25 Haziran 2016 Cumartesi

Clean (2004)


Yönetmen: Olivier Assayas
Oyuncular: Maggie Cheung, Nick Nolte, Béatrice Dalle, James Johnston, Martha Henry
Senaryo: Olivier Assayas, Malachy Martin,Sarah Perry
Müzik: Brian Eno, David Roback

Uyuşturucu bağımlısı rock yıldızı Lee aşırı dozdan ölünce, eşi Emily uyuşturucu bulundurmaktan suçlu bulunup hapse atılır. Bir anda herkesin ona düşman kesilmesiyle arkadaşlarını, parasını ve oğlunun velayetini kaybeder. Altı ay sonra salıverilen Emily, Lee’nin Kanada’daki yaşlı anne-babasının yanında kalan oğlunu yanına alabilmek için toparlanıp “temiz”, yeni bir hayata başlamaya karar vererek Paris’e taşınır. Uyuşturucuya, eski sevgililerine ve yoksulluğa direnip ucuz lokantalarda çalışarak, ucuz kıyafetler satarak, bir yandan da müzikte kariyer yapmayı hayal ederek yaşamını düzene sokmaya çalışır. Fransa-İngiltere-Kanada ortak yapımı Clean, Maggie Cheung için çekilmiş hissi uyandıran oldukça zengin bir yapım. 2004’te Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Cheung, müzisyen kocasını aşırı dozdan kaybeden ve kendisi de aynı batağa saplanmış, ancak temizlenmek için mücadele veren Emily rolüyle ne kadar değerli bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Konusu ve yaptığı çağrışımlar itibariyle fena halde Courtney Love veya Yoko Ono hikayelerini anımsatsa da, film hiç o yollara girmeden, şiddete veya aşırı doza bulaşmadan karakterler etrafında kendi yolunu çizmekte.

Filmin zenginliği, sadece üç ülke ortak yapımı olmasından kaynaklanmıyor elbette. Emily’nin hayata tutunma çabasına Paris, Londra ve Vancouver fon oluşturuyor. Oliver Assayas hikayesini anlatırken kullandığı şehirleri turistik amaçlı değil, karakterlerin yaşam çevrelerini betimlemek için sade ve ekonomik şekilde kullanıyor. Ülke ve karakter zenginliği beraberinde dil zenginliğini de getiriyor tabiki. Filmde İngiliz ve Amerikan İngilizcesi, Fransızca ve Çince konuşuluyor. Ancak ne konuşulursa konuşulsun, insana özgü duyguların ortak bir dili olduğu mesajı özellikle verilmese de alınabiliyor.
 

Maggie Cheung’dan özellikle bahsedilmesi gerek. Zira zenginliğin ana kaynağı kendisi. Yukarıda bahsedilen dillerin hepsini filmde konuşmasından başka, oyunculuk olarak ne kadar geniş bir yelpazeye sahip olduğuna tanık olma fırsatı elde ediyoruz. Hero, In The Mood For Love gibi onun ismini tüm dünyaya tanıtan filmlerin epik atmosferinden uzakta bir filmde Cheung’u izlemek farklı bir anlam taşıyor. Hüzünlü yüzüne alıştığımız aktrisin hüznü, bu filmde daha bir hayata dair duruyor sanki. Sigara içmesi, ağlaması, gülmesi, şarkı söylemesi, afro saçları, diğer filmlerindeki masalsı kadının imajına yeni ve sarsıcı eklentilerde bulunuyor. Tüm bu özellikler onu, dünyanın aşık olunmaması en zor kadınlarından biri yapıyor belki de.

Emily’nin kayınpederi rolü için Nick Nolte mükemmel bir seçim olmuş. Acılı ama ölçülü Albrecht Hauser, bugün 64 yaşında olan Nick Nolte ile ancak bu kadar kanlı canlı hale gelebilirdi. Özellikle Cheung ile karşılıklı sahneleri çok etkili. Nolte, yaşlandıkça kağıt üzerindeki karakterlere karakter katan bir oyuncu. Elena rolündeki Béatrice Dalle ve kısa bir süre görünen Trip-Hop şarkıcısı Tricky ise sofranın zenginliğine katkıda bulunan elementler. Clean başta Maggie Cheung hayranları olmak üzere bağımsız film severler ve kaliteli oyunculukları sade bir filmde görmek isteyenlerin kaçırmaması gereken dil ve karakter zengini bir film.

14 Haziran 2016 Salı

When We Were Kings (1996)


Yönetmen: Leon Gast

Leon Gast'ın yönettiği, 1996 yılında En İyi Belgesel Oscar'ı kazanan When We Were Kings, 1974 yılında 32 yaşında olan ve kariyerinin düşüşte olduğu görüşlerinin arttığı bir dönemde Muhammed Ali'nin o zamanlar Dünya Ağırsiklet Boks Şampiyonu olan George Foreman ile Zaire'nin başkenti Kinshasa'da yapacağı maçı ve öncesini anlatan mükemmel bir belgesel. Tarihte "Rumble In The Jungle" diye de bilinen bu dev maçın sadece bir boks maçı olmayıp, politik, sosyal ve biraz da dönemin ünlü isimlerinin katıldığı müzik festivali sebebiyle sanatsal altyapılarını da inceleyen Leon Gast, belgeseli yayına hazır hale getirmek için 22 yıl harcamış. Gast aslında Kinshasa'ya müzik festivaliyle alakalı bir belgesel çekmek için gitmiş. Ama programın uyuşmaması ve bazı maddi zorluklar nedeniyle bu niyetinden vazgeçip Muhammed Ali ve onun için çok anlamlar içeren bu maça odaklanmaya karar vermiş. Çok da iyi yapmış. Çünkü böylece birkaç farklı kanal üzerinden çok boyutlu bir belgesel vücuda getirmiş.

Dünya tarihinin en önemli spor olaylarından biri olan Foreman - Ali müsabakası öncesi ve anı, en iyisi diyebileceğimiz bir boks filmi senaryosuna bile rahmet okutacak kadar heyecanlı ve dramatik enstantanelerle dolu. 60'lı yılların şampiyonu Muhammed Ali, Vietnam savaşına gitmeyi reddetmesi yüzünden ünvanlarını kaybetmeye başlamış, moral bozukluğu ve form düşüklüğü nedeniyle dönemin güçlü boksörlerinden Joe Frazier ve Ken Norton'a yenilmiştir. Nihayet 74'de bu kez Frazier'i yenerek, dönemin bir numarası George Foreman'a karşı dövüşmeye hak kazanır. Öte yandan iflasın eşiğindeki meşhur organizatör Don King, bu dev maçı Zaire'nin başkenti Kinshasa'da yaparak medyatik açıdan da ilginç hale getirmek ister. Bununla yetinmeyip James Brown, B.B. King, Bill Withers, Miriam Makeba gibi dev isimlerin katıldığı Zaire 74 adında "Black Woodstock" benzetmesi de yapılan bir festival organize eder. Böylece dönemin farklı kesimlerinden ikonik afro-amerikan sembollerini Afrika'nın ortasında biraraya toplayarak tüm dünyaya siyah ırkın gücünü bir kez daha göstermek niyetindedir.


Ali ve Foreman'ın Zaire'ye inmelerinden itibaren basın yoluyla birbirlerine meydan okumaları, antrenmanları, yerel halkla ilişkileri vs. iki tarafın ruh halini ve bu maça bakışlarını çok iyi yansıtıyor. Zaire halkı ise kendini yakın hissedemeyeceği, ukala ve sevimsiz tavırlara sahip Foreman yerine, "Ali bomaye!" nidalarıyla Ali'nin safında yer aldığını çoktan belli etmişti. Düşüşteki Muhammed Ali'nin kendisinden on yaş genç ve formunun zirvesindeki Foreman'a karşı kazanması çok zor görünüyor. Ama yıllar boyu ayrıntıları uzun uzun konuşulmuş, her roundu detaylı biçimde analiz edilmiş bu tarihi maçta Ali'nin "rope-a-dope" adı verilen teknikle Foreman'ı 8. roundda nakavt edişi resmen dillere destan olmuştur. Belki de pekçok boks filmi, kendi imkansız zaferlerini imkanlı kılan ilhamı bu maçtan almışlardır. Ali'nin bu imkansızı başarma işi, sadece tarih boyu ezilen siyah ırkın özgürlük ve söz sahibi olma hakkıyla özdeşleşmekle kalmamış, özellikle Vietnam'dan beri ne uğruna savaştığını bilmeyen, dostluk ve kardeşlik kavramlarından uzaklaşarak yıpranmış beyazların da empati / sempati duygularına yön vermiştir.

Cassius Marcellus Clay, Jr. adıyla 17 Ocak 1942'de Louisville, Kentucky'de doğan Muhammed Ali, romanlara, filmlere konu olacak hayatı ve kariyeriyle gerçek bir idoldü. Üstün boks yeteneği yanında "spoken word" tarzında iki albüm yapan, iki otobiyografi yazan, bazı filmlerde ve bir Broadway müzikalinde rol alan, pekçok toplumsal ve politik meselede ön saflarda yer alan bir aktivist olan Ali, Vietnam savaşına katılmayı reddetmesi, Müslüman olması, seçimlerde Reagan'a destek vermesi gibi birçok konuda da eleştirilmişti. Ama yaptığı her şeyin arkasında duran cesur ve sivri dilli tavrını renkli açıklamalarla, şiirsel demeçlerle, bilge sözlerle sürdürdü. Ringde olduğu kadar ring dışında da örnek bir kişilikti. 1984 yılında boksa bağlı kafa travmasının sebep olduğu Parkinson teşhisi konduktan sonra yavaş yavaş normal özelliklerini kaybetmeye başlamasıyla yaklaşık 30 yıl boyunca normal tepkiler veremeden ikonik bir figür olarak yaşamayı sürdürdü. 3 Haziran 2016'da Arizona'da solunum yetmezliği nedeniyle kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Geride olağanüstü maçlar, mükemmel sözler ve milyonlarca üzgün hayran bıraktı. Örnek bir dünya vatandaşı ve herkesin ona biçtiği lakabıyla "The Greatest" olarak ölümsüzleşti. When We Were Kings, belki Muhammed Ali'nin hayatındaki herşeyi anlatmıyor. Ama çok şey anlattığı kesin.

8 Haziran 2016 Çarşamba

West Of Memphis (2012)


Yönetmen: Amy Berg
Müzik: Nick Cave, Warren Ellis

HBO yapımı West Of Memphis, 1993 yılında West Memphis / Arkansas'ta 8 yaşında üç erkek çocuğun işkence edilerek öldürülmeleri ve bu olay sebebiyle Jessie Misskelley (17), Damien Echols (18) ve Jason Baldwin (16) adında üç gencin tutuklanmasıyla ilgili süreci tüm detaylarıyla inceleyen müthiş bir belgesel. Geçmişlerinde şiddet ve ufak tefek dükkan soygunlarından oluşan bir suç profili bulunan bu üç gençten Echols ve Baldwin'in suçlamaları reddetmelerine rağmen bazı zihinsel algılama sorunları bulunan Misskelley'nin polis sorgusunda bu suçu itiraf etmesi işleri geri dönülmez bir yola sokuyor. Bir anda günah keçisi ilan edilen bu üç genç, kamuoyunun vicdanını rahatlatmak için medyanın da çabasıyla esen rüzgar sonucu ömür boyu hapis (Misskelley ve Baldwin) ve ölüm (Echols) cezalarına çarptırılıyorlar. Belgesel, mahkumiyetin 18 yıl süren evresindeki gelişmeleri, kritik noktaları, kırılma anlarını son derece akıcı ve heyecan verici bir polisiye kaliteyle anlatıyor. Zira bu davanın perde arkasında çok farklı detaylar mevcut.

Bu cezalar verildikten sonra işin peşini bırakmayan avukatlar, sivil toplum örgütleri, Eddie Vedder, Henry Rollins, Natalie Maines gibi aktivist müzisyenler, Peter Jackson, onun senarist eşi Fran Walsh, Johnny Depp gibi sinema dünyasından isimler, Damien Echols'un hapisteyken 1999'da özel izinle evlendiği Lorri Davis, "The West Memphis Three" (Memphis Üçlüsü) adı verilen bu üç gencin masum olduklarına inanarak girişimlerde bulunurlar. Çünkü davada ilginç gerçekler ortaya çıkmaya başlar. Mesela polisin algılama güçlüğü bulunan Misskelley'den itiraf alma kurnazlıkları, üç zanlıyı olay yerinde gördüğünü iddia eden kadının LSD kullandığının kanıtlanması, atılan iftiralar, acılı ailelerin de sağduyulu davranamayıp medya önünde bu insanları suçlu ilan etmeleri, bu dava üzerinden kamuoyu nezdinde prim yapmak isteyen adalet temsilcileri gibi pekçok unsur, davayı şüpheli hale sokar. Buna DNA teknolojisinin gelişmesiyle birlikte yıllar sonra olay yerindeki deliller arasında bulunan bir ipucunun sürpriz bir ismi işaret etmesi de eklenince, Memphis Üçlüsü'nün suçsuzluğuna olan inanç artar.


93'te işlenen korkunç cinayetlerin ortaya çıkması ve mahkeme süreci ne kadar heyecanlı ve gizemliyse, üçlü hapse girdikten sonra dışarıda yaşanan özgürlük mücadelesi de o kadar sürükleyici. Hukuki süreci ve bu sürecin insani yansımalarını çok iyi kaynaştıran film, elde edilen DNA bilgisi sonrası polisiye alanını daha da genişleterek adeta kendi içinde başka bir kanal daha açıyor. Yapımcıları arasında Peter Jackson, Fran Walsh, Lorri Davis ve Damien Echols'un yer aldığı West Of Memphis, 2007'de Deliver Us from Evil belgeselini de yönetmiş olan Amy Berg imzalı bir film. Berg, Memphis Üçlüsü davası vesilesiyle Amerikan toplum yapısından yola çıkıp adalet sistemine, oradan da masumiyet ve özgürlük kavramlarına çok güçlü salvolar yapıyor.

Tabii bütün bunların sadece Amerikan toplumuna ait olmadığını da düşündürerek, bir yabancılaştırma değil, tam tersi bir özdeşleştirme yaşatıyor. Zira adalet, masumiyet, özgürlük gibi değerlerin evrenselliği anlamamızı sağlayan bu ve buna benzer dehşet verici davalarla dünyanın pekçok ülkesinde karşılaşıldığını biliyoruz. 18 yıl geciken adalet, adalet midir tartışılır. Ama dünyanın her yerinde hala adaletini bulamamış ya da günah keçileri sayesinde bulmuş gibi gösterilmiş o kadar çok dava mevcut ki, bunu sağlamak için Berg, Jackson, Walsh, Davis, Vedder, Maines ve Echols'un avukatları gibi daha fazla insana ihtiyaç var. Ayrıca West Of Memphis ve bir başka Amy Berg yapımı Deliver Us from Evil gibi gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatacak cesur belgesellere de.

4 Haziran 2016 Cumartesi

Abluka (2015)


Yönetmen: Emin Alper
Oyuncular: Mehmet Özgür, Berkay Ateş, Tülin Özen, Müfit Kayacan, Ozan Akbaba
Senaryo: Emin Alper
Müzik: Cevdet Erek

Bilinmeyen bir yılda İstanbul, terörün sebep olduğu kaos ile mücadele halindedir. 20 yıl sonra hapisten şartlı tahliye olan Kadir, emniyet yetkilisi Hamza sayesinde çöp toplama işine başlar. Kadir aslında emniyet tarafından muhbir olarak çalışacaktır. Görevi tam olarak gecekondu mahallelerindeki çöpleri karıştırarak bomba ile ilgili malzemelerin olup olmadığını kontrol edip emniyete bu bilgileri iletmektir. Ayrıca yaşadığı çevrede şüphelendiği kişi ve olayları da bildirecektir. Hapse girdiği sırada küçük bir çocuk olan kardeşi Ahmet'i bulan Kadir, belediyede çalışan Ahmet ile kardeşlik bağını yeniden kurup kaybettiği yılları telafi etmek istemektedir. Kiraladığı evin sahipleri Ali ve Meral'den de yakınlık görür. Ancak hem kendisine yeterli yakınlığı göstermeyen Ahmet, hem de Ali-Meral çiftinin bazı halleri Kadir'i şüphelendirir. Ayrıca ortanca kardeş Veli de uzun zamandır kayıptır.

2012 yılında çektiği ilk filmi Tepenin Ardı ile haklı ödül ve övgüler kazanan Emin Alper, yine yazıp yönettiği ikinci filmi Abluka ile başta Venedik Film Festivali'nden aldığı jüri özel ödülü dahil üç farklı ödül olmak üzere, Sofya, Asya Pasifik, SİYAD, Malatya gibi festivallerden de elleri dolu döndü. Bu iki filmiyle politik sinemanın önemli güçlerinden biri olacağını kanıtlayan Alper, ülkemizin terör odaklı toplumsal gerçekliklerini kendi kurguladığı hikayelere uyarlamayı tercih eden ve distopik olduğu iddia edilen bir hikaye daha anlatıyor. Bu manada Tepenin Ardı'nda yakaladığı eleştirel tonun benzerini kırsaldan büyük şehre taşıyor. Terör sorununa ayna tutan, kendi yarattığımız düşmanla olan mücadelemizdeki ikiyüzlülüğümüze, sahiplenişimize, suskunluğumuza ve abartılarımıza ustaca göndermeler yapan Tepenin Ardı da tıpkı Abluka gibi zamanı belli olmayan, ama yaklaşık 30 küsür yıldır süren iç karışıklıklarla derdi olan bir film. Alper'in zaman kavramını bilinçli olarak bilinmez yapmasının sebebi, belki bu sorunun zamansızlığına inanmasındandır düşüncesine inanabiliriz. Ama Abluka gizemli / gerilimli olay örgüsünün çekiciliğine rağmen, politik açıdan Tepenin Ardı'ndaki gibi bir orijinallik yerine daha kolaycı problemler ve çözümler içeriyor.


Abluka'da göze çarpan kurgusal dağınıklık, filme olumlu bir şekilde hizmet etmediği gibi, Emin Alper'in Tepenin Ardı'ndaki merakının bir uzantısı olarak halüsinasyon sahneleri de bu dağınıklığa eklenince film yer yer aksıyor. Mesela Kadir'in Ahmet'in evine uğradığı ama Ahmet'in kapıyı açmadığı sahneyi farklı zamanlarda hem Kadir, hem de Ahmet'in tarafından izliyoruz. Bu duruma bir de Ahmet'in sanrıları dahil olunca işler karışıyor. Gerçi o bölüm finale doğru ana gövdeye çok iyi bağlanıyor. Ama sırf orijinallik olsun diye girilen bu yol, gerilimi artırmanın suni bir yolu olmaktan öteye gitmeyen, hatta kimi zaman korkaklıkla ya da biçimsel tembellikle bile suçlanmaya müsait bir tercih olarak görünebiliyor.  Yine de filmin müthiş bir görsel işçiliği var. Öyle ki, zaman - mekan tekinsizliğini vurgulamanın en etkin yollarından birinin noir bir atmosfer yaratmaktan geçtiğini bilen görüntü yönetmeni Adam Jandrup, filmin bazı saniyelerinde Roger Deakins ya da Barry Sonnenfeld karanlığından aşina olduğumuz sanatsal kareler yakalıyor. Bu estetik anlayış, köhne gecekondu evleri, sokakları, yeraltı mekanlarıyla öteki İstanbul'u, hatta bazen de yüksekten yapılan çekimlerle filmin coğrafi sınırlarını genişletip çevresel hacmini belirlemeye çalışıyor.

Abluka'nın politik duruşunu Kadir'in "eskiden ekmek derdindeydik şimdi herkes can derdinde" cümlesiyle özetlemek mümkün. Emin Alper, İstanbul'u bu hale getiren politik tercihleri ve bunun sonucunda yaşanan kaosun çıkış noktasını detaylandırmayıp günümüz karmaşasından çok da farklı bir yere koymuyor. Kadir gibi insanlar ve onun yaptığını yapanlar gerçekten var. Belediyenin sokak köpekleri konusunda neden bu kadar hassas olduğuna anlam veremeyenler, belki orada da Sarmaşık filmindekine benzer bir metaforla işi çözebilirler. Bu teşbihe meyilli politik sinema tavrı, ya senaryo estetiği göz önünde bulundurulduğu için ya da iktidarın yarattığı baskı kültürünün yaydığı korku sonucu oluşan temayüllerden kaynaklanıyor olsa gerek. Estetik kaygılar hep var tabii. Ama bu sinema 12 Eylül ile yüzleştiği gibi ilerde bu dönemle de yüzleşecektir. O zamana kadar elini korkak alıştırmadığını göstermek için -mecburen- sanatsal kaygı bahanesinin ardına sığınarak gerçek isimler, gerçek arşiv görüntüleri vs. kullanamıyor, hedefi belli doğrudan atışlar yapamıyor. Bu açığı gidermek için rüyalardan, halüsinasyonlardan, sembollerden, metaforlardan medet umuyor. Demek istediklerini film sonrası söyleşilere, röportajlara bırakıyor. Orada da klişe laflarla, imalarla ve sembolleri bir yere oturtmak için kasan dolaylı anlatımlarla kaçak dövüş sürüyor.


Abluka'nın başrolünde Türk sinemasının (ve televizyonunun) son yıllardaki en önemli aktörlerinden biri olan tiyatro kökenli Mehmet Özgür var. Tepenin Ardı'nda da çok doğal bir oyunculuk sunmuş olan aktör, Kadir'in yıpranmışlığını, çevresinde olup bitenlere anlam vermeye çalışan ürkekliğini, kendini şüphelerle dolduran saflığını, kardeşini kazanabilmek için gösterdiği geç kalmış çabayı mükemmel betimliyor. Ahmet rolündeki Berkay Ateş de film içinde yardımcı erkek oyuncu statüsünün birkaç gömlek fazlasını sergiliyor. Emin Alper, Kadir kadar Ahmet'in de dramına ortak bir anlatım geliştirerek bu sözde distopik terör ortamının adım adım aşındırdığı iki karakterini kağıt üstünden omuzlar üstüne taşıyor. Sinema kariyerine şimdiden iki güçlü film katan Alper, bir yandan da henüz en iyi filmini çekmediğini düşündüren spontane aksaklıklar ve çekincelerle hareket ediyor. Bu iki filmle heyecan uyandıran, bir sonraki hamlesi merakla beklenen bir tarzın temellerini sağlamlaştırıyor.