29 Eylül 2018 Cumartesi

Sicario: Day Of The Soldado (2018)


Yönetmen: Stefano Sollima
Oyuncular: Benicio Del Toro, Josh Brolin, Isabela Moner, Jeffrey Donovan, Catherine Keener, Matthew Modine, Elijah Rodriguez, David Castañeda, Bruno Bichir
Senaryo: Taylor Sheridan
Müzik: Hildur Guðnadóttir

2015 yılındaki Sicario'nun devamı niteliğindeki Sicario: Day Of The Soldado, ilk filmde olduğu gibi yine Taylor Sheridan'ın senaryosunu hayata geçiriyor. Sheridan'ın haricinde Sicario 2'nin mutfağında değişiklikler var. İlk filmi yöneten Denis Villeneuve'ün yerini Suburra adlı güçlü mafya filmini ve yine bir mafya filmi olan Gomorrah'ın dizi uyarlamasını yöneten İtalyan Stefano Sollima alıyor. Yine ilk filmin görüntü yönetmenliğiyle Oscar adaylığı alan Roger Deakins'in koltuğunda Polonyalı Dariusz Wolski, müziklerini inşa eden rahmetli Jóhann Jóhannsson'un koltuğunda ise yine İzlandalı Hildur Guðnadóttir oturuyor. Bütün bu değişimler filmi ilk Sicario'nun çıtasının altında gösterse de, asıl zayıflık Sheridan'ın devam senaryosunda kendini gösteriyor. Bir kere en başta Sicario'nun bir devam filmine ihtiyacı olup olmadığının tartışılması gerekiyor. Matt Graver (Josh Brolin) ve tetikçi Alejandro (Benicio Del Toro), esrarı tam aydınlanmamış, malzemesi, potansiyeli olan karakterler olduğu için Sheridan onları bir devam filminde değerlendirmek istemiş olabilir. Kate Macer'ın, yani Emily Blunt'ın bu senaryoda yer bulmaması filmi 1-0 geriden başlatıyor. Zira filmin türlü klişelerinin kaynağı olan ergen Isabela Moner'ı saymazsak, testosteron yoğunluğunu seyreltmek için kadın karakter kontenjanındaki Catherine Keener ve ona biçilen rol pek doğru bir seçim sayılmaz. Bu defa Graver ve Alejandro'ya odaklanmış, ilk filmle karakter olarak bağlantılı, ama konu olarak biraz daha farklı bir film izlemek durumundayız.

Kate Macer'ın olmamasının filmden götüreceği en belirgin özellik, Amerikan hükümetinin el altından destek verdiği "kirli" imha operasyonlarının vicdan muhasebesinin yapılmayacak olması olabilir. Ne var ki Sheridan bu açığı kapatmak için bu defa Alejandro üzerinden kendi mantığıyla çelişmekten kaçamamış. Bu çelişkiye birazdan değinmek üzere Day Of The Soldado'nun konusuna bakarsak, ortalığın fena kızışacağını düşünebiliriz. Uyuşturucu kartellerinin yan sanayii olarak insan ticaretine, hele de müslüman teröristleri Meksika sınırından Amerika'ya sokmaya başlamaları, bu teröristlerden bazılarının sivil halka bombalı eylemler düzenlemeleri üzerine yetkililerin işi gizli ve kirli yollardan çözmesi için Matt Graver'a havale etmeleri, teorik açıdan filmin temelini iyi atıyor. Graver, Ortadoğu'daki tecrübelerine dayanarak çılgın bir plan yapıyor. Buna göre Meksika'nın en güçlü kartellerinden Matamoros Karteli ile Carlos Reyes'in başında olduğu bir diğer karteli birbirine düşürmek için çift taraflı hamleler tasarlıyor. Tabii çok gizli bu operasyona dostu Alejandro'yu da dahil ediyor. Bunun Alejandro için anlamı büyük. Zira onun ilk filmde ortaya çıkan misyonunun yarım kaldığını, intikamını tamamlamak için Reyes'i devirmesi gerektiğini anlıyoruz.


Matamoros Karteli avukatının sokak ortasında öldürülmesi ve ardından Reyes'in kızı Isabel'in kaçırılmasını organize eden Graver ve ekibi, çevirdiği dümenlerle kredi toplar, kahraman olur, çok önemli bir kozu da eline alır. Sheridan bu benzetmesiyle Amerikan Hükümeti'nin savaş politikaları gereği işleri nasıl yürüttüğüne dair yeni olmayan, ama cesareti ve detaylı organize suç ağı ifşalarından ötürü eskimeyen bir tavır ortaya koyuyor. Ne var ki hükümetin gizli desteğiyle her türlü gücü elinde bulunduran Graver'ın ayak oyunlarıyla iki karteli birbirine düşüren Sheridan, bu karışıklığı bize hiç hissettiremiyor. Çünkü beklenmedik bir pusu sonrası Alejandro ve sözde kurtarılan rehine Isabel'in Graver'dan ayrı düşmesi sonucu senaryo farklı bir rotaya sapıyor. İşte bu noktada Sheridan'ın çelişkisi başlıyor. İlk filmde Alejandro'nun, kızını acımasızca öldürdüğünü öğrendiğimiz kartelden intikam almak uğruna neleri göze aldığını, nasıl soğukkanlı ve acımasız bir tetikçi olduğunu bize kabul ettirdikten sonra bu filmde onu baş düşmanının kızıyla kader birliği içine sokması nereden baksak tutarsızlık olmuş. Burada Alejandro'nun vicdani sınavının, Isabel ile kaybettiği kızı arasında kurduğu empatinin bayatlığı, filme olan hevesi söndürme tehlikesi taşıyor. Karteller arası kaosu hissettiren, zeki politik göndermeler, aktüel ve eleştirel bakış açısıyla şekillenmiş bir içerik beklerken, sınırda sıkışmış Alejandro ve Isabel'in kurtuluş yolculuğuna fit oluyoruz.

İlk Sicario'da olduğu gibi burada da finale doğru ana gövdeye bağlanacak bir yan hikaye var. Kartele dahil olmak, orada yükselmek isteyen genç Miguel'in, insan kaçakçılığı yapan Hector'un kanatları altında bu suça ortak olma sürecini izliyoruz. Bu yan hikayeyi doğru kablolarla filme bağlayan Sheridan, final sürecinde bu hikayenin ekmeğini yemeyi planlıyor. Nasıl yediği seyircinin farklı beklentileri ölçüsünde değer bulacaktır. Ama gerek yarım bırakılmış hesaplaşmalar, gerekse sanki bir dizi bölümünün finalini andıran son sahne, üçüncü Sicario'nun yolda olduğunun habercisi. Bu durum da ilk Sicario'nun ikincinin habercisi olmamasıyla çelişiyor. Başka bir deyişle ilk film, kendi ayakları üzerinde sağlam duran, tüm meselelerini stilize bir aksiyon/dram ekseninde çözmüşken devamının gelmeyeceğine ikna etmişti. Oysa Day Of The Soldado tüm çözümleri başka bahara bırakarak belki de bir üçleme olmaya soyunuyor. Sheridan bu senaryoyu Sicario'nun devamı olarak değil de bambaşka bir film olarak tasarlasaydı, ufak rötuşlarla kendi serisini yaratacak bir yapım olabilirdi. Bunları hiç öğrenemeyeceğiz. Özellikle durdukları yerde bile rollerini doldurabilen karizmatik Josh Brolin - Benicio Del Toro ikilisini tekrar aynı rolde görmek keyifli olsa da, Day Of The Soldado'nun da ilk film gibi kendi bağımsızlığını ilan etmiş bir şekilde üçüncü filme yelken açması daha iyi olurdu.

20 Eylül 2018 Perşembe

Kelebekler (2018)


Yönetmen: Tolga Karaçelik
Oyuncular: Tolga Tekin, Bartu Küçükçağlayan, Tuğçe Altuğ, Serkan Keskin, Hakan Karsak, Ezgi Mola, Ercan Kesal
Senaryo: Tolga Karaçelik
Müzik: Ahmet Kenan Bilgiç

Gişe Memuru (2010) ve Sarmaşık (2015) sonrası üçüncü uzun metrajı Kelebekler'i yazıp yöneten Tolga Karaçelik, yine metaforlarla, kara mizahla, emprovize anlarla dolu bir filme adını yazdırıyor. Bir Karaçelik filmi olması zaten yeterli beklenti sebebiyken, bir de üzerine dünyanın en önemli bağımsız film festivali olan Sundance'te Dünya Sineması Büyük Jüri Ödülü kazanan Kelebekler, aile komedisi, yol filmi, eve dönüş ve geçmişle hesaplaşma dramı arasında mekik dokuyan bir yapım. Fon desteği almadan 18 günde çekilmiş bir film olması itibariyle yaşadığı tür dağınıklığı kendini belli ediyor. Ayrıca üç farklı karakteri benimsetip birbirlerine ve yaşadıkları olaylar zincirine adapte etme gibi zor bir amacı elinden geldiğince, imkanları el verdiğince yerine getirmeye çalışıyor. Netice aldığı kadar alamadığı noktalar da mevcut. Ana akımdan, festival unsurlarından, ikisinin arasında seyreden absürt mizahtan besleniyor. Sarmaşık gibi diri bir gerginliğin ardından daha hafif, naif ve sevimli anlar yaratan karakterde. Öne sürdüklerini oluruna bırakmak, hafif komedi çapında fazla ciddiye almamak, ama bu kategoriye soktuğunuzda da başka türlü eleştiriler getirmek icap eden bir film.

Almanya'da astronotluk yap(amay)an Cemal, babasından aldığı telefon üzerine kardeşleri olan öğretmen Suzan ve bir türlü yırtamamış dizi oyuncusu Kenan'ı da alarak Milas'taki Hasanlar Köyü'ne gitmek üzere harekete geçiyor. Karakterleri yolculuk öncesinde tanıtmak için fazla özenmeyen senaryo, Cemal'in bir türlü mesleğini icra edemeyişinden, Suzan'ın partneri (ki onu Tolga Karaçelik canlandırıyor) ile arasındaki iletişimsizlikten, Kenan'ın şöhreti yakalayamamış oyuncu bezginliğinden kısaca dem vuruyor. Ufak tefek nazlanmalar sonucunda çıkılan yoldan da, pavyon bölümü haricinde fazla malzeme üretilmiyor. Yine de karakterlere ısınmak açısından faydalı küçük dokunuşlar mevcut. Ne zaman ki Hasanlar'a varıyorlar, komedi ve dramın iç içe geçtiği, zaman zaman birbirlerini itelercesine ön plana çıkmak için çabaladıkları bir film izlemeye başlıyoruz. Patlayan tavuklar, kafasındaki deli sorularla ateizme yelken açmış bir imam, bu imama gıcık olan yurdum insanı muhtar, yağmur bekleyen köy ahalisi ve çocuklarını çağırdıktan birkaç gün sonra ölmüş olan baba. Babalarını görmek için gelip onun cenazesiyle karşılaşan üç kardeşin doğdukları ev ve buradaki anıları ile yüzleşmeleri üzerinden malzemesi iyi bir "öze dönüş" dramının inşası başlıyor.


Küçükken anneleri ile alakalı yaşadıkları trajedinin ve babalarından ayrılmak durumunda kalmanın gölgesinde filizlenen üç farklı yüzleşme, önce yağmur biriktiren bulutlar gibi yavaş yavaş potansiyel yükleniyor. Özellikle bunlar yaşanırken çok küçük olan Suzan'ın ebeveynlerini hatırlama güçlüğü çekmesiyle yaşadığı sıkıntı ona ekstra dramatik bir boyut ekliyor. Babalarının vasiyeti gereği kelebekler geldikten sonra gömülmek istemesi üzerine bekleme sürecine giren kardeşlerin yıllar sonra farklı yaş ve hayat görüşleriyle önce yolculuk yapmaları, sonra aynı evde buluşmaları, uzun ve özenilmiş bir senaryoda fevkalade sıkıcı ve yapay diyaloglara sebebiyet verebilirdi. Oysa Tolga Karaçelik az ama öz fikirlerle bu boğucu olması beklenen atmosferi filtrelemeyi, ondan sevimlilik, huzur, mutluluk üretmeyi başarıyor. Suzan ve Kenan'ın gece kapı önündeki konuşma sahnesi, kardeşlerin "Gidelim Buralardan" ile şenlenen bahçedeki rakı sofrası bölümü gibi anların bu filme çok gerekli olduğunun bilincinde. Sonra o yağmur biriktirmiş bulutlar, mezar başında kelebeklerle birlikte öfke patlamaları şeklinde yağıyor. Uzun süre cebimizde tuttuğumuz, ölen babanın masalları andıran gizemdeki vasiyetinin ortaya çıkmasıyla ne diyeceğimizi bilemez halde, suratımızda tuhaf bir gülümsemeyle hayatın normal akışına kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Tolga Tekin, Bartu Küçükçağlayan ve Tuğçe Altuğ üçlüsünün sürüklediği Kelebekler, bu oyuncuların performansları yönünden en ufak bir sıkıntı yaşamıyor. Ama girişte onları büyük şehir hayatında yol bulmaya çalışan bireyler olarak daha derli toplu bir tanıtım düşünülse, gelişme bölümünde yolculuk kısmı biraz daha uzun tutulup renklendirilse filmin aceleye gelmiş havası biraz olsun dağıtılabilirdi. Ama şu haliyle bile hedeflediği birçok duyguyu seyirciye geçirebilmeyi başarmış bir yerli sinema örneği. Zaten Sundance'in filmi bu kadar sevmesinin ardında az da olsa Amerikan tarzı yol, eve dönüş, geçmişle yüzleşme kronolojisinin sade pratiği yatıyor olabilir. Bu pratiği spontane bir yerellikle bütünleştiren Karaçelik, Sarmaşık'taki sarmaşıklar ve salyangozlar, burada da tavuklar ve kelebekler üzerinden yaptığı serbest çağrışımları alametifarikası haline getirdiğini ilan ediyor adeta. Serkan Keskin muhtar rolüyle gayet eğlenceli. Fakat köyün şüphelerle boğuşan imamı olarak izlediğimiz, Şarmaşık'taki Nadir rolüyle de çok iyi bir performans ortaya koyan Hakan Karsak, bu trajikomik ve özel role hakkını veriyor. Filmin Sundance, Bükreş, İstanbul, Ankara festivallerindeki başarısı sonrası Tolga Karaçelik'in ufuktaki projelerinde daha güçlü bir maddi destekle, daha geniş bir zamana yayılan çekim sürecine sahip olmasını, daha eli yüzü düzgün bir sinematografi ve müzik kullanımıyla salonlarda yer almasını ümit ediyoruz.

16 Eylül 2018 Pazar

Maudie (2016)


Yönetmen: Aisling Walsh
Oyuncular: Sally Hawkins, Ethan Hawke, Kari Matchett, Gabrielle Rose, Zachary Bennett, Billy MacLellan
Senaryo: Sherry White
Müzik: Michael Timmins

Daha çok dizi yapımcısı ve senaristi olarak bilinen Sherry White'ın, 1903-1970 yılları arasında yaşamış Kanadalı ev kadını ve resim sanatçısı Maud Lewis'in hayatından senaryolaştırdığı, İrlandalı yönetmen Aisling Walsh'ın yönettiği Maudie, Kanada/İrlanda ortak yapımı sade bir dram. Ama bu sadelik, sevimlilik hali Hacimli bir hüzün tabakasıyla güçlendirilmek suretiyle ekrana aktarılıyor. Maud Lewis'in hayatının dönüm noktası olan 30'lu yaşlarında başlayan film, öncesinde olanları daha sonra çeşitli şekillerde dile getirmek üzere balıkçı eşi Everett Lewis ile ilişkisi ve yeteneğini keşfetmesi üzerine odaklanıyor. Kanada'nın Nova Scotia'daki Marshalltown kasabasında teyzesi Ida ile yaşayan Maud, eklemlerde iltihap şeklinde meydana gelen romatizmal bir hastalık olan romatoid artrit (RA) rahatsızlığı sebebiyle yürüme ve konuşma güçlüğü çeken, yine de elden ayaktan düşmemiş çok pozitif bir kadın. Maud, birgün kasabanın marketine ev işlerinde yardımcı olacak bir kadın aradığına dair ilan bırakan Everett Lewis'i gördükten sonra sıkıcı hayatını renklendirmek adına bu ilana başvuruyor. Rahatsızlığı gereği ev işlerinde pek iyi olmaması, biraz da başına buyrukluğu nedeniyle onu mecburen işe alan Everett ile başlarda sorunlar yaşamasına rağmen yavaş yavaş ikili arasında bir bağ oluşmaya başlıyor.

Başlangıç noktası olarak bu ilişkiyi seçip merkezine koyan senaryo, Maud - Everett arasında kademe kademe kurduğu şeyi sakin ve duygusal bir tonla yürütüyor. Kaba saba Everett ile, içinde bir sanatçı ruhu taşıyan, fiziksel kırılganlığına karşın güçlü ve inatçı özelliklere sahip Maud, derme çatma küçücük evde aynı yatakta yatmak zorunda kalan iki zor karakter. Aralarında işçi-işveren ilişkisinin, özellikle Maud'un resme olan ilgisini keşfedip bu işten para kazanmaya kadar gidecek bir sürece girmesiyle bir bağlılığa dönüşmeye başlaması, evliliğe doğru yol alması, birbirine alışmış iki insanın samimiyetinden başka bir şey içermiyor. Bu sebeple gerçek hayattan uyarlanmış bir film olmasının birçok detayı filme de aynı samimiyetle yansıyor. Everett'in müşterilerinden biri olan Sandra'nın, Maud'un bu yeteneğini keşfetmesi üzerine onun hayatında çok şey değişeceğini düşünüyoruz. Kendi yaptığı kartpostallar, ahşap üzerine yaptığı rengarenk resimler onun ününü ülke sınırları dışına çıkarıyor. Televizyona bile çıkıyorlar. Ama kendi kendilerine yetmeleri, onların ihtiyacı olan tek şey. Zaten haber olduktan sonra bile hayatlarının değişmemesi, bundan rahatsızlık duymamaları da bunun göstergesi.


Zamanda yapılan hızlı atlamalarla kendini fazla dağıtmak istemeyen film, Lewis çiftinin rutinlerini, sevimli ve huysuz hallerini, yarenliklerini tıpkı o küçücük evleri gibi dar çerçevelerle anlatıyor. Ama Maud'un da söylediği gibi, tüm hayat zaten çerçevelenmiş. Resim yapma motivasyonunda önemli unsurlardan biri olan bu çerçeveleme, aslında o çerçevenin içindekiler kadar, dışında kalan her şeyin de bu hayata dair olduğu fikrine sahip çıkmanın, çizilenlerin çizilmeyenleri de kapsayabilen duygusal potansiyellerine inanmanın sembollerinden biridir. Maud'un sevdiği şeyi yapması, yeteneği ile ilham kaynağı oluşu, bunun yanında iç dünyasındaki yoğunluk nedeniyle verecek çok sevgisi olması onu hayatın farklı mevsimlerinden farklı sahnelerini çerçevelemeye teşvik ediyor. Ama ruhunun derinliklerinde sevilme ihtiyacının sürekli büyüdüğü gerçeği de var. Hastalığı, 30'lu yaşlarından önce bebeğini kaybetmiş olması, dominant Ida teyzesinin himayesinde kendini keşfedememesi gibi sebeplerle hep geride kaldığını hissettiği hayata bir yerlerden tutunma arzusu ona başarının kapılarını açıyor. Önce Everett için çalışıp bir işe yaradığını, sonra da zamanla onunla arasında oluşan bağ ile sevildiğini hissetmek istiyor. Resme olan kabiliyeti sayesinde her iki duyguyu da pekiştiriyor. Bunlardan daha fazlasını istemeyen harika bir kadın Maud Lewis.

Sally Hawkins, Maud Lewis rolüyle parlak kariyerinde canlandırdığı sıradışı ve derinlikli kadınlara bir yenisi daha eklemiş. Ethan Hawke ise bu önemli rol karşısında basit bir eşlikçi olmanın ötesine geçip, tecrübesiyle Maud'un yeni yaşamının şekillenmesindeki en önemli unsur olan Everett'in kaba görüntüsünün arkasındaki duygusal adamın ağır ama emin dönüşümünün üstesinden gelmiş. Başlarda nasıl olacağı merak konusu olan Hawkins - Hawke uyumu, senaryonun incelikli üslubu ve oyuncuların hakim performansları ile kıvamını bulmuş. Aisling Walsh da güçlü bir idare sergileyince, hele de görüntü yönetmeni Guy Godfree'nin gerek dar mekanlarda, gerekse Kanada'nın Newfoundland kırsalında elde ettiği zengin pastoral görüntüler de buna eklenince etkileyici unsurlar çoğalıyor. Ortama uygun ılık country melodileriyle hüznün ve huzurun resmini de yapan Maudie, zaman sıçramaları nedeniyle birtakım boşluklar oluştursa da, başarı üzerine yapılmış sıkıcı biyografilerden farklı olarak kendi halinde ve bu kendi halin güzelliklerini büyük oranda hayat arkadaşlığına uzanan duygusal birliktelik üzerinden görmeye çalışan bir film. Bireysel başarı figürü olarak Maud Lewis'in kişiliği kadar sanatını da kesinlikle önemseyen, ama bunu yersiz biçimde abartmayan, sanatın veya buna bağlı zanaatın yaşam üzerindeki etkileri hakkında farklı bir film aynı zamanda.

7 Eylül 2018 Cuma

Blue (2017)


Yönetmen: Mehmet Sertan Ünver
Senaryo: Mehmet Sertan Ünver, Suzan Güverte

Mehmet Sertan Ünver ve Suzan Güverte öncülüğünde hazırlanan Blue, 1990’lar Türkiyesi’nin rock müzik sahnesinin efsanevi gruplarından Blue Blues Band gitaristi Yavuz Çetin ile davulcusu Kerim Çaplı’nın hikayelerini anlatan, izlerken türlü duyguları birarada yaşatan bir belgesel. Her ikisi de bugün hayatta olmayan, herkesin dahi müzisyenler olduklarına dair fikir birliği yaptığı bu iki güçlü müzisyenin yaşadığı parlak dönemleri, zorlukları ve trajik sonları akıcı bir kurgu bünyesinde aktaran Blue, çok yönlü, çok boyutlu yapısıyla 2017'nin en önemli yerli yapımlarından biri. Hem bu iki müzisyenin hayatlarını mercek altına alan, hem de özellikle İstanbul'un 90'lı yıllardaki rock müzik ortamının röntgenini çeken Ünver - Güverte ikilisi, yabancı akranlarından geri kalmayan bir yakın dönem müzik belgeseline imza atıyorlar. Doğru yerde doğru zamanda devreye giren arşiv görüntüleri ve başta Blue Blues Band'in hayattaki üyeleri olan Batu Mutlugil ve Sunay Özgür olmak üzere yakın dostları, aile fertleri ve yolu bir şekilde Çetin ve Çaplı ile kesişmiş onlarca ünlü müzisyenin filmi yükselten yorumları, anıları, hisleri Blue'ya tarihi bir değer katıyorlar.

1970 Samsun doğumlu Yavuz Çetin, lise arkadaşı Ercan Saatçi ile yaptıkları I Will Cry adlı şarkı ile Hey dergisinin yarışmasını kazandıktan sonra Marmara Üniversitesi Müzik Bölümü'nde okurken dahil olduğu Labirent grubu ile katıldığı Yıldız Üniversitesi müzik yarışmasından da ödül aldı. Ama filmin asıl hikayesinin başlangıcı 1990'da Batu Mutlugil, Sunay Özgür ve Kerim Çaplı ile birlikte kurduğu Blue Blues Band dönemi oldu. Ağırlıklı olarak 70'li yılların rock ve blues parçalarını çaldıkları bir cover grup olan Blue Blues Band ismi, dönemin yeraltı rock kültürünün simge isimlerinden biriydi. Yavuz Çetin'in gitar virtüozlüğü ve klasik vokali daha sonra müzisyen olarak boy gösterecek pek çok kişiye ilham kaynağı oldu. Didem Çetin ile evlendi. Yavuzcan isminde bir oğlu oldu. Daha sonra Fuat Güner ile tanışıp stüdyo müzisyenliği yapmaya başlayan Çetin, başta MFÖ olmak üzere Kıraç, Turgut Berkes, Erkan Oğur, Göksel gibi çeşitli türlerde müzik yapan isimlere gitarıyla eşlik etti. 1997'de Ercan Saatçi'nin yapımcılığını yaptığı ilk solo albümü İlk'i çıkardı. Çok fazla ses getirmeyen bu albümün ardından Yavuz Çetin Group adlı grubuyla bar performansları yaparken bir yandan da ikinci albümü Satılık üzerinde çalışmalar yapmaktaydı. Ama 1999'da çıkarmayı planladığı albüm çeşitli prodüksyon sorunları nedeniyle bir türlü çıkamadı.

Belgesel, Yavuz Çetin'in müzikal kariyerini bu kadar düz bir şekilde ele almıyor elbette. Bu yolculuğu izlerken Çetin'in iç dünyasında yaşadığı sıkıntıları, tatminsizliğini, tamamen kendine yönelttiği psikolojik sorunlarını da yavaş yavaş öğreniyoruz. Teşhis koymak yerine verileri sunarak o teşhisi seyircilere bırakmayı seçen film, onu tanıyan yakınları ve dostları sayesinde bu "sorunlu dahi" profilini tüm gerçekliğiyle çıkarıyor. Yoğun depresyon teşhisiyle sık sık hastaneye yatan Yavuz Çetin'in yıllarca müzikal kimliğini ve karakterini cover şarkılarla oluşturması, kendi besteleriyle bu hazzı tam manasıyla yakalayamayıp farklı projelerle oyalanması, ilk solo albümünün patlama yapamaması, ne yazık ki trajik ölümünden kısa bir süre sonra çıkacak ikinci solosu Satılık'ın piyasaya sürülme aşamasındaki aksaklıklar gibi nedenlere dayandırılabilecek psikolojik süreci atlatamaması, müzik belgeseli kuramının tüm gerekleri yerine getirilerek aktarılıyor. Teoman'ın da dile getirdiği gibi, Yavuz Çetin'in sorunu "patlamak" değil. Şan, şöhret, para da kazansa bu sorun bir şekilde hep onun peşinden gelecekti. Müzisyen kimliği kadar, arkadaş, eş, baba olarak da herkes tarafından sevilen güzel bir adam olması, iç dünyasında yaşadığı fırtınalar düşünüldüğünde bu sonu hiç adil kılmıyor ne yazık ki. Erkan Oğur'un yaptığı gibi sadece gözyaşları saklamak kalıyor geriye.

 
1949 İzmir doğumlu Kerim Çaplı ise ayrı bir hikaye. 6 yaşında ailesiyle Amerika'ya taşınan Çaplı, müzisyen babası Erdoğan Çaplı'nın konserlerinde ısındığı müziğe, Groop Ltd., The Heard, The Sundowners gibi gruplarda devam etti. "Kim Capli" adını kullanmaya başlayan Çaplı, The Sundowners ile birlikte 60'ların meşhur gruplarından The Monkees'in 1967 yılındaki turlarına katıldılar ki, bu turda Jimi Hendrix ile tanışıp çalma fırsatı elde etti. The Monkees'in Pisces, Aquarius, Capricorn & Jones Ltd. (1967) albümündeki Hard To Believe şarkısının yazımına katkıda bulunup davul çaldı. Türkiye'ye dönüp askerliğini yaptıktan sonra müziğe geri döndü. O da uzun süre MFÖ için davul çaldı. 1985'te evlenip 4 çocuk sahibi oldu. 1994'te boşandı. Belgesel, Blue Blues Band etrafında şekillendiği için Yavuz Çetin ile ilgili anılarını, gözlemlerini kronolojik olarak paylaşan isimler, Çaplı için de aynısını yapıyorlar. O da dahi seviyesinde yetenekli bir müzisyen ve onun da Yavuz Çetin gibi kendi arızaları mevcut. Hendrix'e bu denli yakın olabilecek düzeyde Amerika'da kurmaya başladığı kariyerini bırakıp Türkiye'ye dönmesi, parasız pulsuz, yalnız, sefil bir hayat yaşamayı seçmesi, boşandıktan sonra eşini ve çocuklarını aramaması, hayata karşı muğlak bir küskünlük geliştirmesi ve yaşamını sonlandıracak olan zihinsel sağlık sorunu ile mücadelesi, tıpkı Çetin gibi Çaplı'yı da adeta trajik bir film karakteri haline getiriyor.

Aynı grup bünyesinde birçok bar konseri veren Çetin ve Çaplı'nın aynı grupta çalan iki üstün yetenek olmaları yanında tek ortak yanları da ruhsal açıdan yaşadıkları bu gelgitlerden ötürü kestirilemez oluşları. Şayet Çetin'in Satılık albümü biraz daha erken çıkabilse veya Çaplı Türkiye'ye dönmeyip kariyerini Amerika'da sürdürse son durumları ne olurdu gibi pekçok soru da kafalarda dönüp duruyor. Ama herkes onları bu halleriyle seviyor, sayıyor. Kerim Çaplı'nın ölümünden sonra ortaya çıkan Inside Outside ve Mainline adlı iki solo kaydını dinlediğimiz, Yavuz Çetin'in ölümünden sonra insanların dolan gözlerine tanık olduğumuz, iki müzisyenin oğullarının duygularını dile getirdikleri anlar o kadar sahici ve dokunaklı ki, tanımayanlar bile bu film sayesinde onlarla yıllarca tanışık gibi hissedebilir. Çaplı'ya göre daha naif bir kişilik olan Yavuz Çetin'in, Çetin'e göre daha tuhaf olan Kerim Çaplı'nın müzik ve özel hayatlarındaki bu malzeme bolluğunu Kaybedenler Kulübü gibi bir kurmaca yerine gerçek kişi ve görüntülerden derlenmiş bir belgesel olarak izlettikleri için Mehmet Sertan Ünver ve Suzan Güverte'ye teşekkür borçluyuz. Çünkü ancak bu şekilde onların gerçek dünyalarına sızabildiğimiz kadar sızıyor, bize tuttukları ayna sayesinde hem o yıllarımızı paylaştığımız rock günlerine geri dönüyor, hem de bir şekilde bu iki değerli müzisyenin hatıralarına kendi çapımızda hak ettikleri değeri vermeye çalışıyoruz.