kızının kesik kafasının nerede olduğunu öğrenmek için onu kaçırır. Bu arada şüpheliyi döverek itiraf almaya çalışırken bir genç tarafından videoya kaydedilip YouTube malzemesi olan dedektif Micki görevden alınır. Bunu hazmedemeyen Micki de Dror’un peşine düşer. Bu üç adamın yollarının kesişmesi uzun sürmez.

Aharon Keshales ve Navot Papushado ikilisinin yazıp yönettiği Big Bad Wolves, özellikle Quentin Tarantino’nun 2013’te izlediği en iyi filmlerden biri olduğunu beyan etmesiyle prim yaparak geniş kitlelere ulaşmış bir film. Tarantino’nun sevdiği ve kullandığı kara mizah öğeleri barındırmasına rağmen, kendini biraz daha çizginin ciddi tarafına konumlandırmaya çalışmış ya da kara mizah anlayışını tam olgunlaştıramamış bir görüntü çiziyor. İnişli çıkışlı temposuyla baştan sona kendini izleten film, Gidi’nin sırf kaçırdığı adamı konuşturmak için aldığı evin bodrumdaki işkence seanslarıyla üst kattaki sakinliği dengeleyerek elde etmek istediği zıtlıktan bir mizah oluşturmaya çalışıyor. İkinci yarıda oyuna giren Gidi’nin babası bunu bir miktar sağlıyor gözükse de, Keshales ve Papushado komik olmak adına maceraya kalkışmıyorlar.

Üç ana oyuncusu iyi bir görünüm çizse de, kısa rolüyle Paradise Now’dan hatırlayacağımız Kais Nashif’in canlandırdığı atlı adamın (iPhone S4’ü olan bir atlı adam) beklenildiğinin aksine işlevsiz biçimde havada bırakılması hayalkırıklığı yaratmıyor değil. Oysa Micki ile yaşadığı diyaloğa benzer çok güzel malzemeler çıkarılabilirmiş ondan. Sadece final değil, finale giden yol açısından da tatmin etmediğini düşündüğüm film, Tarantino’nun gaz verdiği kadar olmasa da eli yüzü düzgün bir işçilik sayılabilir.

2 Mart 2014 Pazar

Nebraska (2013)


Yönetmen: Alexander Payne
Oyuncular: Bruce Dern, Will Forte, June Squibb, Bob Odenkirk, Stacy Keach, Mary Louise Wilson, Rance Howard, Tim Driscoll, Angela McEwan
Senaryo: Bob Nelson
Müzik: Mark Orton

Montana’da karısı ile yaşayan eski tamirci Woody Grant, yaşlı ve inatçı bir alkoliktir. Birgün kendisine 1 milyon dolar kazandığını belirten bir belge alır. O andan beri iflah olmaz. Parasını almak için yürüyerek Nebraska’ya gidebileceğini düşünerek sürekli evden kaçmaya başlar. Onun para ödülü kazandığına inanmayan karısı Kate ve oğulları David ile Ross artık bu durumdan bıkmışlardır. İnatçı Woody’nin bu hırsı dayanılmayacak bir hal alınca David babasını Nebraska’ya götürmeye karar verir. Önlerinde uzun bir yolculuk ve uğrayacakları yerlerde bir sürü eski hatıra vardır.

Bob Nelson’ın senaryosunu yazdığı, Alexander Payne’in yönettiği Nebraska, yılın en etkileyici dramlarından birisi. Payne, son iki filmi Sideways (2004) ve The Descendants (2011) ile iz bıraktığı o naif yol hikayelerine güçlü bir halka daha ekliyor. Söz konusu yol hikayesi olunca aile içi iletişimsizlik, baba-oğul ilişkileri ve maddiyatın bireyler üzerindeki değiştirici etkileri gibi alt başlıklar da aynı naiflikte vücut buluyor. Nebraska tüm bunlara olması gerektiği gibi sahip çıkan, geçmişin nostaljik hüznüyle beraber yapılan hatalarına güçlü atıflar içeren bir film. David ve Woody’nin duraklarından biri olan doğduğu kasabada geçirdiği günler, yıllar sonra yapılan öze dönüşün küflenmiş, yaşlanmış izleriyle dolu. Doğduğu ev, kasaba mezarlığı, eski sevgili, kalabalık aile efradı, oraya saplanıp kalmış yaşlı dostlar, zamanında Woody’nin hiçbir şeye hayır diyememiş kişiliğinden faydalanmış insanlar türlü değişikliklerle onu karşılıyor. Ama Woody eski Woody değil ve biz bunlara oğlu David’in yaklaştığı gibi sempati, merak ve hüzünle yaklaşıyoruz. Çünkü onun da babası hakkında bilmediği çok şey var.


Aksi, inatçı, bencil, az konuşan, karısı ve iki yetişkin oğluyla iletişimi sıfıra yakın olan Woody’nin seyirciye mesafeli gelecek karakterini yadırgasak da, eskiden onu tanıyanların dile getirdikleri kişilik özelliklerinin bu yadırgamayı hafifletebilme gücü bulunuyor. Gençliğinde iyi niyeti yüzünden sömürülmüş, alkole olan düşkünlüğü yüzünden de çocuklarını umursamamış Woody için karşısına çıkan zengin olma fırsatı çok şey ifade ediyor. Ama Woody için bu para zengin olma fikrinden çok, onun peşinde yapılacak yolculuğun sağlayacağı bir yaşama amacı edinmeyi sembolize ediyor. Bu yolculuğun özellikle doğduğu toprakları kapsayan bölümünde, gençliğinde göremediği itibarı bir milyoner olarak şimdi görebilme düşüncesi önem kazanıyor. Başlangıçta Woody’nin 1 milyon dolar saplantısı sadece bir kamyonet ve yeni bir kompresöre sahip olmak istemesiyle sınırlandırılmış görünse de, zamanla daha insancıl amaçları olduğunu anlamamız bu ihtiyara bakışımızı biraz daha etkiliyor.

Woody’yi tanıyabilmemiz için Woody’nin kendisinden fazla bir şey bekleyemiyoruz. Her ne kadar Bruce Dern sanki hiç rol yapmıyormuş kadar doğal bir görünüm sergilese de, David’in babasıyla iletişim kurma çabaları, June Squibb’in şahane performansı bünyesindeki anne Kate’in kocasını hem yeren, hem de öven yorumları, yıllardır görüşülmeyen akrabaların Woody’ye yaklaşımları somut bir karakter yaratılmasında çok etkili oluyor. Woody’yi Kate’e kaptırdıktan sonra kendi yolunu çizmiş eski sevgili Peg, yıllar önce Woody’nin kompresörünün üzerine yattığı yetmiyormuş gibi bir de ikramiyeden pay isteyen düzenbaz Ed Pegram, yoldan geçen arabaları izlemekten zevk alan Albert Amca, parayı duyunca akbabaya dönen akrabalar (Kate’in hepsine verdiği müthiş ayar mutlaka görülmeli) hepsi filmin şeritlerinden akıp gidiyor.


Duygu sömürüsüne girmeden, olması gerektiği gibi bir final yapan filmin belki eksik bıraktığı tek şey, başlarda gösterme zahmetine girilmiş David ve kız arkadaşı arasındaki sıkıntıya bu gezi sonrası hiç değinilmemesi olmuş ki, bu tip yol filmlerinin geride kalanlarla yaşanan sorunları çözme klişeleri akla gelince bu durum eksiklik gibi görülebiliyor. Filmi değerli kılan bir diğer unsur da siyah ve beyazın yarattığı derinlik. Payne’in Sideways ve The Descendants’ta da birlikte çalıştığı Yunan görüntü yönetmeni Phedon Papamichael’ın bu iki rengin doğal ahengine sığınmayıp elde ettiği çarpıcı görüntüler filme Avrupai bir lezzet katıyor. Tabii bu elit tanım, filmin kasaba sıcaklığını, nostaljik samimiyetini ve yıllandıkça demlenmiş hüznünü yansıtmak için çok doğru bir seçim. Bu yüzden Nebraska, sadece ait olduğu coğrafyaya hitap eden bir yapım değil. Yıllar sonra memlekete dönmenin filmi.