31 Mayıs 2008 Cumartesi

Juno (2007)


Yönetmen: Jason Reitman
Oyuncular: Ellen Page, Michael Cera, Jennifer Garner, J.K. Simmons, Jason Bateman, Allison Janney, Olivia Thirlby
Senaryo: Diablo Cody
Müzik: Matt Messina

Lise öğrencisi olan Juno, sıkıntı ve meraktan, okuldan arkadaşı Bleeker ile birlikte olmaya karar verir. Ancak hiç olmayacak bir zamanda umulmadık bir şekilde hamile kalır. En yakın arkadaşı Leah ile bu konuya bir çözüm bulmaya karar verirler. Bebeğini dokuz ay boyunca karnında taşıyacak ve onu varlıklı bir aileye verecektir. Juno bu olaylar esnasında oldukça olgunlaştığını hissetmeye başlar.

2007'nin koltuk çıkılan bağımsızı Juno. Geçtiğimiz sene Little Miss Sunshine idi. Koltuk çıkma tabirinin hiç hoş durmadığının farkındayım. Yoksa her iki filmin de bu torpile hiç ihtiyacı yok. Sadece Bağımsız Film Cumhuriyeti içinde bu iki filmden diğerlerine nazaran daha hızlı haberimiz oldu. Hem Juno, Little Miss Sunshine’a göre çok daha dezavantajlıydı. Little Miss Sunshine yıldızı bol bir filmdi ve bunun avantajı tartışılmaz. Şimdilerde Juno için sarfedilen övgü dolu sözler, taglinelar başka filmler için de söylendi. Peki neydi Juno’yu diğer yaşıtlarından öne çıkaran şey? Reklam kampanyası mı? Tamam da neden Juno o zaman? Jennifer Garner dışında (o da yardımcı rolde) star sayılabilecek oyuncu olmaması, isimlerini yeni yeni duyuran genç kuşak oyuncuların başrolü üstlenmeleri ile star tezimiz buraya uymuyor. Peki şunu düşünsek: Juno’nun kendisi zaten çok iyi bir film! Afişiydi, müzikleriydi, kadrosuydu, bütçesiydi derken Juno katıksız bir bağımsız gibi duruyor. Aslında biraz katıklı ve bana göre kendini belli bir izleyici kitlesine yabancılaştıran yapıda. Yalnız değişmeyen bir şey var. Juno belki de son ayların en iyi romantik komedisi. İşte burada bir katık unsuru var. Alışıldık romantik komedi şablonunu, alışılmadık detaylarla bağımsız film ruhu ile karıştırıp, farkı fark ettirmeme üzerine okullara ders niteliğinde bir film. Yani filmin adını romantik komedi olarak koyduktan sonra, romantik komediden de bağımsız bir dinamizme sahip olduğunu görüyor, arada kalabiliyorsunuz.

Ardı arkası kesilmeyen diyaloglar, zamanlaması çok yerinde monologlar, makinelı tüfek misali her duruma cevabı ve espirisi hazır zeka küpü karakterler, temposu saat gibi ayarlanmış kurgu, insana günümüz TV dizilerinin havasını solutuyor biraz. Kendisine pek bayılmasam da şu an aklıma Gilmore Girls geldi. Akılalmaz bir hızla o kadar mantıklı ve nükteli cümleyi ayaküstü bir araya getirebilen, hayranlık verici pratik zeka sahibi insanların hep birlikte yaşadıkları uydurma-gerçek arası kasabalar. Yabancılaşma meselesi de izleyici ile filmin uyruğu arasındaki kültür farkından ileri gelmekte. Lise son sınıf öğrencisi Juno, sınıf arkadaşı Paulie Bleeker ile sözde can sıkıntısından beraber olup hamile kaldığını öğreniyor. Kürtajın eşiğinden dönüp durumu babası ve üvey annesine anlatıyor. Çocuk hasretiyle yanan varlıklı bir aile bulunuyor, anlaşmaya varılıyor ve hamilelik süreci başlıyor. Buraya kadar olan kısmı ahlaki mantık süzgecinden geçirmeyi başaramayanlar için Juno sadece zaman kaybı olacaktır. Aslında ailecek izlenmeyecek bir aile filmi bile denebilir. Filmin enteresanlığı da bu kafa karıştıran lezzetten ileri geliyor. Batı hoşgörüsü gerçek hayatın anlaşılmazlığını da bir şekilde kolaylıyor. O şaşırtan hoşgörü insanı “bu sadece bir film” ile “bu kadar da genişlik de çok sahte” arası taraflar haline getiriyor. Gazetelerden, televizyonlardan duydukları inanılması güç gerçeklere ilk görüşte inanan kişi, sıradan bir Amerikan/İngiliz/Alman ailesinin başına gelen traji-komik sıradışılığı ciddiye almıyor. Yok eğer yabancılık hissi o sözünü ettiğim süper zeki hazırcevap diyalog kurmacası veya Amerikan tarzı mizah ve marka anlayışından kaynaklanıyorsa bunun da artık günümüzde bir şekilde (şartlı olarak) aşılması gerektiğini düşünüyorum. O şart ise, müthiş senaryo zekasına layık gördüğünüz karakterin kendisiyle çok ilintili.


Mesela yine Ellen Page’in rol aldığı Hard Candy’de zengin bir pedofili tuzağa düşürüp ona hayatı zindan eden Hayley tiplemesine biçilmiş olağanüstü zeka, inandırıcılık açısından aşılması güç bir engeldi. Ya da ben aşamamış olabilirim. Se7en’daki John Doe’ya yakışan türden bir tuzağın, insanın psikolojik çöküntüsüne çok hakim bir zeka tarafından alınan intikamın bir lise (ortaokul bile olabilir tam hatırlamıyorum) çocuğuna aşırı büyük gelmiş olması da tamamen bu senaryo zekasının öngörüsü. Bence Hard Candy, olumlu tespitlerinden, parlak cümlelerinden başını kaldırıp da dişe dokunur bir film olamadığı gibi, Ellen Page gibi bir yeteneği de inandırıcı kılmayı ıskalayıp antipatik hale getirmişti. Juno’da da Page’e uyarlanan duygusal zeka hemen hemen aynı seviyelerde. Ama film buna karşı önlemlerini de almış gözüküyor. İçinde sık sık “Juno biraz tuhaftır, Juno’nun çok özel bir espiri anlayışı vardır, Juno bambaşka biri” cümlelerini duyuyoruz. Başarılı da olmuş, senaryodaki olgunluğu yaşından olgun ve deli dolu genç kız tipiyle haklı çıkarma durumu bir nevi.

Kendine has gayet mantıklı bir mizah, yaşam, sinema, müzik zevki olan Juno’nun seks denemesinde korunmayı akıl edememesi gibi detaylar göze de batabilir, senaryo da olsa böylesi üstün bir zekanın bile bazı şeyleri atlayabileceği yönünde hoş bir denge de sağlayabilir. İşte Juno, siz nasıl görürseniz onu verir. Önyargı, ahlaki bakış açısı, yabancılaşma, inandırıcılık, tüm bunlardan bağımsız olarak izleyeceğiniz Juno gerçekten çok iyi bir film. Mizah duygusu, basmakalıplardan türetilmiş de olsa özel yan karakterleri, romantizme yaklaşımı, dramatik ciddiyeti ile huzur veriyor. Taşıyıcı annelik, ergen cinselliği, ebeveynlerin pedagojik yaklaşımları, boşanma, iletişimsizlik, gerçek aşk gibi önemli meseleleri mesaj kaygısız, öğreten adamsız bir rahatlıkla sunduğu kadar, özellikle finali ile de son derece gerçekçi bir orta yol bulma başarısı gösterebiliyor. Tabi kime göre doğru, yanlış veya orta yol olduğu da kültürel, sosyal farklılıklara göre değişkenlik gösterebilir. Senaryolarda sıkça rastladığımız bazısı yerel, bazısı uydurma abur cubur, içecek vs. isimleri ile, onların sebebiyet verdiği bir takım espirileri de idrak edemeyişimiz de bu farklılığa farklı bir yönden işaret etmekte.

 
Juno’nun karnındaki bebeği evlat edinecek olan Mark ve Vanessa’nın hafif karmaşık ilişkisi ile, Juno’nun ebeveyneleri Mac ve Brenda’nın hayranlık uyandıran ilişkisi arasında da gizliden bir evlilik muhasebesi tutuyor film. Aslında birçok muhasebesi var. Mesela gerçek aşk/doğru insan konusunda yine o kendine özgü hınzır (ama tutarlı) yaklaşımı çok sıcak. Hele de baba Mac’in Juno’ya yaptığı doğru insan tarifi öyle her filmde karşınıza çıkacak türden değil. Yine aslında birçok muhasebesi kadar, birçok tarifi de var filmin. Bir de hayati tercihlerin filmi Juno. Dopdolu olduğu için insanın aklına filmle ilgili hep yeni bir şeyler geliyor. Juno olarak izlediğimiz Ellen Page, hani bazı roller sadece bir kişi içindir denir ya, o türden bir rolün aktrisi olmuş. Hollywood’un Julia Roberts, Sharon Stone gibilerinden kurtulmaya başladığı bu güzel günlerde Ellen Page daha nice kalıcı karakterlere hayat verecektir. Ama şu sıralar (iyi ki de) bağımsız yapımlarda adını sıkça duyuruyor. Paulie Bleeker olarak filmde tuhaf bir kimya yaratan “nerd” görünümlü Şahin, bağımsız genç kuşaktan Michael Cera, sanki Superbad’den çıkar çıkmaz buraya gelmiş gibi. Juno’nun en az onun kadar eşek sıpası olan kankası Leah’ı (Olivia Thirlby), karizma üvey anne Brenda’yı canlandıran Allison Janney’yi (özellikle ultrason teknisyenini delik deşik ettiği sahneye dikkat!) ve tabi her genç kızın rüyası bir baba figürü olarak Mac rolüyle J.K. Simmons’ı unutmayalım. (Mac’in Vanessa’ya evlerinde gördüğü pilates aletini sorduğu sahnede ona sevgiyle sarılmak istemeniz gayet mümkün). İkide bir kadraja giren okul koşu takımıyla, harika şarkılarıyla, bazen ipin ucunu bile kaçırabilen zeki senaryosuyla ve en son Thank You For Smoking hakimiyetini çok beğendiğim Jason Reitman’ın yönetimiyle Juno, her şeyin bir sandalyede başladığı özel bir film.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Bee Season (2005)


Yönetmen: Scott McGehee, David Siegel
Oyuncular: Richard Gere, Juliette Binoche, Flora Cross, Max Minghella, Kate Bosworth
Senaryo: Myla Goldberg, Naomi Foner
Müzik: Peter Nashel

11 yaşındaki Eliza’nın kelime heceleme konusundaki yeteneği keşfedilinceye kadar Naumann ailesi dört ferdiyle sıradan bir hayat yaşamaktadır. Eliza’nın öğrendiği ve hecelemeye başladığı her yeni kelimeyle aile içindeki sırlar açığa çıkmaya başlar. Sanki küçük kızın kazandığı her yarışma anne Miriam ve baba Saul arasındaki bir köprüyü dağa yıkmaktadır. Eliza ulusal şampiyonluğa adım adım yaklaşırken, sorunları ertelendikçe büyümüş bu ilişki de sona doğru ilerlemektedir.

Afişinden bile ailecek izlenebilecek bir film havası saçan, zira öyle de olan bir film. Nauman ailesinin küçük kızı Eliza'nın eyaletler arası kelime kodlama yarışması ekseninde, sorunlu anne Juliette Binoche'nin Avrupa yüzünün kopyala-yapıştır şeklinde uyarlanışı, yarışmaya katılacak olan Eliza’ya yoğunlaşan ebeveyn ilgisini, güzel bir kızın da yardımıyla hint mistisizmine kanalize eden büyük çocuk Aaron'un (bu roldeki Max Minghella, rahmetli Anthony Minghella’nın oğludur) empati-sempati yaratmaktan uzak, ruhsuz duruşu ve son olarak ailesini derleyip toparlamaya çalışan, iki ayağı bir pabuca sığmamış baba Richard Gere… Filmin yönetmen ikilisi Scott McGehee ve David Siegel’ın 2001 yapımı bağımsız suç dramı The Deep End’i pek beğenmiştim. O film de TV uzun metrajları ayarında olmasına rağmen kesinlikle Bee Season gibi cılız değildi bana göre. Genel yapısı itibariyle kendisine sorun bulmak ya da uydurmak zorunda hisseden kaşıntılı yapısı, yine de sadece Binoche’nin geçmişteki bir kazaya dayalı muğlak kalmış sorunlu anne duruşu ile inandırıcılığa bürünmüş denebilir. Buna bağlantılı olarak esasen filmin başrolü sayılacak küçük Eliza'nın finalde yaptığı hamle ile devleştiği, filmin savunduğu mesajı da bu sayede daha güçlü iletebildiği de söylenebilir. En belirgin amacı aile içi iletişimsizliği dile getirmek olan, buna rağmen herkesin sanki bir şekilde birbirleriyle kolayca iletişim kurabileceğini hissettiren film, bu yapısıyla inandırıcı olmak ile olmamak arasında bocalıyor. Başa dönersek, ailecek izlenebilecek bir film neticede. İzleyen aileye birşeyler iletebilir mi, aileden aileye değişir.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Vantage Point (2008)


Yönetmen: Pete Travis
Oyuncular: Dennis Quaid, Matthew Fox, Forest Whitaker, William Hurt, Saïd Taghmaoui, Eduardo Noriega, Edgar Ramirez, Ayelet Zurer, Sigourney Weaver, Bruce McGill
Senaryo: Barry Levy
Müzik: Atli Örvarsson

ABD başkanına yapılan bir suikaste beş farklı noktadan beş farklı bakış… Konusuyla özellikle Brian De Palma gibi kamera oyunlarından hoşlanan sinemacıların ağzının suyunu akıtacak bir film olan Vantage Point, muhteviyatına kattığı politik eleştiri, aksiyon, gerilim kalemlerinin bütününe hakim bir film değil ne yazık ki. Aslında farklı bakış açılarıyla izlediğimiz suikast bölümleri birtakım aksamalara, kabullenmesi zor tesadüflere rağmen iş görür denebilir. Fakat gerisi düşünüldüğünde akla birçok soru takılıyor.

Neden ABD başkanı sahnedeyken sıradan bir seyirci başkanın yakın korumasına zoom yapsın ve onun baktığı yere bakma ihtiyacı duysun? Yüzlerce insanın ortasına bomba koymaktan çekinmeyen, ama yolun ortasında kalmış bir çocuğu ezmemek için direksiyon kıran terörist vicdanı hangi tribüne oynuyor? Sabah erken kalkan nasıl bu kadar kolay başkan koruması olabiliyor? Bu kadar zeki biçimde organize olmuş bu terörist grup, başkanı ele geçirmek adına niye bir barış zirvesini sabote etmeye çalışıyor? Özenle saklanan başkana ulaşmak bir terörist için nasıl 3. sınıf aksiyon zekası kadar kolay olabiliyor? Eduardo Noirega’nın canlandırdığı polis Enrique’nin olayı neydi? Bunun gibi daha nice boşluklar, kendini ciddiye alan filmlerin yapmaması gereken hatalar. İlginçtir, teröristlerle Amerikan gizli servisi arasında zekaya dayalı sidik yarışının galibini belirleyen nedense zeka olmuyor. Basit ve inandırıcılığı şüpheli tesadüfler, akabinde de bir kahramanın şahsi becerisine ve bolca kaba kuvvete dayalı hazırcılıkla da pekala zafere ulaşılabiliyor.


Sigourney Weaver’ın çok kısa göründüğü TV haber yöneticisinin gereksizliği bir yana, Forest Whitaker’ın da Oscar sonrası ciddi bir kariyer gözden geçirmesi yapması gerek. Gerçi kendisi “Oscar sonrası yerim kariyerini” şeklinde piyasa fiyatını katlamış oyuncular kervanının tek üyesi değil. (Bkz. Nicholas Cage, Halle Berry, Cuba Gooding Jr., Anna Paquin, Jamie Foxx ve daha onlarcası). Ama kendisini böyle 2. sınıf rollerde görmek can sıkıcı. Filme giydirmeye devam edersek eğer, suikast anına yapılan geri dönüşlerde farklı bakış açılarının matematiği tatmin edici değil. Orijinal fikrine yeterince sahip çıkamayıp işi aksiyona vurunca mantık hataları ve samimiyetsizlikler içeri doluşmuş. Politik yanı da zaten üzerinde durulmayacak kadar düz ve çocukça.

En son The Kingdom filmi de “bu iş burada bitmeyecek, hepsini haklayacağız” şeklinde her iki tarafı eşzamanlı dillendirmişti. Vantage Point’te de “bu savaş hiç bitmeyecek” papağanlığı sürüyor. Onu anladık. Düzmece, kendini haklı çıkarmaca ve duygu sömürmece bir katliam uydurup Rambo’luğa soyunsa da The Kingdom, metin yönünü sağlama alma iyi niyetine sahip bir filmdi denebilir. Bunda ne derece başarılı olduğu da tartışılır. En azından tartışılır, bu da bir şeydir. Ama Vantage Point, beceremeyeceğini belli ettiği politik acemilikleri bir kenara bırakıp, doğrudan çekim teknikleri ile puzzle bir suikast anatomisi üzerinden yürüyebilecek iken, başkanın kıçını kurtaran filmler kulübünün taze bir üyesi olmaktan öteye geçemiyor.


Filmin çok methedilen aksiyon tantanasını da abartmaya gerek yok. Aksiyon yönünden bana göre en iyi sahnesi, Salamanca’nın dar sokaklarında yapılan ralli misali araba takip bölümüydü. Belki onun da pek bir özelliği yoktu ama bu sahnelerin iyi çekilmiş olanlarına özel bir ilgim olduğundan mıdır hoşuma gitti. Tabi onca ünlü ama kuru kalabalık içinde Dennis Quaid faktörünü de filmin artı hanesine yazmak isterim. Tecrübeli oyuncu yaşına rağmen (54) böyle filmlerin ayakları yere basan süper kahraman ihtiyacını karşılayabildiği gibi şahsen beğendiğim aktörlük yanını da tümden sele vermemiş. Özellikle bakışları ve panik havasına uyumlu karizmasıyla kötü adamların icabına bakması için tüm bu donanımı sırtlamış. Her bürokratın sahip olmayı canı gönülden arzu edeceği fedakar koruma Thomas Barnes tiplemesi, oyunculuk yönünden de başrol kavramının hakkını filmin kalıbına istinaden verebilen doyuruculukta denebilir.

Bir filmin baştan sona adrenalin içermesi, çoğu zaman önemli bir tercih sebebidir. Vantage Point bu tercih için biçilmiş kaftan. Ama altına girdiği, boyundan büyük olduğunu zaman içinde anladığımız meselelere hiç bulaşmasaymış, kendisini kıvamını iyi tutturduğu hızlı temposu ve orijinal çıkış noktasıyla (ve muhtemelen o bulaşmamışlığının da getirisiyle daha olgun bir film olarak) hatırlayabilirmişiz gibi geliyor.

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Crónicas (2004)


Yönetmen: Sebastián Cordero
Oyuncular: John Leguizamo, Damián Alcázar, Leonor Watling, Henry Layana, Tamara Navas, Raymundo Zambrano, Washington Garzón
Senaryo: Sebastián Cordero
Müzik: Antonio Pinto

Erkek çocuklarını kaçırıp tecavüz ettikten sonra işkenceyle öldüren bir sapık, Meksika/Babahoyo’ya dehşet saçmaktadır. Medya ise bu olaylardan rating sağlama peşindedir. Kamuoyunu meşgul eden “Babahoyo Canavarı”nın peşindeki ünlü muhabir Manolo Bonilla (John Leguizamo), iki kişilik ekibiyle birlikte son kurbanın cenazesine katılır. Amacı çocuğun ailesini ekrana çıkarıp, zaten yükseklerde olan ratingini daha da arttırmaktır. Çocuğun diğer kardeşi ile bir söyleşi koparmak isterken çocuğu ürkütür. Cenazeden kaçan çocuğa yolda bir kamyonet çarpar ve çocuk orada ölür. Bir çocuğunu sapık katile, diğerini de trafik kazasına kurban veren baba, arkasına aldığı orada bulunan halkla birlikte arabanın şoförü Vinicio’yu (Damián Alcázar) linç etmek ister. Tabi Manolo Bonilla’nın kamerası hemen çekime başlar. Linç girişimini engelleyen polis hem Vinicio’yu, hem de acılı babayı hapse atar. Haber kokusunu çoktan almış olan Manolo, cezaevine giderek taraflarla konuşmak ister. Ama umduğunu bulamaz. Tam bu olaydan haber çıkmayacağını düşünüp geri dönmek üzereyken Vinicio, meşhur Babahoyo Canavarı’nı gördüğünü, kendisini hapisten kurtarıp hamile karısı ve çocuğuna kavuşturması için bir haber yapması karşılığında bildiği her şeyi anlatacağını söyleyerek Manolo’yu ikna eder.

Cronicás, biryerlerde unutulmaya yüz tutmuş, ama buna rağmen son zamanlarda yapılmış en iyi medya eleştirilerinden birisi. Bir kere yönetmen Sebastián Cordero, kurduğu hikaye örgüsünde sert ve acımasız. Benzer bir medya taşlaması yolsuzluk, hırsızlık, fuhuş yerine, çocuk istismarı gibi bıçak sırtı bir suç üzerinden ilerlemekte. Bu polisiye olay, sağlam bir medya yergisi ile o kadar iyi kaynaşıyor ki, filmden sonra gerçek yaşama dair medyatik şüpheler, komplo teorileri veya göz önünde duran, ama emin olunamayan Ali Cengiz oyunları insanın zihninde fink atıyor. Cronicás bununla da kalmıyor, hem adalet sistemine, hem ilahi adalete, cezaevi şartlarına ve halkın baş tacı yaptığı, ekranın vitrininde duran kahraman(!) habercilerin yaşadıkları çelişkilere de yerli yerinde dokundurmalarda bulunuyor. Bazı medya kişilerine Medya Maymunu deniyor ara sıra. Lakin öyle adamlar var ki medya gezegeninde, artık maymuna ayıp oluyor. Üstelik yaptıklarını “haber yaptık, alın yeyin” diye yutturmaya çalışanlar ve bunu yutanlar, hatta alkışlayanlar varken biz hala benzetmelerimizi günahsız hayvanlar aleminden seçiyoruz. TV’de çıktıysa doğrudura şartlanmışız. Bize gösterdikleriyle, bize anlattıklarıyla yetindiğimiz muhabir, haber yapımcısı, reality kumkuması insanlar, haber uğruna başkalarının değerlerini hiçe sayanlar, yargısız infazcılar, infazcı yargıçlar ve televizyonları babalarının çiftliği sananlarla kuşatılmışız. Bu televizyon öyle bir şey ki, canlı yayın dilencileri yaratıp, sonra da onları ümitlerle besleyerek kahraman olanların yuvası adeta.

TV fenomeninin sadece haber yönünü konuşacak olursak, burnu iyi koku aldığı halde yanlış ava oynayanları çok fazla görmekteyiz. John Leguizamo’nun canlandırdığı Manolo Bonilla, artık TV haberciliğinin yıldızlarından olmuş, zehir muhabirliği sayesinde Meksika halkı arasında ünlenmiş bir haberci. Kazara bir çocuğa çarpıp öldürerek hapse düşen Vinicio ile yaptıkları anlaşma gereği parlak kariyerine Babahoyo Canavarı’nı yakalayarak devam etmeyi saplantı haline getiriyor. Sözünde durması için içerideki Vinicio’yu kamuoyuna sevimli ve masum bir şekilde tanıtacak ki, bu işlerin nasıl yapıldığını az çok biliyoruz. Alttan verilen dramatik müzik eşliğinde kurbanın yakınları onun hakkında birkaç kelam ederler, çoluk çocuğun duygularını sömürebildikleri kadar sömürürler. Müziğin sesi artar. Sosyal baskılar, ekonomik yokluklar, anılar dökülür. Müziğin sesi biraz daha artar. Sonunda habercimiz sazı eline alıp birkaç afili cümleyle finalini yapar. Sonra sıradaki, Karabaş’ın emzirdiği üç kedi yavrusu veya defilede iki saniyeliğine topless kalan manken haberlerine geçilir.


Manolo Bonilla işinin ehli, şüpheci, sağlamcı ve dürüst bir muhabir. Ama mesleğin kendisi birçok yönden öyle değil. Haberden önce artık başka kaygılar var. Dolayısıyla Manolo dedektif gibi araştırdığı haberini yaparken ister istemez bu medya çarkında öğütülecektir. Çünkü gerçek hayat, hiçbir zaman haberlerde ve haber programlarındaki gibi olmadı. İşin içine Manolo gibi vicdanınızı da sokarsanız, o iş sizi suya götürür, susuz getirir. En tepede, Manolo’nun binbir zorlukla hazırladığı haberi biz izleyenlere hımını hımını okuyacak olan anchorman kişisine altın tepside sunulan haberin/sunumun ahlaki yönü fazla sorgulanmaz, bir süre sonra da önemini yitirir. Acaba ekranlardaki kaç haberci, haber yaptığı meselenin vicdani, ahlaki ve insani boyutunu kendi rating kaygılarının önünde tutuyordur? Cevabı biliyoruz sanki.
 
Sebastián Cordero çok çarpıcı bir film yapmış. Temposunu iyi ayarlayan, Meksika’nın sefaletini tekinsizliğiyle kol kola resmeden, taşlamasına sıkı sıkı tutunan ve vicdanımızı silkelemeyi bilen yapımlardan biri. Mesela linç sahnesi ve hapishane görüntüleri ustaca organize edilmiş. Star muhabir Manolo Bonilla’yı oynayan Kolombiya asıllı John Leguizamo, Hollywood’a transfer olup çektiği onca garnitür film yerine bir-iki Cronicás ile daha ciddi bir kariyer edinebilirdi belki. Latin egzotizmini, tadında bir oyunculukla birleştirdiği filmde, inandığı haber uğruna her riski göze alabilecek bir muhabirden, belli bir an sonra inandığını sorgulayıp ondan şüphelenmeye başlayan bir tarafsızlığa dönüşümü sıkıntı çekmeden veriyor. Fakat filmin ikinci planda kalan yıldızı ise bir diğer Meksikalı oyuncu Damián Alcázar. Sırlarla dolu gezgin satıcı Vinicio’yu ve onun sağlıksız, hüzünlü ve rahatsız halini ödüllü yorumuyla aktaran oyuncu, Leguizamo ile güçlü bir ikili oluşturup, yan karakterlerle de onları sıkı şekilde destekleyince ortaya soğukkanlı, dirayetli bir film çıkıyor. Kemikler bu derece sağlam olunca tek bir plan bile çok şey anlatıyor. Film bitip de yazılar akmaya başlamadan önceki en son kare buna en güzel örnek. İnsansız, hareketsiz bu kare o kadar fazla şeyi, o kadar tüyler ürpertici biçimde anlatıyor ki, sinemanın tek bir resimle bile neler başarabileceğine yine, yeniden şahit oluyoruz. Bir yandan da aklımıza, medyanın yerin dibine soktuğu veya temize çıkarıp melek ilan ettikleri geliyor. Onların nereden nereye geldiğini düşünüyor, sonra düşünmek bile istemiyoruz.

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Hitman (2007)

 

Yönetmen: Xavier Gens

Oyuncular: Timothy Olyphant, Olga Kurylenko, Dougray Scott, Robert Knepper, Ulrich Thomsen, Henry Ian Cusick, Michael Offei

Senaryo: Skip Woods

Müzik: Geoff Zanelli

 

Bir zamanlar Ajan 47 ile epey bir mesaimiz olmuştu bilgisayar başında. Öyle ki, Max Payne bile kesmemişti. Sonra oyunun üst versiyonları da çıktı fakat eski heves kalmamıştı. Aslında hiçbir oyuna heves kalmadı. Arada cila niyetine grafiği kuvvetli araba yarışları ile idare ediyoruz. Hitman oyununun bana göre farklı bir atmosferi vardı sanki. Karizması zaten malum. Ama bunun yanında çok dipten de olsa tek başına çalışan gizemli bir tetikçinin bir yerlerde saklı bir hikayesi olduğunu hissettiriyordu. Hayranı sayılmazdım ama Hitman adını duyduğum vakit bu gizemle karışık bir saygı besliyordum kendisine.

Yıllar sonra film olarak çekileceğini duyduğumda da karışık duygular içindeydim. Neticede bir vefa borcum var gibi hissettim. Bir sürü kel adamın adı dolaşırken Timothy Olyphant isimli gayet saçlı bir aktöre bu şeref bağışlanmış. Gayet de yakışmış, hiç sırıtmamış. Hatta 47'nin oyundaki o paytak paytak yürüyüşünü görür gibi oldum bazı sahnelerde. Çok hoşuma gitti. Lakin filmin öyle şerefle namusla falan alakası yok. Üçüncü sınıf bir aksiyondan prodüksyon sayesinde biraz elini yüzünü düzeltmiş oldukça sıradan bir iş olmuş. Bırakın Ajan 47'yi, normal bir aksiyon kahramanına bile böyle bir film yakışmaz. Yeni ve heyecanlı bir yönetmen yerine John Woo gibi bir ustanın işlemesi çok daha farklı olurdu kanaatindeyim. Senaryo zaten "bunu ben bile yazardım" demeye tenezzül edilmeyecek kadar kötüydü. Mesela Rusya'da bütün çıkışlar tutuldu diye bağırılırken, kahramanımızın birden İstanbul'da bir otel odasına ışınlanması, bu tür filmlerde bırakılan açık senaryo kapılarından bile haberdar olunmadğını gösteriyor. Zaten karizma icabı öyle casus numaralarına pas vermeyen 47, yakası kalkık pardösü, güneş gözlüğü hele hele de şapka gibi hiç itibar etmediği objelerle o tutulan sınırları nasıl geçiyor anlamak güç. Böyle şeyler bu tür aksiyonlarda anlaşılmasa da olur. Bari Hitman'e olmasaydı.

9 Mayıs 2008 Cuma

Lars and The Real Girl (2007)


Yönetmen: Craig Gillespie
Oyuncular: Ryan Gosling, Emily Mortimer, Paul Schneider, Kelli Garner, Patricia Clarkson, Nancy Beatty
Senaryo: Nancy Oliver
Müzik: David Torn

Ağabeyi Gus ve onun hamile eşi Karin’in yaşadığı evin yanında bulunan garajdan bozma yerde tek başına yaşayan Lars, içine kapanık, takıntılı, uysal ve yaşadığı küçük kasabada herkes tarafından tanınan, sevilen bir gençtir. Onun bu durumuna endişelenen Gus ve Karin, Lars’ın bir gün onları yarı Brezilya’lı, yarı Danimarka’lı kız arkadaşı Bianca ile tanıştırmak istemesine çok sevinirler. Ama Bianca, Lars’ın internetten sipariş ettiği plastik bir bebektir.

2008 yılı En İyi Orijinal Senaryo dalında Oscar adayı olan Lars and The Real Girl, tıpkı aynı kategoride Juno ile ödülü kucaklayan 30 yaşındaki Diablo Cody gibi, 53 yaşındaki Nancy Oliver’ın da ilk film senaryosu. Öncesinde kaliteli TV dizilerinden Six Feet Under’ın birkaç bölümünü yazmış olan Oliver, bu filmi ile dışarıdan bıraktığı izlenimin aksine sıradan bir romantik komedi değil, romantik olgunluğa sahip psikolojik bir drama adını yazdırıyor. Karakterleri o kadar güzel tasarlamış, olay sırasını yormayacak şekilde dizmiş, izleyiciye de o kadar yerinde ortalar yapmış ki, Farrelly biraderlerin eline düşse zıvanadan çıkmış bir bel altı komedisi olabilecek iken gayet ağırbaşlı, hüzünlü, naif ve sevimli bir film ortaya çıkmış. Zaten Juno da Lars and The Real Girl gibi her türlü suistimale elverişli cinsel çağrışımları sulandırmadan dramatize etme başarısı göstermiş bir senaryoydu. Ama Juno’nun o hınzır, hazırcevap, geveze, kıpır kıpır havasını bu filmde görmek pek mümkün değil. Yine de ayrıksı karakterler olarak Juno ve Lars, kendi küçük çevreleri, renkli yan unsurları oluşturan kasaba insanları ve en önemlisi bu doğal çevrenin son derece hoşgörülü atmosferinde vücut bulmuş hem sıradan, hem özel tiplemeler.


Aslında çözüm olarak olmasa da sorun olarak Lars’ın psikolojik durumu tam anlamıyla mental bir hastalık sayılmaz. Zaten filmde de belirtildiği gibi, zihinsel hastalık denilen şey her zaman gerçek anlamda hasta olmak anlamına gelmiyor. İletişim kurma çabası ya da bir sorunu çözüme ulaştırma yolu da olabiliyor. Normal insanlarda bile bu tip yansıtmalar, hezeyan veya delüzyon olarak da tanımlanan sanrılara rastlanıyor. Çok çeşitli sanrılar var. Hayali arkadaşlar veya sevgililer yaratmak da bunlardan biri. Annesi öldükten sonra babası tarafından büyütülen Lars, ağabeyi Gus’ın da bir süre sonra dayanamayıp kaçmasıyla yalnız bir çocukluk geçirmiş. Bizim filme dahil olduğumuz bölüm ise Lars’ın Gus ve eşi Karin’in gözetiminde evin eski garajında yaşadığı, iyi bir işi ve insan olarak kasabada iyi bir itibarı olduğu dönem. Etrafındaki insanlara hep mesafeli duran Lars, bu yüzden ağabeyi, onun sevgi dolu eşi Karin, işyerinde Lars’a olan ilgisini gizlemeyen Margo ve diğer kasaba sakinleri ile tam olarak sağlıklı ilişkiler kuramamış bir adam. Senaryo, bu durumu daha filmin başında alelacele vermek yerine zamana bırakmış, hikaye ilerleyip özellikle de Bianca’nın filme dahil olmasıyla daha sakin adımlarla yürümeyi seçmiş. Ukalalık etmeyen bir terapist edasıyla Lars’ın asosyalliğini çocukluk ve yetişkinlik arası gel-gitleriyle naif biçimde katmanlaştırmış, bunu yaparken yan karakterlerini, hatta kasaba ahalisini de işin içine dahil edebilmiş. Bu sayede kolektif bir bilinç yaratma çabası da kendini belli ediyor. Bu bilincin şekillenmesi de büyük ölçüde toplumsal baskıların pek işlemediği kasıtlı ve biraz da fantastik şekilde yaratılmış hoşgörü ortamından kaynaklanıyor.

Bilinçli bir biçimde tasarlanmış olduğunu varsaydığımız bu höşgörülü çevre yine Juno’daki gibi inandırıcı olamama riski taşıyor. Dedikoduların hızlı yayıldığı, bu yüzden zamanla gerçeklerin saptırılıp daha trajik olaylara sebep olabileceği, cahilliğin ve tecrübesizliğin fazla olduğu küçük kasaba ambiyansının öteki yüzünü tercih etmesi gayet anlaşılır aslında. Bu öteki yüz, pek de yabancı bir yüz sayılmaz. Yine bu küçük yerleşim yerlerinde insanların birbirlerini tanıyor olmaları, yardımlaşmayı, anlayış ve empatiyi kuvvetlendiren bir durum. Toplumsal açıdan, o toplumun kendi iç dinamikleri yönünden pek tasvip edilmeyen birtakım davranışlar sonucu yanlışlar içine düşmüş bireyleri bağrına basmak, olaya o bireyin gözüyle bakmaya çalışmak veya tıpkı Lars’a yaptıkları gibi onun "suyuna gitme" de bunlardan biri. Günün birinde cinsel amaçlar güdülerek tasarlanmış bir nesnenin, çok sevdikleri Lars’ın kız arkadaşı olarak karşılarına gelmesi bu kasaba mantalitesinin hoşgörüsüne de meydan okuyan bir sınav.

Ama kasabanın ileri gelenleri bu sıra dışı durumu kendi aralarında tartışıp, Lars’ı incitmeyecek bir çözüm ararlarken, buna benzer sorunları kendi hayatlarından örneklerle de dillendirme olgunluğu gösteriyorlar. Kendi aralarında bile kedilerinin üzerine elbise giydirenler, bütün parasını UFO kulübüne yatıranlar, kleptomanyak olanlar varken, Lars’a deli muamelesi yapılamayacağı haklı çıkarımını yapabiliyorlar. Plastik bir cinsel obje için ambülans çağrılması, kilise ayinlerine ve yardım derneğine kabul edilmesi, bir vitrinde manken olarak part-time işe alınması gibi “yabancı” birine kasaba halkının yaklaşımı fazla iyimser bulunabilir. Öte yandan Bianca hastalandığında (!) evde hüküm süren sıkıntılı havayı dağıtmak, mağdur komşuya destek olmak amacıyla kadınların "oturmaya" gitmeleri de yine bu mantığın öteki yanını vurgulamakta.


Lars and The Real Girl ne şartlarda, kime karşı olursa olsun sevgiye, hoşgörüye inanmak isteyen bir film. Elbette kasaba halkı Bianca için yaptığı onca fedakarlığı aslında çok sevdikleri Lars için yapıyor. Üstelik bunu doğrudan söylemesi için çok da güzel bir sahne eklenmiş. Lars, Bianca’ya kızdığı bir anda insanlara olan güvensizliğini dışa vurduğunda Karin’in tepki gösterdiği sahne gerçekten çok etkileyici. Tüm kasabanın Bianca için seferber oluşunun altında yatan, herkesin bildiği, ama Lars’ın anlamadığı (ya da anlamak istemediği) sebepleri samimi, doğrudan ve öfkeli biçimde açık eden nefis bir patlama anı. Bunda Emily Mortimer’ın çarpıcı performansının etkisi çok büyük. Lars’ın insanlara karşı mesafeli oluşunun altında yatanları tane tane öğrenmemize yardımcı olanlar hep Karin gibi onu düşünen, ona ayak uydurmaya çalışan bu kasaba insanları. Patricia Clarkson’un canlandırdığı doktor Dagmar da onlardan biri. Bianca için bir hastalık uydurup, esasen Lars’ın iç dünyasına inmeye çalışan Dagmar ile yaptığı konuşmalardan oldukça tatminkar çıkarımlar yapmak mümkün. Fakat sanılanın aksine, ikili bunu sürekli konuşarak, bizleri psikolojik terimlere boğarak yapmıyor. Dagmar’ın, onu canlandıran Clarkson’ın başarılı oyunu sayesinde soğukkanlı, hatta bazen ilgisiz doktor duruşu oldukça ilgi çekici. Bu soğukluğa rağmen Dagmar’ın Lars’ı çözmemize yarayan müdahaleleri senaryonun kalitesine işaret etmekte. İnsanlara dokunmaya korkan, bu yüzden kat kat giyinmeyi bile göze alan, insanlarla, hatta hoşlandığı halde iş arkadaşı Margo ile iletişim kurmaya korkan Lars’ın kendi gibi ilginç "sarılma" tarifi de bu kaliteli senaryonun bir ürünü.

Bianca gibi hareketsiz bir oyuncağın tam tersi kıpır kıpır bir genç kız olan Margo, Lars’ın belki de filmin önemli teması olan sevgi açlığını ve çaresizliğini yüzüne vuran önemli bir faktör. Burada da Kelli Garner’ın yeteneğine tanık oluyoruz. Lars’ın kendi geçmiş tecrübelerinden devşirdiği uydurma senaryolarla Bianca’yı ruh eşi olarak tanıtma çabaları, Margo’yu keşfetmesiyle bir iç sorgulamaya dönüşüyor. Film bu iç hesaplaşmayı sözsüz sahnelerle ve tabi Ryan Gosling’in doğallığıyla o kadar yalın biçimde sunuyor ki, sadece bu bile plastik bebek Bianca’yı bir “kişi” halinde algılamamızı sağlama başarısı gösteriyor diyebiliriz. Birbirine çok uyan iki insanın arasında, aslında hiç var olmayan ya da Lars’ın var ettiği bir engel… Bianca! İnsana benzeyen bir nesneyi bize algılatma şekliyle bile acayip bir film Lars and The Real Girl… Hiçbir kötülük yapmayan, hatta kötü bile düşünmeyen karakterlere sahip film, sadece Lars’ın Bianca’yı götürdüğü bir ev partisinde yapılan bir iki ufak iğnelemeyle geçiştirilen bu garip durumu istismar etmiyor. Zaten gereksiz yere kötücül karakterler icat edip, onların entrikalarıyla ağırlaşacak yapıda bir film değil. Kendi bireysel sorunlarını analiz etmeye daha çok kafa yoruyor.

Standart ama doyurucu dram oyunculukları, taze yönetmen Craig Gillespie’nin kontrollü rotası ve tabi filmin en önemli unsuru Ryan Gosling çıtayı yükseltiyorlar. Bana göre Oscar adayı olduğu Half Nelson’dan bile daha iyi bir performans sergileyen Gosling, Lars’a hayat verirken sevimli, hüzünlü, karmaşık, tedirgin, saf, espirili ruh hallerine çok hakim. Sevgi dolu mayasını bastırılmış korkularına teslim etmiş, ama içten içe bundan kurtulmayı arzulayan Lars rolünde başrol kavramının hakkını tam anlamıyla veriyor. Üstelik bir sahnede Nat King Cole’un meşhur ettiği L.O.V.E. şarkısını olağanüstü biçimde yorumluyor. Lars and The Real Girl, bir kasaba dolusu anlayışlı insan fikri manalı biçimde bizi gülümsetse de, ne acıdır ki insanoğlunun artık şüphe duyduğumuz hoşgörü kapasitesine güvenini, inancını ve ümidini yitirmemiş, insani damarları belirgin bir film…


L.O.V.E.
L is for the way you look at me
O is for the only one I see
V is very, very extraordinary
E is even more than anyone that you adore and

Love is all that I can give to you
Love is more than just a game for two
Two in love can make it
Take my heart and please don't break it
Love was made for me and you

8 Mayıs 2008 Perşembe

El Lobo (2004)


 Yönetmen: Miguel Courtois
Oyuncular: Eduardo Noriega, José Coronado, Mélanie Doutey, Silvia Abascal, Santiago Ramos, Fernando Cayo
Senaryo: Antonio Onetti
Müzik: Francesc Gener
 
Antonio Onetti'nin yazıp Miguel Courtois'nin yönettiği El Lobo, 70’ li yılların başında ETA örgütüne sızan ve örgüte bağlı birçok kişinin yakalanmasına yardım eden Kurt lakaplı ajan Txema’nın hayatından önemli bir kesit. Film ETA’nın en güçlü zamanlarında yapılan “Kurt Operasyonu”nun içyüzünü hem devlet, hem de ETA’yı tarafsız biçimde eleştirmekten geri durmayan bir anlatımla perdeye taşıyor. Gerçek olaylara dayalı bir köstebek hikayesi olan El Lobo, 70'li yılların bu sıradışı kişiliği ve en mühimi o yılların fokurdayan siyasi ortamı hakkında bilgilendirici bir film olmuş.
 
ETA'nın kendi iç disiplinine olduğu kadar, peşindeki otoriteye eleştiri oklarını çekinmeden fırlatabiliyor. Gayet cesur bir bakış atmayı başardığı kadar, dönem olarak 70'leri çok iyi yansıtan kıyafetler, saç şekilleri, arabalar ve ateşli siyaset yapan karakterler, dönem filmi unsurları olarak inandırıcı bir hava sağlamış. Tüm bunların yanında aşırı politik bir dili benimsemeyip sıkıcı olmadan, sinemasal kaygılarla düzeyli bir gerilim/aksiyon birlikteliği de barındırıyor. Tesis'den itibaren takip etmeye çalıştığım İspanyol oyuncu Eduardo Noriega, hem oyunculuk hem de fizik olarak ekranı doldurmayı iyi beceren bir aktör. Özellikle gerçek olaylardan uyarlanan dönem filmlerini sevenler kaçırmamalı.

6 Mayıs 2008 Salı

The Kite Runner (2007)

 

Yönetmen: Marc Forster

Oyuncular: Khalid Abdalla, Homayoun Ershadi, Atossa Leoni, Shaun Toub, Zekeria Ebrahimi, Ahmad Khan Mahmidzada, Saïd Taghmaoui

Senaryo: David Benioff, Khaled Hosseini

Müzik: Alberto Iglesias

 

Kaliforniya’da yazarlık yapmakta olan Afgan kökenli Amir’in çocukluğu, Afganistan’da Kabil’li zengin bir tüccar olan babasıyla birlikte yaşayan evin hizmetkarı Ali’nin oğlu Hassan ile birlikte geçmiştir. Beraber vakit geçiren Amir ve Hassan, Amir’in kıskançlığı, dengesizliği ve Hassan’ın yaşadığı kötü bir olay sebebiyle trajik biçimde ayrılmak zorunda kalırlar. Sovyet işgali başlayınca babasıyla Amerika’ya kaçan Amir ve Afganistan’da kalan Hassan bir daha görüşemezler. Yıllar sonra Amir, Pakistan’da yaşayan babasının eski dostu çok sevdiği Rahim Han’dan bir telefon alır. Hassan ve onun oğlu ile ilgili bu telefonun ardından, Hassan’a karşı vicdanen borçlu hisseden Amir, artık asla onun çocukluğundaki gibi olmayan, Taliban yönetimindeki ateş çemberi Afganistan’a gitmeye karar verir.

 

Khaled Hosseini romanından uyarlanan The Kite Runner, yazarın hayatıyla paralellikler taşımakta. Sovyetlerin Afganistan’ı işgali sırasında Paris’teki Afgan elçiliğine atanan babasının yanında bulunan Hosseini 1980’de ailesiyle birlikte Kaliforniya’ya yerleşmiş, tıp fakültesinden mezun olmuş, 1996’dan bu yana da dahiliye alanında pratisyen hekim olarak görev yapmaktaymış. Filmde yazar olmayı doktor olmaya yeğleyen Amir’in çocukluk ve yetişkinlik arasında geçen öyküsünde, Housseini’nin köklerine duyduğu bağlılığa edebi bir yaklaşım yanında, özellikle Taliban sonrası Afganistan’ın yitirilişine de eleştirel bir bakış da görülmekte.

 

Afgan nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Peştun’lara mensup olan varlıklı bir tüccarın oğlu Amir ile, tam tersi azınlıkta bulunan Hazara halkından olan Hassan arasındaki dostluk aracılığıyla işgal öncesi Afganistan’da şimdikine nazaran daha güçlü olan huzur, güven, hoşgörü ortamına değiniliyor. Ezilen, hor görülen ve hizmetkar olarak yaşamaya zorlanan azınlıktaki Hazara’lardan biri olmasına rağmen, Amir’in kültürlü, onurlu ve cesur babasının emektar hizmetçisi olan Ali’nin oğlu Hassan ile Amir’in dostluğu çok güçlü. Beraber sinemaya gidip, ezberleyene kadar The Magnificent Seven’ı izleyen, Amir’in yazdığı kısa hikayeleri tartışan, Steve McQueen’i İran’da görmeyi, onunla tanışmayı hayal eden ve en önemlisi o zamanlarda Afgan çocukları kadar yetişkinlerini de heyecanlandıran uçurtma yarışlarına beraber katılan Amir ve Hassan, çocuk oyuncuların da başarısıyla gerçek bir dostluğa sağlam bir vurgu yapıyorlar. Aralarındaki hizmetkar-efendi ayırımını hiç hissettirmeyen bu dostluk, Amir yüzünden çıkılması zor bir yola giriyor. Amir’i dostça bir bağlılığın yanında, sadık bir hizmetkar olarak da korumaya kollamaya adamış olan Hassan’ın onurlu, temiz, cesur ve zeki duruşu nedense Amir’i rahatsız ediyor. Hassan ve Amir’i, Hassan’ın Hazara olmasından ötürü sürekli rahatsız eden Peştun çocukları bir gün Hassan’a acı bir sürpriz hazırlıyor. Bu olaya tanık olduğu halde Hassan’a yardım etmek için hiçbir şey yapmayan, üstelik ona hiç hak etmediği şekilde davranan Amir, bu ihanetinden dolayı da yıllarca vicdan azabı çekiyor. Çok sonra Hassan’a bu vicdan borcunu ödeme fırsatı elde ediyor. Ama bu fırsat, onu arkasına bakmadan kaçmak zorunda kaldığı Afganistan’a götürecek ve orada göreceği, öğreneceği acı gerçeklerle yüzleşmesine vesile olacak kadar zalim bir fırsat.

 

Amir ve babası Amerika’ya kaçmadan evvel izlediğimiz bölümler filmin en can alıcı bölümleri. Bunda Amir ve Hassan’ın dostlukları etrafında şekillenen hem edebi, hem de dramatik anlamda atılan sağlam temellerin rolü büyük. Amir’in yazdığı, ağlarken gözyaşları inci tanesi olarak dökülen ve bu sayede zengin olma hırsının önüne geçemeyen adam ile ilgili trajik hikayeye Hassan’ın getirdiği müthiş eleştiri, Amir’in babasının en büyük suçun hırsızlık olduğu üzerine yaptığı enfes tarif gibi zeki yaklaşımları yanında, The Magnificent Seven’da Steve McQueen’in Farsça dublajını İran’lı olmasına yoran çocuksu bir masumiyeti de bünyesinde barındırıyor. Bunun yanında sinema yönünden de etkileyici bir görsellik sunmayı ihmal etmiyor. Filmin sembolü olan uçurtma sahneleri buna en güzel örnek. Başkalarının uçurtmaları ile havada girilen mücadele sonucu rakip uçurtmaları etkisiz hale getirme amaçlı oyunu izlediğimiz sahneler, filmin etnik havasına farklı bir tat sağlamış. Havada it dalaşı yapan uçakların mücadelelerine benzer bir estetikle hazırlanmış bu sahnelerin bilgisayar destekli olması bu sahneleri yapaylaştırmadığı gibi, farklı bir aksiyon dinamiği de kazandırmış. Eski Afganistan’da çocukların en büyük eğlencelerinden biri olan uçurtmaların genel olarak sembolize ettiği tüm soyut kavramlar, özellikle bu coğrafyanın çocuklarının dramları düşünüldüğünde daha coşkulu şekilde vücuda geliyor.

 

Tabi filmde yürek burkan çeşitli sahneleri duygu sömürüsü şeklinde algılama riski de söz konusu. Ama hem işgal öncesi süregelen Peştun-Hazara ayrımı, hem de işgal sonrası Afganistan’da hüküm süren Taliban zulmünden geriye her zaman naif şeyler kalmaması çok doğal. Üstelik merkeze çocuk karakterler alındığı vakit, bu çocuk masumiyeti ile kaos ortamının kaçınılmaz kesişmesinden çıkacak sonuçlar ancak hazmı zor bir drama anlayışıyla dile getirilmek durumunda olabiliyor. The Kite Runner için de durum bundan ibaret. Üstelik tamamen bir Amerikan yapımı olarak, biçim yönünden Osama, Turtles Can Fly veya Kandahar gibi Doğu ile Avrupa ortak yapımı filmlere çok fazla uzak kaldığı da söylenemez. The Kite Runner için çocuk duygusallığı ile dönem/rejim karmaşasından rant sağlamaya çalışan duygu sömürüsü olarak değil, tıpkı bu adı geçen filmlerin yapmaya çalıştığı gibi daha geniş kitlelere ulaşarak bir farkındalık ve dikkat çekme hedefinden bahsedilebilir. Afganistan’da geçen bir film çekecekseniz bunun çiçekler, böceklerle ilgili olması biraz garip kaçar. Çocukların Taliban tarafından nasıl yetimhaneden alınıp istismar edildiklerine ya da zina ile suçlanan kadınların stadyumda nasıl taşa tutulup öldürüldüklerine vurgu yapmaktır garip kaçmayacak olan…

 

Tamamı Amerika dışından oluşturulmuş cast ve çeşitli Afgan lehçelerinin ağırlıkta olduğu dili ile sağlanan etnik yoğunluk, hikayenin anlatımına sekte vurmuyor, yapmacık kalmıyor. Fakat finale doğru özellikle kaçma/kaçırma bölümünün oldu bittiye getirilmiş hissi uyandıran aceleciliği fazla fantastik kaçsa da, neticede ulaşmak istediği hedefe ulaşıp vicdani rahatlama sağlaması yönünden filmi rencide etmiyor. Küçük bir aşk hikayesi ve onun evliliğe uzayan süreci, Amerika’da yaşayan Afgan cemaatine kısa da olsa bir bakış, filmin dramatik yoğunluğuna etnik çeşni katıyor. Yönetmen Marc Forster, geniş vizyonu ve farklı türlerde çektiği filmleriyle gittikçe olgunlaşıyor. Tavır yönünden Ang Lee’nin bir sonraki kuşağına dahi edilebilecek yönetmen adaylarından biri. Çok güçlü oyuncularla çalıştıktan sonra The Kite Runner ile hiçbir gişe beklentisi olmaksızın tanınmamış, hatta oyuncu bile olmayan insanlarla çalıştıktan sonra yüksek bir bütçeyle yeni James Bond filmini çekmek, yapabileceklerini test eden kendi kendine bir meydan okuma gibi adeta. Başta çocuk oyuncular Ahmad Khan Mahmidzada ve Zekeria Ebrahimi (en çok da Mahmidzada) çok sevimli ama bir yandan da acıklı bir oyun sergiliyorlar. Bunun yanında baba rolüyle Abbas Kiarostami başyapıtı Ta'm e guilass’dan hatırlanacak mimar/oyuncu Homayoun Ershadi çok başarılı. Ayrıca filmin belki de uluslararası anlamda en meşhur oyuncusu olarak Amir’i Kabil’e gizlice sokan şoför Farid rolünde Fas asıllı Fransız oyuncu Saïd Taghmaoui’yi gösterebiliriz.

 

 

Forster’ın vazgeçemediği senarist David Benioff ile görüntü yönetmeni Roberto Schaefer yine iş başında. Ayrıca atmosferik melodileriyle usta müzisyen Alberto Iglesias’ı da unutmamak gerek. The Kite Runner çok duygusal bir dostluk epiği olabilecek iken, Marc Forster’in yavaş yavaş alışılmaya başlayan bağımsız, iddiasız tavrı nedeniyle kendi kendine yetmeyi daha yerinde bulan bir anlayışın son ürünü. Bunun bir sonraki ürününün James Bond olması sizi aldatmasın. Bu seçim şekli, bazı yönetmenler için biraz da bu meydan okuma tavrının bir ürünü…