27 Ağustos 2017 Pazar

Dangal (2016)


Yönetmen: Nitesh Tiwari
Oyuncular: Aamir Khan, Fatima Sana Shaikh, Sanya Malhotra, Aparshakti Khurana, Sakshi Tanwar, Zaira Wasim, Suhani Bhatnagar, Ritwik Sahore, Girish Kulkarni
Senaryo: Piyush Gupta, Shreyas Jain, Nikhil Mehrotra, Nitesh Tiwari
Müzik: Pritam Chakraborty

Eski güreşçi Mahavir Singh Phogat ve zorla güreşçi yapıp başarıdan başarıya koşturduğu kızları Geeta ve Babita'nın gerçek olaylara dayalı hikayesini, aralarında yönetmen Nitesh Tiwari'nin de bulunduğu dört kişilik bir senarist ekibinin senaryosuyla izlediğimiz Dangal, Bollywood sınırlarını da aşıp gelen filmlerden. Bir Aamir Khan Productions yapımı olması itibariyle tüm görkemli Bollywood unsurlarına, başarı öyküsü bir film olması itibariyle de tüm spor filmi klişelerine sahip. Hatta girişte de belirtildiği üzere, kişiler ve bazı olaylar gerçek olsa da, senaristler tarafından dramatize edilmiş bir film Dangal. Bu yüzden nasıl başladığı, geliştiği ve sonlandığı seyircinin onlarca spor filmi senaryosundan tecrübe ettiği düzlemde ilerliyor. Tabii Hint yapımlarının kendine has dokunuşlarından fazlasıyla nasibini alarak, etkileyici anlar yaratarak ve teknik kapasitesini sürekli yüksek tutarak. Olayların ne kadarı filmde anlatıldığı şekliyle gelişti bilemiyoruz. Öyle ya da böyle, ortada çeşitli yönleriyle mutlaka anlatılması, tüm dünyanın öğrenmesi gereken bir başarı öyküsü olması, Dangal'ı özel bir konuma oturtuyor.

Hindistan'ın, tarihi boyunca güreş dalında hiç altın madalya kazanmamış olmasına kafayı takan, bunun sorumlusu olarak yeterli imkanları sağlamayan, spora ve sporculara destek olmayan sistemi suçlayan Mahavir Singh Phogat'ın en büyük hayali, birgün Hindistan'a bir altın madalya gelmesi. Bu hayalini gerçekleştirmek için doğacak oğlunu yetiştirmeye hazır. Ama bir türlü oğlu olmayınca, üstüne üstlük dört kız evlat sahibi olunca bu hayalinden gittikçe uzaklaşmaya başlıyor. Birgün büyük kızları Geeta ve Babita'nın bir sokak kavgasında erkek çocukları dövdüklerini öğrenince kaybolan umutları yeşeriyor. Hiç gönüllü olmadıkları halde kızları sıkı bir disiplinle güreşçi yapmaya karar veriyor. Özellikle Geeta üzerine yoğunlaşan senaryo, kızların adım adım yükselişini neredeyse tek bir klişeyi bile atlamadan perdeye taşıyor. Tabii burada Hindistan'daki kız çocuklarına yönelik tutuculuğun tüm boyutlarıyla ele alınmaması mümkün değil. Bu noktada hiç falso vermediği söylenebilir. Bir Arap ülkesi kadar bağnaz olunmasa da, Hindistan'da güreş sporuyla ilgilenen kızlara takınılan bu tutumun önünde hem bir baba, hem de antrenör olarak kaya gibi dikilen Mahavir Singh Phogat, bu duruşuyla filmin en önemli mesajlarından birini taşıyor.


Hiç gönülleri olmamasına rağmen Mahavir'in iki kızını güreşçi olarak yetiştirmek istemesi, bu uğurda kimi zaman tavizsiz ve acımasız davranması, seyirciyi Mahavir'i sorgulamaya itebiliyor. Kızların birgün gizlice bir kız arkadaşlarının düğününe gitmeleri, Mahavir'in orayı basıp onları azarlaması da buna tüy diken anlardan biri oluyor. Ancak düğünü yapılan 14 yaşındaki kız çocuğunun Geeta ve Babita'ya söylediklerinden sonra tahmin etmesi zor olmayan bir dönüşüm haklı olarak filme ivme kazandırıyor. Özellikle spor akademisi çağına gelince Mahavir ve Geeta arasında yaşanan gelgitler, bir baba - kız çatışması yanında, kuşak çatışması içine düşen bir sporcu - antrenör dengelerine de sahip oluyor. Eski usül güreş taktikleri ile modern yöntemler arasındaki çatışmayı lafta bırakmamaya çalışıp mümkün olduğunca detaylandırmak isteyen senaryo, her iki metodu da sıkıcı hale getirmeden Mahavir ve Geeta üzerinden kişileştiriyor. Tabii eski usülü temsil eden antrenör babayı hep haklı çıkararak. Bunun bir sakıncası yok. Büyük sözü dinlemek çoğu zaman ihtiyaç duyduğumuz birşeydir. Ama burada Mahavir gibi kişisel hayalini gerçekleştirmek için kızlarını kullanan, fakat bunun yanında o kızlara kendi bireysel özgürlüklerini, özgüvenlerini kazandıran bir baba figürünün haklı çıkması çok önemli.

52 yaşındaki aktör / yapımcı Aamir Khan, Bollywood'a yön veren en önemli isimlerden biri. Bu sinemanın karikatürize ve dramatik tüm bileşenlerine hakim olan Khan, tecrübesiyle Geeta ve Babita'yı farklı yaşlarda canlandıran tecrübesiz dört genç kıza da antrenörlük yapıyor adeta. Hatta onları kamera arkasında da zorladığını düşündürebiliyor. Bazen slogana kaçması kaçınılmaz bu gibi Bollywood yapımlarının kendini ifade etme biçimleri, müziği, dansı, komediyi ve gözyaşını 2.5 saatin üzerinde seyreden sürelere hızlı bir kurguyla yaymaktan ibaret. Konu da Dangal'daki gibi ilgi çekiciyse o 2.5 saatin nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Olağanüstü sinematografisi, güreş koreografileri, şarkıları ve Pritam Chakraborty imzalı tema müzikleriyle bu ilgi çekici konuyu daha da renklendirmek için elinden geleni ardına koymayan bir film Dangal. Bundan sonra 2010 Olimpiyatlarına Oyunlarına Hindistan’ı temsilen katılan ilk kadın güreşçi olan ve altın madalya getiren ilk sporcusu olmayı başararak tarihe geçen Geeta Phogat'ın kariyerini anlatmak için de böyle görkemli bir film gerekirdi. Keşke bir yazılı metinle değil de, finalle bağlantılı biçimde 5-10 dakika daha ayrılıp, bir sonraki 2014 olimpiyatlarında altın madalya alan Babita da onurlandırılsaydı. Yine de Dangal'ın bundan sonra Aamir Khan'ın en iyileri arasında gösterilmesi kaçınılmaz.

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Virunga (2014)


Yönetmen: Orlando von Einsiedel
Müzik: Patrick Jonsson

2017 yılında The White Helmets ile En İyi Kısa Belgesel dalında Oscar kazanan Orlando von Einsiedel'in yönettiği İngiltere / Kongo ortak yapımı Virunga, dünyanın biyoçeşitliliği en yüksek bölgelerinden biri, aynı zamanda yeryüzünde sadece 880 tane kalan dağ gorillerinin vatanı olan Kongo Virunga Milli Parkı'nın içinde bulunduğu birçok tehlikeyi ve bu tehlikelere karşı duran bir grup iyi insanı konu alan güçlü bir belgesel. Parkın UNESCO'ya bağlı çalışan en yetkili koruyucusu, aynı zamanda çevreci bir antropolog olan Belçikalı Emmanuel de Merode, eskinin çocuk savaşçılarından, şimdinin ise idealist aile babası ve park korucusu Rodrigue Mugaruka Katembo, yetim kalmış dağ gorilleriyle kendi evlatları gibi ilgilenen bakıcı André Bauma, Virunga üzerine oynanan politik ve ekonomik oyunları ifşa etmek isteyen cesur gazeteci Mélanie Gouby gibi dört güçlü ve gerçek karakter ile Virunga olayının tüm boyutları bu belgesel sayesinde gözler önüne seriliyor. Einsiedel, bu farklı boyutları birbiriyle iç içe geçirerek, bunu yaparken dağınıklığa meydan vermeyerek, en önemlisi de tüm bu çabaların sadece Virunga'yı korumak için gösterildiğine dair vurguyu ortak bir duygu haline getirerek yapıyor.

Virunga gibi cennet köşesi bir park, bu benzersiz güzelliği yanında, dört bir yandan tehlikelerle kuşatılmış olmanın hüznünü de taşıyor. Emmanuel de Merode ve Rodrigue Mugaruka Katembo, para ve zevk uğruna gözünü bile kırpmadan bölgedeki hayvanları katleden kaçak avcı terörüne karşı kararlı bir duruş sergiliyorlar. Özellikle sayıları gittikçe azalan dağ gorillerini öldürdüklerinden, onlardan geriye kalan yetim gorillerin korumaya alınması gerekiyor. Onlara hem annelik, hem babalık eden fedakar bakıcı André Bauma'nın, içinde mutluluk, umut ve keder karışımı saklı olağanüstü yüz ifadesi bu canlıların talihsizliğini ve korumaya muhtaçlığını özetliyor adeta. Bir başka tehlike de, Londra merkezli SOCO International adlı petrol şirketinin petrol arama çalışmaları için Kongo'nun zengin doğal kaynaklarını gözüne kestirmiş olması. Burada devreye giren araştırmacı gazeteci Mélanie Gouby, SOCO için saha çalışmaları ve lobiler yapan bir yetkiliden gizli kamera kullanarak çarpıcı bilgiler ediniyor. Parkın doğal çevresini, içinde yaşayan hayvanları ve orayı korumak için çalışan yetkililleri umursamayan, çıkarları uğruna her türlü yozlaşmayı göze alabilecek olan bu şirketi cesurca açık ediyor.

Ne yazık ki Virunga'nın karşı karşıya kaldığı tehlikeler bununla bitmiyor. Mayıs 2012'de resmi yönetime karşı savaş ilan eden silahlı M23 isyancılar, önüne geleni yakıp yıkarak ilerliyorlar. Üstelik Mélanie Gouby'nin hem SOCO için çalışan bazı yetkililerden, hem de isyancı grubun başındaki Vianney Kazarama'dan edindiği gizli kamera görüntülerinden bu iki gücün birbiriyle ilişki içinde olduklarını, SOCO'nun isyancılara maddi manevi destek sağladığını öğreniyoruz. İsyancıların silahlı gücünden faydalanılarak yerel halkın ve bu büyük projelere karşı duran kişi ve kurumların sindirilmesi hedefleniyor. Bu mücadele hala bitmiş değil. Belgesel sayesinde yakından tanıdığımız bu dört insanın kendi yetki alanları dahilinde, bazen sınırları da zorlayarak, hatta canlarını ortaya koyarak verdikleri koruma mücadelesi çok büyük değer taşıyor. Hem onların karizmatik birer aktör gibi duruşları, hem de Einsiedel'in cesur yönetimi sayesinde aksiyon ve dramatik öğelerle de yoğun biçimde ilerleyen belgesel, önemli bir farkındalık sağlama amacı taşıyor. Virunga'nın muhteşem coğrafyasından görüntüler izlediğimiz gibi, kulağımızda vızıldayan kurşunlara, uzaklardan duyduğumuz bomba seslerine de tanık oluyoruz. Yeryüzünde Virunga gibi kirli oyunlara alet edilip kaderiyle başbaşa bırakılmaması gereken binlerce güzellikten biri için verilen bu örnek mücadelenin gerçekten örnek olmasını içten içe diliyoruz. Ama dilemek hiçbir zaman yetmiyor.

18 Ağustos 2017 Cuma

El ciudadano ilustre (2016)


Yönetmen: Mariano Cohn, Gastón Duprat
Oyuncular: Oscar Martínez, Dady Brieva, Andrea Frigerio, Manuel Vicente, Belén Chavanne, Marcelo D'Andrea, Nora Navas, Daniel Kargieman
Senaryo: Andrés Duprat
Müzik: Toni M. Mir

"Nobel Edebiyat Ödülü'nü almak konusunda iki farklı duygu hissediyorum. Bir yandan gururum okşandı, gerçekten okşandı. Ama diğer yandan bu acı duygu içimde çok daha ağır basıyor. Benim inancıma göre bu tür oy birliği ile alınmış onay kararı bir sanatçının çöküşüyle doğrudan ve şüphe götürmez şekilde alakalıdır. Bu ödül şunu kanıtlıyor; eserlerim kişilerin zevkleri ve ihtiyaçlarıyla aynı görüşte. Yargıçların, uzmanların, akademisyenlerin ve kralların. Açık bir şekilde, ben sizin için en konforlu sanatçıyım ve bu konforun her artistik eserde bulunması gereken ruhla çok az ilgisi var. Sanatçıların sorgulaması ve şaşırtması gerekiyor. Bu yüzden bir sanatçı olarak ulaşabileceğim son noktaya gelmekten pişmanlık duyuyorum. Ancak hissettiğim en kalıcı duygu şu aslında; gururuma yediremediğim, ikiyüzlü bir şekilde beni kızdıran, yaratıcı macerama son vermeye karar verdiğiniz için size teşekkür etmektir. Ama lütfen bunları söyleyerek sizi suçladığımı düşünmeyin sakın. Gerçek bu değil. Burada suçlanacak tek kişi var o da benim. Çok teşekkür ederim."

Nobel Edebiyat Ödülü kazanan ünlü Arjantinli yazar Daniel Mantovani'nin (Oscar Martinez) ödül töreninde yaptığı bu konuşmayla başlayan El ciudadano ilustre (The Distinguished Citizen), bu ödülü kazanmayı kariyerinde bir düşüş olarak gören kurmaca bir yazarı takip ediyor. Avrupa’da yaşayan ve çok yoğun bir davet temposu olan Daniel, Arjantin’de büyüdüğü, romanlarının beslendiği Salas kasabasından gelen daveti kabul ediyor. 40 yılın ardından ilk kez kasabaya giderek nostaljik duygularını tekrar harekete geçireceğini, anılarını tazeleyeceğini, masum bir arınma hissiyatı yaşayacağını düşünürken kendini tuhaf, komik, sinir bozucu olaylar zincirinin içinde buluyor. Eski arkadaşlar, eski sevgili, değişen lokasyonlar, hap baki kalmış cehalet gibi unsurlar tipik bir eve dönüş hikayesinin temelleri iken, oradan çıkan başarılı bir entelektüelin yaşadığı çatışmaları çok etkili biçimde dile getiren film, bu çatışmaları kültür, şöhret, edebiyat, sanat, vefa/vefasızlık ve insan davranışlarının ikiyüzlülüğü üzerine konumlandırarak çok diri bir kara mizah tonu elde ediyor. Yıllar önce terk ettiği kasabasındaki kültür sanat algısındaki banallikler, mikro ve makro toplumlarda sıkça görülen kültür sanat algısındaki cehaleti yansıtır nitelikte. Tabii Daniel sadece bu algı ile yüzleşmiyor, kasabada bıraktığı insanların ya da yeni tanıdıklarının türlü sorunlarının da odak noktası haline geliveriyor.


Gençlik yıllarında Salas'taki eski sevgilisi Irene ile evlenmiş yakın arkadaşı Antonio, onların Daniel'i saplantı haline getirmiş kızları Julia, Daniel'i turistik bir amaç uğruna kullanma eğilimindeki yönetici Cacho, kasabadaki bir resim yarışmasında Daniel'in jüri başkanı olarak elediği resmin öfkeli sahibi, Daniel'den engelli oğluna yeni bir tekerlekli sandalye almasını isteyen bir adam, kitaplarından birinde kendi babasından bahsettiğini iddia eden başka bir kasaba sakini gibi türlü karakterler mevcut. Daniel'in memleketini ziyaret etmesini fırsat bilerek geçmişin ezikliklerini veya şimdinin sağlıksız çıkarımlarını onun üstüne boca ediyorlar. Onun kitaplarındaki Salas referanslarını fırsat bilerek ve bahane ederek onu bir hedef tahtası haline getiriyorlar ya da kişisel çıkarları için kullanabilecekleri bir özne halinde görüyorlar. Bu açıdan hiç de romantik bir memlekete dönüş hikayesi yaşanmıyor. Zaten senarist Andrés Duprat'ın amacı da bu değil. En azından amaçlarından biri, geldiğimiz yer ile değil, kendimizi dönüştürdüğümüz şey ile alakalı bir duruş belirleyebildiğimiz gerçeği. Ünlü biri olmanın etrafta (ya da hemşehriler bazında) yarattığı beklentilerle baş etmenin dayanılmaz ağırlığı.

Harika edebiyatın haksızlık ve güçlüklerle yaşayan toplumlardan çıktığını, "kültür" kelimesini cahil, aptal ve tehlikeli insanların diline doladığını, yazar olmak için kağıt, kalem ve kibir gerektiğini, daha buna benzer pekçok düşüncesini aktaran Daniel'in, hem şöhretli hem elit bir yazar olarak karşılaştığı bu insan ve olayların sığlığı ile olan imtihanı tipik bir yazar kibrinin yansımaları olarak görülebilir. Ama bir sanatçı olarak bu insan ve olayların doğup büyüdüğü yerden çıkmış olmasının yarattığı tuhaf ikilemler çok iyi yansıtılmakta. Birgün ünlü bir yazar olarak Nobel Ödülü alıyorken, başka birgün kendinizi memleketinizin köhne bir tavernasında eski arkadaşınızın saçma dansını izlerken bulabiliyorsunuz. Sizi "Saygın Vatandaş" olarak seçip heykelinizi diken de, fikirlerinizi beğenmeyip üzerinize yumurta atan da aynı cahil motivasyonlarla bunları yapıyorken, her şeyi yüzeyselin ötesinde düşünmeye çalışan bir yazar olarak haklı biçimde kendinizi üstün, kibir duygunuzu da korunaklı bir liman gibi görmenizin önünde bir engel kalmıyor. İşte El ciudadano ilustre, bazı etkinlikler için yıllar sonra doğup büyüdüğü Salas kasabasına dönen Nobel sahibi Daniel Mantovani'nin hem memleket hasreti klişesine, hem de sanatçı ve halk arasındaki düşünsel/eylemsel çelişkilerine farklı açılardan yaklaşabilmiş, üstelik bunları doğru telakki etmiş bir film.

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Al final del túnel (2016)


Yönetmen: Rodrigo Grande
Oyuncular: Leonardo Sbaraglia, Clara Lago, Pablo Echarri, Federico Luppi, Uma Salduende, Walter Donado, Laura Faienza, Facundo Nahuel Giménez, Javier Godino
Senaryo: Rodrigo Grande
Müzik: Lucio Godoy, Federico Jusid

Bir trafik kazası sonucu karısını ve kızını kaybeden, kendisi de tekerlekli sandalyeye mahkum olan Joaquín, evinin bodrumunda elektronik eşya tamiriyle uğraşan, uyuşuk köpeğiyle yaşayan, kendi düzenini kurmuş bir adamdır. Birgün evindeki bir odayı kiralamak üzere striptizci Berta ve küçük kızı Betty hayatına girer. Apar topar odayı kiralayan anne kız sayesinde hayatı bir az olsun renklenen Joaquín, bir gece çalıştığı zemin kattaki duvarın ardından gelen sesler üzerine orayı takibe almaya karar verir. Teknolojik aletlerden iyi anladığı için küçük kameralar ve dinleme cihazlarıyla yan tarafta olup bitenleri izlemeye başlar. Galereto liderliğindeki bir grup hırsız, evin yakınındaki bir bankayı soymak üzere tünel kazmaktadırlar. Hırsızların aynı zamanda gizli kasalarda şantaj malzemesi olacak belgeleri alması için emniyetten gizemli biriyle de işbirliği olduğunu öğrenen, üstelik Galereto'nun işlediği bir cinayete de tanık olan Joaquín, bu soygun planını baltalamak üzere harekete geçer.

Arjantinli Rodrigo Grande'nin yazıp yönettiği Al final del túnel (At The End Of The Tunnel) heyecan ve gerilim yüklü bir suç filmi. Hızlı sayılabilecek bir girişle Joaquín'in münzevi hayatına önce Berta ve Betty'yi sokan, onları bu hayata bir çırpıda alıştıran Rodrigo Grande, bir süre sonra yan binadaki soyguncuları oyuna dahil ederek sadede geliyor. Bir yandan Joaquín'in onları gizli gizli izleme ve dinleme safhaları, bir yandan Berta ve birkaç yıldır bilinmeyen bir sebeple hiç konuşmayan küçük Betty ile kurmaya çalıştığı iletişim ile paralel ilerleyen film, Joaquín'in soyguncular arasında çıkan anlaşmazlık sonucu işlenen bir cinayete tanık olması ve sürpriz sayılabilecek bir kırılma noktasıyla dozunu arttırmaya başlıyor. Joaquín'in bu münzevi hayatını sürdürdüğü muhite bir tünel uzaklığında bulunan önemli bir bankaya düzenlenecek bu soygunda yozlaşmış bir emniyet görevlisinin de parmağının olması, Sadece Joaquín'in köpeği Casimiro ile konuşan Betty'nin sırrı derken birkaç kanaldan gizem ve gerilim inşa eden film, bu kozlarını da tünelin içindeki ve dışındaki çeşitli sahnelerle gayet iyi kullanıyor.

Joaquín'i ufak çapta MacGyver'ın tekerlekli sandalyedeki hali gibi tasarlayan Rodrigo Grande, bu mekanik zekanın verdiği güveni, aynı zamanda bu fiziksel handikapın getirdiği dezavantajları seyirciye de kolayca aşılayabiliyor. Mantık hataları evhamından kendini arındırmak suretiyle film esnasında gösterdiği bir köpek mamasını, kol saatini, köpek aksesuarına takılan dinleme cihazını, sonradan patlayacağını bildiğimiz silah gibi gösterip uygun yerlerde patlatıyor. Hatta senaryosunda tüm bu soygun ve o soygunu baltalama planlarını aynı anda yapan kişi olduğundan, önünde engel teşkil edeceğini düşündüğü Berta'yı uzun süre devre dışı bırakmaktan da geri durmuyor. Neyi, kimi, nerede, nasıl kullanacağını sadece kendisi bildiğinden, seyirci olarak tahminlerimizi bir nebze güçleştiriyor. Tarantino finallerini de andıran final hesaplaşması sayesinde ürettiği çözüm, böyle bir düğüm ancak bu yöntemle çözülebilirdi dedirtiyor. Arjantin sinemasının en popüler ve tecrübeli aktörlerinden Leonardo Sbaraglia ve özellikle La cara oculta filmindeki rolüyle göz dolduran İspanyol oyuncu Clara Lago'nun performanslarıyla güçlenen Al final del túnel, bir zamanlar David Fincher dendiğinde akla gelen tarzı andıran gerilimli, sürprizli yapısıyla görülmeyi hak eden bir film.

6 Ağustos 2017 Pazar

King Arthur: Legend Of The Sword (2017)


Yönetmen: Guy Ritchie
Oyuncular: Charlie Hunnam, Jude Law, Djimon Hounsou, Astrid Bergès-Frisbey, Eric Bana, Aidan Gillen, Neil Maskell, Kingsley Ben-Adir, Craig McGinlay, Freddie Fox, Tom Wu, Annabelle Wallis, Bleu Landau, Michael McElhatton, Poppy Delevingne
Senaryo: Joby Harold, Guy Ritchie, Lionel Wigram, David Dobkin
Müzik: Daniel Pemberton

Arthur henüz çocukken babası Kral Uther ve annesi Igraine, amcası Vortigern'in ihanetine uğrayarak öldürülürler. Vortigern kral olarak tahta geçer. Doğuştan kazanılan bu hakkı kendisinden çalınan ve kim olduğuna dair hiçbir fikri olmayan Arthur ise bir genelevde büyümüş, Londinum şehrinin arka sokaklarında çeşitli işler kovalayarak geçimini sağlayan biridir. Ancak babasının efsane kılıcı Excalibur'u saplandığı taştan zorlanmadan çektiğinde bütün hayatı alt üst olur. Gerçek kralın kendisi olduğunu halka ispatlamak isteyen Vortigern, tüm gücüyle onu öldürmek için peşine düşer. Kral karşıtı isyancılar da yeni liderlerini bulmuşlardır. Fakat Arthur ne bu büyülü kılıcı kullanabilmekte, ne de doğuştan kral olduğuna inanabilmektedir. Vortigern'in zulmü karşısında hoşuna gitse de gitmese de gerçek mirasına sahip çıkmak zorunda kalacaktır.

Guy Ritchie'nin 9. filmi King Arthur: Legend Of The Sword, Kral Arthur efsanesinden Joby Harold, Lionel Wigram ve Ritchie'nin senaryolaştırdığı epik ve fantastik bir macera olarak karşımıza çıkıyor. Evet, Ritchie'nin geldiği nokta ne yazık ki bu. Kariyerinde Lock, Stock and Two Smoking Barrels, Snatch ve RocknRolla gibi üç efsane suç kara komedisi bulunan, bu üç filmle adeta kendi suç evrenini ve sinemasını yaratan Ritchie, artık Amerikan yapımı dev bütçeli filmlerin yönetmeni konumunda. İki Sherlock Holmes filmiyle başlayan, aynı adlı TV dizisinden uyarlama The Man from U.N.C.L.E. ile süren bu bildik serüvenin en son ayağı olan King Arthur, acaba Ritchie'nin kariyerinde yapmak istediği gerçekten bu muydu diye düşündürmeden edemiyor. Bu saydıklarımız kötü filmler değil. Ama çoğu kişinin başını sonunu bildiği roman, TV, efsane uyarlamaları ile artık Ritchie'nin kestirilebilir bir sinemacı olma yolunda emin adımlarla ilerlediği söylenebilir. Sadece biçimsel bazda kendine has bazı çekim tekniklerini hemen hemen her filminde kullanması onu özgün bir yönetmen yapmıyor. Onun karmaşık ve özgün suç öykülerini, temposunu çok iyi ayarladığı anlatım tarzını ve bunları harikulade mizah anlayışıyla bütünleştirdiği filmlerden ümidimiz günden güne azalıyor.


King Arthur vesilesiyle Ritchie'nin kariyerine bir de tarihi film eklediğini düşünsek de, bu efsaneyi kendi tarzına uydurmak adına çırpındığı anların da farkına varıyoruz. Mesela Arthur'un zor şartlarda Londinum'da büyümeye başladığı hızlandırılmış patikalar gayet iyi iken, gitgide sıkıcı bir hal alan "bir efsanenin yükselişi" temalı anayola sapılması, üzerinden yaklaşık 10 sene geçmiş RocknRolla sonrası Guy Ritchie cephesinde yeni birşey olmadığını gösteriyor ne yazık ki. Üstelik o anayolda bu kez fantastik Hollywood sinemasının tüm klişeleri kol geziyor. Mükemmel suç formülleriyle birbirinden komik ve karizmatik karakterlerin yollarını kesiştiren, esprilerin kurşunlarla havada dans ettiği kült anlar yaratan adamın büyülerle, devasa canavarlarla, yeşil ekran kandırmacaları ve yerli yersiz türlü CGI numaralarıyla boğuşmasını izliyoruz. Bunların çok daha iyilerini Peter Jackson'dan izledik. Sinemaya farklı yorumlarla pekçok kez uyarlanmış Kral Arthur mitinin Guy Ritchie versiyonundan ne çıkacağına dair merak kırıntılarımızın önüne de bu dev Hollywood klişeleri çıkıyor. Zaten o da eski Ritchie değil. Yapımcılar ondan büyük gişe filmleri istiyor, o da istediklerini vermek için çabalıyor haliyle.

Guy Ritchie'nin dibe sürüklendiği bir diğer nokta da, artık karakter oluşturamaması. 10 sene öncesinde kendi yarattığı onlarca şık suç figürünün kimi zaman karikatürize, kimi zaman kendi bağımsız filminin bile çekilebileceği kadar derinlikli duruşlarından eser yok. Zaten ortada sıfırdan ürettiği bir senaryo olmadığından, hazırda olanlardan farklı türevler yaratmaya çalışıyor. Sherlock Holmes filmlerinin Robert Downey Jr. - Jude Law ikilisinin karizmasından beslenişindeki farklılığını ayrı bir yere koyarsak, RocknRolla'dan beri tek bir orijinal karakter çıkaramayışını bu hazırcı zihniyetine bağlamak gerekir. Sıradaki Ritchie projelerine bakarsak da (Aladdin, Sherlock Holmes 3) bu zihniyetin daha uzun süre böyle gideceğini söyleyebiliriz. Belki de bir Sons Of Anarchy izleyicisi olmadığımdan, başroldeki Charlie Hunnam'ı bile benimseyememiş olmamın sebeplerinden biri, Ritchie'nin artık karakter / olay / stilize kurgu bütünlüğü yerine gişe endişeli tavır benimseyip, özgün karakterler çıkaramamasıdır. Öyle ki, Jude Law'ın kötücül tiplemesi bile karton klişelerden biri halinde. Jude Law ile birlikte Djimon Hounsou, Aidan Gillen gibi iyi oyuncular da derinlikten uzak senaryonun kurbanlarından. Bana göre filmin tutulduğunda elde kalmayan tek yanı, yine Daniel Pemberton imzalı müzikleri. Geri kalanı, bir zamanların fırtına sinemacılarından birinin gişe memuruna dönüşmesindeki halkalara eklenen bir yenisi.