27 Eylül 2019 Cuma

Le grand bain (2018)


Yönetmen: Gilles Lellouche
Oyuncular: Mathieu Amalric, Guillaume Canet, Benoît Poelvoorde, Jean-Hugues Anglade, Philippe Katerine, Virginie Efira, Leïla Bekhti, Marina Foïs, Félix Moati, Alban Ivanov, Balasingham Thamilchelvan, Noée Abita
Senaryo: Ahmed Hamidi, Julien Lambroschini, Gilles Lellouche
Müzik: Jon Brion

Özel hayatlarında türlü sorunlar yaşayan, depresif, umutsuz ve kendilerine olan güvenleri azalmış orta yaş bunalımındaki bir grup erkek, dertlerinden uzaklaşmak, kendilerini yeniden keşfetmek amacıyla amatör olarak erkekler su balesi takımında bir araya gelirler. Rutinlere hapsolmuş hayatlarında yaşadıkları çalkantılar, bu yeni ortama da zaman zaman yansımaktadır. Üstelik bu sorunlar sadece onlarda değil, antrenörleri Delphine'de de vardır. Erkekler için su balesi dünya şampiyonası düzenleneceğini duyduklarında Fransa’nın ilk erkekler su balesi takımı olmak için başvururlar. İşleri hiç kolay olmasa da çalışmalara başlarlar. Ahmed Hamidi, Julien Lambroschini ve Gilles Lellouche'un senaryosunu yazdıkları, Ma vie en l'air (2005), Ne le dis à personne (2006), Ma vie n'est pas une comédie romantique (2007), Le premier jour du reste de ta vie (2008), Les petits mouchoirs (2010), À bout portant (2010) gibi daha pek çok filmde yer almış tecrübeli aktör Gilles Lellouche'un yönettiği Le grand bain (Sink or Swim), dram ve komediyi çok ölçülü biçimde kullanan, hüzünlü yapısına rağmen canlılığını hiç yitirmeyip spor ve müzikle iç içe yaşayan bir film.

İki yıldır işsiz olmasından dolayı depresyona giren, evli ve iki çocuk babası Bertrand (Mathieu Amalric), annesi, eşi ve oğluyla sorunları olan Laurent (Guillaume Canet), boşandığı eşinden olan lise öğrencisi kızıyla iletişim kurma problemi yaşayan, kızının okulundaki yemekhanede çalışan, hiç kimsenin dinlemediği albümler yapan sefalet içindeki rock müzisyeni Simon (Jean-Hugues Anglade), borç içinde yüzen havuz satıcısı Marcus (Benoît Poelvoorde), kadınlarla iletişim kuramayan saf havuz çalışanı Thierry (Philippe Katerine), takımın yan karakterleri Basile ve Avanish, ekibe sonradan katılan huzurevi bakıcısı genç John'dan oluşan erkek su balesi takımı, sahip oldukları sorunlar yumağından kaçmak, ruhsal yönden kendilerini iyileştirmek, aidiyet duygusu hissetmek ve işe yaramaz olmadıklarını, bambaşka bir alanda başarılı olabileceklerini kanıtlamak için bu spor dalına tutunuyorlar. Spor olarak su balesinin seçilmiş olması da gayet manidar. Takım olarak hareket etmeyi, sürekli batıp çıkmayı, nefes kontrolünü, senkronizasyonu, koreografiyi, disiplini ve estetiği gerektiren bu spor, aslında onların hayatlarında eksik olan davranış biçimleriyle birebir örtüşüyor.


Çoğu spor filminde karakterin sıkıntılı hayatından kaçışının ya da o hayata spor sayesinde meydan okuyuşunun öyküsü betimlenir. Spor veya bir sanat dalı bu betimleme için mükemmel zeminler hazırlar. Le grand bain, tam beş temel öyküyle bu ihtiyaca cevap veren bir film. İletişimsizlik ve yalnızlık ana başlığı altında toplansalar da farklı özel yaşam problemlerine sahip bu erkeklerin başarıya ve çevreleriyle olan ilişkilerinin düzelmesine ne kadar aç oldukları çok iyi vurgulanıyor. Üstelik eski ilişkisini henüz aşamamış, içki sorunu yaşayan antrenör Delphine ile bu erkek egemen filme kadın dokunuşu da başarıyla eklemlenmiş. Sorunların cinsiyeti olmadığı gibi, çözümlerin de belli bir rotası yok. Sadece bu tecrübeyi yaşayıp kendilerine, ailelerine, türlü nedenlerle aşağılayanlara "ben daha bitmedim" diyebilmek istiyorlar. Zorluklara rağmen hayata tutunma gayretinin asaleti, bu defa orta yaş bunalımındaki 8 erkeğin su balesi yapma amacıyla biraraya gelmesinde kendini gösteriyor. Su balesi sorunların çözümü için doğru tercih midir gibi bir muhasebeyi başkaları yapsa da onlar yapmıyor. Çözüm istemeleri ve bunun için çaba gösteriyor olmaları onlara yetiyor. En azından bir süre sonra bu çabanın bile tek başına çok değerli olduğunu anlamaya başlıyorlar.

Le grand bain, çeşitli yönleriyle bir Peter Cattaneo/ Simon Beaufoy ortak çalışması olan 1997 tarihli The Full Monty'yi anımsatıyor. İşsiz kalan bir grup çelik işçisinin para kazanıp hayatlarını idame ettirebilmek için striptiz yapmaya karar vermeleriyle yaşanan komik ve dramatik karışımın bir benzeri Le grand bain'de de görülüyor. 90'lar İngiliz işçi sınıfının işsizlik sorunuyla beraber ekmek peşindeki mücadelesindeki sınır tanımazlığı, 2010'lu yıllardaki Fransız bireylerin ekonomik ve sosyal sıkıntılarını bertaraf etme yönündeki gayretlerinden hiç de uzak sayılmaz. Ayrıca feminen çağrışımlı aktivitelerin aslında maskülen bünyeleri de ne kadar iyileştirici olduğuna, temelde hepsinin insani refleksleri beslediğine olan inancı ortak bir tonla destekleyen filmler bunlar. Bireyselden bütüne ulaşmakta hiç sorun yaşamıyorlar. Ağırlıklı olarak Bertrand, Laurent, Marcus, Simon ve Thierry'nin hayatlarındaki sıkıntılara göz atan, yaşadıkları farklı sorunları bir ona, bir öbürüne yakın giren karışık kurguyla derleyip dramatik yapısını güçlendiren film, bu karışıklıktan çok narin, güçlü, mizahi, hüzünlü bir bütünlük elde etmeyi başarıyor.


Mathieu Amalric, Guillaume Canet, Benoît Poelvoorde, Jean-Hugues Anglade, Philippe Katerine gibi Fransız sinemasının güçlü oyuncularının biraraya geldiği film, hepsinden aynı oranlarda verim almasını biliyor. Rol ağırlığı bir miktar Amalric'te, bir miktar Canet'de olsa da, takım olmanın ruhuna yakışan bir paylaşımdan söz edilebilir. Bu beş aktör, temsil ettikleri depresif, komik, saf, gergin, karikatürize, yalnız ve üzgün sıfatlarını üzerlerinde taşıma kabiliyetlerinden bolca sergiliyorlar. Kendilerine ait sahneler yanında, birlikte oynadıkları antrenman sahnelerinde de güzel anlar izleniyor. Hele de şahane gösteri sahnesi yine akıllara The Full Monty'nin finaldeki striptiz sahnesinin coşkusunu getiriyor. Diyalogları, müzikleri, akıcı temposu, Gilles Lellouche'un çok başarılı yönetimi, son zamanların en sevimli filmlerinden biri olan Le grand bain'in kalabalık artılar hanesine ekleniyor. Filmin girişinde tanımlanan yuvarlak ve kare kavramlarının biçimsel farklılığına rağmen aslında birbirlerinin tamamlayıcısı olabileceklerine, yeterince istenirse birbirlerinin içine bile sığabileceklerine dair inanç tasviri, filmin ana fikirlerinin dolaylı bir yansıması olarak çaba, umut, kendine güven, hoşgörü duygularındaki karşılığını bulmakta zorlanmıyor.

20 Eylül 2019 Cuma

Matangi/Maya/M.I.A. (2018)


Yönetmen: Steve Loveridge
Müzik: Dhani Harrison, Paul Hicks

18 Temmuz 1975 doğumlu Mathangi "Maya" Arulpragasam ya da şov dünyasının onu tanıdığı ismiyle M.I.A.'in büyük çoğunluğu küçüklüğünden beri kendi çektiği arşiv görüntülerinden oluşan belgeseli Matangi/Maya/M.I.A., ünlü pop yıldızının hayatına çarpıcı bir bakış niteliğinde. Londra'da doğan, henüz altı aylıkken ailesiyle memleketi Sri Lanka'ya dönen, dokuz yaşında Sri Lanka'dan yine ailesiyle birlikte önce Hindistan’a oradan tekrar Londra’ya sığınmacı olarak göç eden M.I.A. (ki bu isim yaşadığı Londra muhitine bir gönderme olan "Missing in Action'ın kısaltması), burada Central Saint Martins Sanat Okulunda güzel sanatlar, sinema ve video eğitimi alıyor. Asıl niyeti belgesel yönetmenliği yapmak iken Londra'daki sokak kültürü ve hip hop hareketliliğinden çok etkileniyor ve aynı okuldaki müzisyen bir arkadaşıyla demolar yapmaya başlıyor. Şarkı yazmadaki yeteneği de anlaşılınca ve Diplo takma adlı yetenekli bir DJ ile tanışınca ilk single'ı Sunshowers'ı 2004'te, babasının adını verdiği ilk albümü Arular'ı 2005'te çıkararak müzik dünyasına adımını atıyor. (İkinci albümü olan Kala ise annesinin adı.) Şöhret merdivenlerini tırmanmaya başlamasına rağmen M.I.A. hiçbir zaman geçmişini unutmuyor, inkar etmiyor, hatta iç karışıklıklarla boğuşan ülkesi Sri Lanka'daki akrabalarını sık sık ziyaret ediyor.

Sri Lanka'daki en önemli hükümet karşıtı Tamil örgütlenmelerinden biri olan Eelam Revolutionary Organisation Of Students (EROS) lideri ve Sri Lankalı ayrılıkçı Tamil Kaplanları’nın kurucusu olan babası Arul Pragasam'dan çok etkilenen M.I.A., ünlü bir müzisyen olmadan önce bile kendine politik bir duruş belirlemişti. Ünlü olduktan sonra ise birçokları gibi şımarıp aslını inkar etmektense bu siyasi köklere daha fazla sahip çıktı. Üstelik sahip olduğu bu ünü her fırsatta Sri Lanka'da yaşanan baskı ve zulümü tüm dünyaya duyurabilmek için kullandı. Her konserinde, katıldığı her televizyon programında bu coğrafyaya karşı bir farkındalık yaratmaya çalıştı. Belgeselde bu çabalarından örnekler de görüyoruz. Fakat ya yeterince dikkate alınmıyor, ya da hiç dikkate bile alınmıyor. Muhalif kimliğiyle bilinen Bill Maher bile Amerikan medyasının "izle unut" mantığına istinaden programına katılan M.I.A.'nin ülkesinde yaşananları çok fazla kafaya takar bir tavır sergilemiyor. Ateş düştüğü yeri yaktığı için Sri Lanka'yı hiç kimse (hele de Amerikalılar) umursamıyor. Öyle ki, artık onun bu politik duruşundan sıkılan bazı popüler medya organları M.I.A.'ye hiç bulaşmıyorlar. Tüm bunlara rağmen kendi şöhret çeperlerini bu uğurda sonuna kadar kullanmaktan hiç vazgeçmiyor.


M.I.A. bir pop yıldızı olmanın ötesinde, tutkulu bir aktivist olarak da ün yapmış bir kadın. Sadece ülkesindeki iç karışıklıklarla değil, tüm dünyayı ilgilendiren çevre sorunlarıyla da yakından ilgili. Küresel ısınmaya, geri dönüşüm sorunlarına, hükümetlerin yanlış çevre politikalarına sessiz kalmıyor. Kendisi de bir mülteci olduğu için son yıllarda artan bu soruna karşı da kayıtsız kalmayan şarkıcı, yazdığı şarkılarında, yönettiği kliplerinde popülaritesini bir araç olarak kullanarak mesajlarını iletiyor. Bu popülaritesi ona Oscar ve Grammy adaylıkları, Madonna ve Nicki Minaj ile 2012'de Super Bowl devre arasında sahneye çıkma fırsatı bile getiriyor. Ama şarkının kendine ait bölümünde kameralara orta parmağını gösterince Amerikan Ulusal Futbol Ligi NFL, milyonlarca seyircinin canlı izlediği bu etkinliğin saygınlığına gölge düşürdüğü gerekçesiyle kendisine $16.6 Milyon tutarında tazminat davası açıyor. Neyse ki sonradan bir uzlaşma zemini bulunuyor. Ama şöhretin ne kadar kaygan yollar üzerinde olduğu, M.I.A.'nin da şöhret kimliğinden ziyade toplumsal duyarlılığa sahip bir aktivist kimliğine çok daha yatkın bir mizaçta olduğu bu sayede yine ortaya çıkıyor.

2018 Sundance Film Festivali'nde En İyi Belgesel Jüri Özel Ödülü alan Matangi/Maya/M.I.A., bitmemiş bir hayat hikayesinden çarpıcı kesitler sunan kişisel bir yapım. Ona pek iş düşmemiş gibi dursa da Steve Loveridge'ın yönettiği ilk film. Medya arşivleri haricinde tamamı amatör kamerayla çekilmiş görüntülerin oluşturduğu doğal atmosfer M.I.A.'nin otobiyografik hassasiyetleri için biçilmiş kaftan. Aslında tıpkı yaptığı müzikte olduğu gibi elektronik seslerle yoğrulmuş deneysel pop ve hip-hop ritimleri üzerine kısa, zeki ve politik hicivler içeren liriklerden vücut bulan bağımsız ruh, bu belgesele de benzer bir karışım olarak yansımış. 2016 yılında çıkan AIM albümünün ardından müzik endüstrisindeki sansür yüzünden motive olup yeni şeyler üretemediği gerekçesiyle müziği bir süre bıraktığını açıklayan M.I.A., kendini ifade etmeyi sürdürmek için başka bir yol bulması gerektiğini inanıyor. Bunu belgeselde de görsek iyi olurdu. Belki de erken yapılmış bir belgesel bu. Zira M.I.A.'nin daha çok önemsenmeyi bekleyen beş albümü, onlarca single'ı, görülmeye değer video klipleri, muhalif bir kişiliği, toplumsal meselelerde aktif rol oynayan fikirleri ve eylemleri var. Belki ilerde bunların üstüne yenileri eklenecek. O zaman yıllar sonra bu belgeselin daha fazla politik olması muhtemel devamını da isteyebiliriz.

14 Eylül 2019 Cumartesi

The Best Of Enemies (2019)


Yönetmen: Robin Bissell
Oyuncular: Taraji P. Henson, Sam Rockwell, Babou Ceesay, Anne Heche, Wes Bentley, Bruce McGill, John Gallagher Jr., Gilbert Glenn Brown, Caitlin Mehner, Nick Searcy
Senaryo: Robin Bissell, Osha Gray Davidson
Müzik: Marcelo Zarvos

Osha Gray Davidson'ın "The Best Of Enemies: Race and Redemption In The New South" adlı gerçek olaylardan ibaret derlemesini Robin Bissell'in senaryolaştırıp yönettiği The Best Of Enemies, 1971 yılında Durham, Kuzey Karolina’da yaşanan olaylara dayanan bir dram. Haksızlıklara karşı sözünü sakınmayan, savaşçı ve inatçı bir Durham sakini olan Ann Atwater (Taraji P. Henson) ve yerel Ku Klux Klan lideri C.P. Ellis (Sam Rockwell) arasındaki zoraki ilişkiyi konu alan film, ırkçılığın en hararetli bir döneminde ve coğrafyasında yaşananları samimi bir dille ele alıyor. Durham'da siyahların öğrenim gördüğü tek okulda yangın çıkması ve okulun kullanılmayacak hale gelmesiyle birlikte siyah topluluğun çocuklarının beyazlara ait diğer okullara nakledilmesini talep etmelerini, o dönemde içinden çıkılması güç olan bu sorun için çözüm zemininin aranması sürecini izliyoruz. Bu süreç için beklenmedik bir karar alınıyor. Üst makamlar tarafından siyahlar ve beyazlar arasında birçok konuda entegrasyon sağlanması için sözlük anlamı "yoğun bir tasarım veya planlama oturumu" anlamına gelen "charette" etkinliği düzenlenmesine karar veriliyor. Bu etkinliğe hakemlik etmesi için ise daha önce çeşitli charette organizasyonlarında bulunmuş Bill Riddick seçiliyor.

Riddick'in siyah olması, beyaz üst makamlar tarafından bu uzlaşma zemininin desteklenmesinin önünde bir engel teşkil etmiyor. Asıl engeller, Durham çevresinde inatçı adalet arayışıyla nam salmış Ann Atwater ve klan lideri olarak kendi çevresinde sayılıp sevilen C.P. Ellis'in bu uzlaşma zemininde ne kadar uzlaşabilecekleri konusunda kendini gösteriyor. Döneme istinaden aşırı zıt kutupları temsil eden Ann ve C.P., bu charette zirvesine eş başkanlık etmek için seçiliyorlar. Her iki ırktan eşit sayıda oluşturulacak bir komisyona başkanlık edecek bu ikili, Durham'da entegrasyon gerektirecek çeşitli sorunları münazara etmek, çözüm üretmek ve ortak paydada buluşmak üzere biraraya geliyorlar. Bu faaliyetin son gününde de komisyon olarak ele alınan bu sorunları teker teker oylayıp karara bağlayacaklar. Bu demokratik faaliyetler başta her iki tarafın burun kıvırmasına sebep olsa da, üst makamların uzlaşma zemini oluşturulması yönündeki baskıları nedeniyle bu komisyonun önemi herkesçe kabul ediliyor. Komisyonun siyah yarısı için tüm entegrasyon maddelerinin kabul edileceği kesin. Fakat beyaz yarısında hem ırkçı, hem de anti ırkçı üyeler mevcut. Ortada aşılması gereken belli bir oy sayısı olunca, klan bu anti ırkçı kesimi bir şekilde kendi tarafına çekme paniğine düşüyor.


Film, merkezine oturttuğu iki ana karakterin bu organizasyon sürecinde hem özel hayatlarına, hem de birbirleriyle olan ve adım adım dönüşmeye başlayan ilişkilerine daha çok yer veriyor. Bu demokratik sürecin sekteye uğramaması için yeri geliyor Ann, bir klan standına zarar veren siyah gençleri sertçe uyarıyor. C.P.'nin down sendromlu oğlunun bakımevindeki bir sorununu çözüyor vs. Ama asıl dönüşüm C.P. cephesinde yaşanıyor. Nefret beslediği siyahlarla aynı ortamda bulunmaya bile tahammül edemeyen, el sıkışmayan, her şeyden öte saygın bir Ku Klux Klan lideri olarak gençleri eğiten C.P. Ellis'in yavaş yavaş önce bu demokratik aktiviteye inanmaya, sonrasında ise temsil ettiği tüm bu hastalıklı değerleri sorgulamaya başlaması filmin en önemli temas noktalarından birini oluşturuyor. Entegrasyonun kabul edilmemesi, beyaz çocukların siyah çocuklarla aynı okula gitmemesi için oy üstünlüğü sağlamak amacıyla siyahlarla barış ve huzur içinde yaşayan beyaz komisyon üyelerini zorbalıkla kendi taraflarına çekmek isteyecek kadar aşağılık bir güruhun başında bulunmak, yaşanan bazı gelişmelerle artık C.P.'ye ağır gelmeye başlıyor. Hırdavatçı Lee Trombley ve C.P.'nin eşi Mary gibi beyaz karakterlerin de yardımıyla insani değerlerin uyanışı hızlanıyor.

Oscar ödüllü Green Book'un tekrar ivme kazandırdığı yaşanmış olaylardan uyarlanan ırkçılığa meydan okuma dramlarına eklenen yeni ve iyi halkalardan biri olan The Best Of Enemies, charette sürecinde tartışılan meselelerin detaylarına biraz daha inilse, münazara sahneleriyle sözel olarak biraz daha zenginleştirilse gücüne güç katabilirdi. Böylece Three Billboards Outside Ebbing, Missouri'de dönüşüm geçiren polis memuru Dixon rolüyle Oscar alan Sam Rockwell, yine dönüşüm sarmalındaki C.P. karakterinin ikna edici performansını diyaloglar açısından daha da kuvvetlendirebilirdi. Yine de karşısında yer alan Ann Atwater rolündeki Taraji P. Henson'ın tutkulu oyunuyla birleşince, keşke daha çok karşılıklı sahneleri olsa diyebileceğimiz zıtlıkların uyumuna güzel bir örnek teşkil ediyor. Sahip olduğu yeteneğin çok altında filmlerle boy gösteren Henson ise yaşadığı adaletsizliklerden sıtkı sıyrılmış Ann rolünde yıldızlaşıyor. Filmin sonunda gerçek Ann ve C.P. hakkında verilen bilgiler, bu hikayenin biraz daha uzatılabileceğini hissettirse de, tadında bıraktığı da göreceli olarak söylenebilir. Hollywood dönem filmlerinde eğlence aramanın dışında demokrasi, eşitlik, özgürlük, ırkçılık gibi toplumsal meselelere kafa yormayı dert etmeyen seyircileri elinden geldiğince memnun edecek olan film, ödül sezonuna göz kırpan bazı tavırlarına karşın görülmeyi hak ediyor.

9 Eylül 2019 Pazartesi

Bodied (2017)


Yönetmen: Joseph Kahn
Oyuncular: Calum Worthy, Jackie Long, Rory Uphold, Jonathan Park, Shoniqua Shandai, Dizaster, Walter Perez, Anthony Michael Hall, Simon Rex
Senaryo: Alex Larsen
Müzik: Brain Mantia, Melissa Reese

Üniversite öğrencisi Adam, "Battle Rap" adı verilen, rap şarkıcılarının karşılıklı atışmaları üzerine bir tez hazırlamaya karar verir. Adam, sadece araştırma yapmak için katıldığı kapışmalardan birinde kendisini bir anda bu gösterinin içinde bulur. İçindeki doğal yeteneği keşfeden Adam, battle rap çevresinin de bunu keşfedip gaz vermesiyle bu işi ciddi ciddi yapmaya karar verir. Zamanla bir saplantı haline gelen bu atışmalar Adam’ın özel hayatını da etkilemeye başlar. Hikayesini Joseph Kahn ve Alex Larsen'in birlikte tasarladıkları, Larsen'in senaryosunu kaleme aldığı, son yılların popüler video kliplerinde imzası bulunan Kahn'ın yönettiği Bodied, gücünü bu iki adamın dinamikliğinden alan eğlenceli bir yapım. Özellikle zeki, hazırcevap, ele avuca sığmayan diyaloglar ve rap atışmalarıyla dolu senaryo bir an olsun hız kesmeden akıyor. Akademisyen bir aileye mensup "inek" bir beyaz öğrenci olan Adam'ın, sokaklarda büyüyüp serpilen, siyah topluma malolmuş bu söz sanatına dayalı aktiviteye adım adım duymaya başladığı hayranlığın, artık hayranlığın ötesine geçerek pratiğe dökülme sürecini izliyoruz.

Filmin herhangi bir spor veya müzik draması gibi tahmin edilebilir bir izleği mevcut. Çok oyalanmadan Adam'ın tez konusunu, bu konuyu sahada daha iyi gözlemleyebilmek için yeraltındaki bir rap kapışmasına girişini, orada tesadüfen konu hakkındaki akademik birikimini bir alaylı gibi hayata geçirebildiğini fark etmesini görüyoruz. Daha sonra yükseliş, bazı dramatik açmazlar ve görkemli final, kabaca bu tahmin edilebilirliği doğrular nitelikte. Ama bu kabalığın içindeki parlak detaylar, zeki tespitler, iki farklı kültürel bakış açısını birbirine bağlayan linkler, güçlü bir mizah filmin asıl başarısını inşa eden unsurlar. Bir boks maçına, hatta içeriğe göre bir kafes dövüşüne benzeyen, rakibi mahlasına, fiziğine, etnik kökenine göre aşağılamaya dayalı bu atışmaların bir "battle" olarak adlandırılması boşuna değil. Zira aşağılamada, küfürde, hoşgörüsüzlükte, ırkçılıkta, cinsiyetçilikte sınır olmaması çoğu kez atışanları yumruk yumruğa bile getirebiliyor. Yalnız filmin temel amacı, bu aktiviteye merak sarmış bir gencin şöhret yolculuğundan ziyade, battle rap olgusunun dinamiklerini bireysel, toplumsal, kavramsal açılardan kendine göre yorumlamak.

Dilsel görecelik, kültürel çeşitlilik, ekonomik, cinsel ve ırksal farklılıklar bu kapışmalarda en pür halleriyle rakibe yansıtılırken, bunun teknik anlamda vücuda getirilişindeki zeka, aktüalite, çabukluk ve akıcılık üzerine enfes atışmalara tanık oluyoruz. Şiir normlarını günümüz sokak kültüründen devşirme argo betimlemelerle kafiyelemek, bunu rakibi rencide edici biçimde yapmak bu kapışmalarda çok önemli. Üstelik kapışanların seyircilerle aynı frekansı yakalaması gerekiyor. Aynı anda hem acımasız, hem de mizahi durmak, göndermelere hakim olmak şart. Adam'ın yaptığı gibi kabaca ön hazırlık yapılsa da karşı tarafın taşlamalarına, hakaretlerine saniyeler içinde doğaçlama cevap vermek kolay iş değil. Adam'ın yeraltı battle rap dünyasının zirve isimlerinden Behn Grymm ile kurduğu dostluğu dramatik kırılmalar için kullanan film, eğlenceli yönüyle ciddiyeti arasında çok başarılı yumuşak geçişler yapabiliyor. Renkli, karikatürize yan karakterler ile daha ciddi karakter çatışmaları arasındaki denge de bu sayede sağlanıyor.


Rap en başta bir siyah hareketi olarak gün yüzüne çıktığı için, siyah raconları benimseyen beyaz kesimin üzerindeki baskı ve temkini de atlamayan film, Adam gibi akademik aileden gelme bir beyazı bu dünyaya sokarak dile getirmek istedikleri için kendine uygun alanlar açabiliyor. Mesela siyahlar için bir beyazın ağzından çıktığında küfür gibi algılanan "nigger" kelimesindeki hassasiyetin rap evrenindeki algılanış biçimine değinen, Maya, Jas, Devine Write gibi kadın karakterler sayesinde rap kapışmalarındaki seksist bakış açısına farklı köşelerden bakan, sadece siyahlara değil, asyalı veya latin kökenli bireylere de ırkçılık penceresinden yüklenen, tüm bunların birleşimi olarak toplumdaki farklı alınganlık seviyelerinin özetini çıkaran senaryo, kelime seçimini sadece kendi sanatsal sınırları içinde önemseyen battle rap'in varoluşunu çok iyi betimliyor. Adam ve Ben'in atıştıkları bölümde olduğu gibi, genel veya özel hiçbir şeyin sır olarak kalmadığı, sadece kazanmaya odaklı bu acımasızlık, "hip-hop kültürü" ve "sokak sanatı" gibi tanımların içini doldurabilen sözel beceriler sayesinde bir boks ringinin ve bir münazara ortamının atmosferini harmanlayabiliyor. Rap müziğin doğru ellerde ne kadar cesur ve uyarıcı olduğu su götürmez. Meydan okuma ya da bu evrendeki tanımıyla "diss atma" bu işin ruhunda var. Kimi zaman karşındaki rakibe, kimi zaman da doğrudan sistemin kendisine.

Kendisi de rap kapışmalarıyla ünlenmiş, hatta hayat hikayesi 2002 yapımı Curtis Hanson filmi 8 Mile'a konu olmuş Eminem'in yapımcıları arasında olduğu Bodied, gözünü budaktan sakınmayan bir yapım. Rap meraklıları kadar, bu müziğe mesafeli olanların da ilgisini çekebilecek potansiyelde bir film. Disney dizisi Austin & Ally'de Austin'in komik kankası Dez olarak tanıdığım Calum Worthy'nin başarıyla sürüklediği film, tanınmamış oyuncuların parlamayan oyunculuklarıyla ilerlemesine rağmen, asıl performansları sahnedeki kapışmalarla değerlendirdiğimiz vakit kendini yükselten bir yapıda. 8 Mile, bir gencin (Jimmy) bu yeraltı sahnelerinde yükselişini pek de matah olmayan dramıyla birleştiren bir film iken, Bodied bir gencin (Adam) bu yeraltı sahnelerinde yükselişini bu sıradışı aktivitenin tüm boyutlarını sorgulayan bir yaklaşımla ele alıyor. Akademik bakış açısından oluşan çıkış noktasını, adım adım bu yeraltı kuşağının rap atışmalarıyla olan ilişkisine, dolayısıyla toplumsal, cinsel, insani bakış açılarına doğru ilerletiyor. Hatta yer yer bazı aksiyon ve gerilim filmlerinin bile yaratamadığı ambiyanslar yaratabiliyor. Yerinde duramayan temposuyla eğlendiriyor. En mühimi de, çamura bulanmış bir şiirselliğin izini sürüyor. İnsanın kelimelerle, cümlelerle olan ilişkisinde gelebileceği hassas noktalara temas ediyor.

3 Eylül 2019 Salı

Parasite (2019)


Yönetmen: Joon-ho Bong
Oyuncular: Song Kang-ho, Choi Wooshik, Lee Sun-kyun, Jo Yeo-jung, Park So-dam, Lee Jung-eun, Jang Hye-jin, Park Myung-hoon-I, Jung Ji-so, Jung Hyun-joon
Senaryo: Joon-ho Bong, Han Jin-won
Müzik: Jung Jae-il

Memories Of Murder (2003), The Host (2006), Mother (2009) gibi harikulade üç filmin sahibi, Güney Kore sinemasının en iyi üç yönetmeninden birisi olan Joon-ho Bong, bu filmlerin ardından çizgi roman uyarlaması Snowpiercer (2013) ve Okja (2017) ile sinemasına Amerikan eli değdirerek özgün yapısından uzaklaşmış, Hollywood normlarına yönelmişti. Her ne kadar Snowpiercer saf bir Joon-ho Bong filmi gibi durmasa da başarılı tasarımı ve sınıfsal yapılanmaya farklı açılardan bakabilen fantastik vizyonuyla iyi bir yapımdı. Ancak vasat Disney yapımlarından hallice Okja ile çoğu hayranını hayal kırıklığına uğrattığı da bir gerçek. Genelde uzun metrajlarını üç yıl arayla çeken Bong, bu kez Okja'dan iki yıl sonra Parasite ile Güney Kore orijinine dönüş yapıyor. Senaryosunu Han Won Jin ile birlikte kaleme aldığı Parasite'ta Bong, ekonomik ve sınıfsal dengesizliklere karşı eleştirel bakışla şekillendirdiği, kaliteli kara mizahla süslediği, tahmin edilemez dramatik kırılmalarla yücelttiği tarzına dönüşünü kutluyor adeta.

Salaş bir mahalledeki binanın zemin katında yaşayan dört kişilik işsiz Kim ailesinin bazı rastlantılar sonucu varlıklı Park ailesinin ihtiyaçları doğrultusunda birer birer o varlıklı hayata sızmalarını konu alan Parasite, bu konu vesileyle önüne çıkan sınıfsal farklılıkları, hayat standartları arasındaki uçurumları, yaşam kalitesi eşitsizlikleri birbirine çarpıştırarak eleştirme fırsatlarını kullanmaya başlıyor. Kim ailesinin delikanlısı Ki-woo'nun bir arkadaşı sayesinde Park ailesinin liseli kızları Da-hye'ye İngilizce dersi verme fırsatı yakalamasıyla başlayan süreç, aşama aşama öğretmen, sanat terapisti, şoför, hizmetçi kadrolarının zekice komplolar neticesinde Kim ailesince ele geçirilmesine kadar uzanıyor. Amaçları uğruna her yolu mübah sayan Kimler, kendi kendilerini istihdam etmek suretiyle hayalini kurdukları konforlu yaşam tarzına bir yerlerden dahil olmayı başarıyorlar. Her şey onlar için yolunda giderken hiç hesaba katmadıkları, haliyle bizim de asla katamayacağımız müthiş bir kırılma noktasıyla kendilerine açtıkları güvenli alanlar bir anda tehlikeye giriyor.

Filmin sürprizlerini filme saklayıp biçim ve anafikirler üzerine yoğunlaşırsak önceki Bong filmlerinden izleri yine yoğun biçimde görebiliriz. Nasıl ki Memories Of Murder sadece bir seri katil filmi, The Host sadece bir canavar aksiyonu, Mother ise sadece bir suç yapımı değilse, Parasite da sadece yoksul bir ailenin başka bir zengin aile yaşantısına sızma hikayesinden ibaret değil. Filme adını veren "parazit" olma hali, başkalarının sahip olduğu bedene girip oradan beslenmeyi, onların kurduğu düzene tutunup sömürmeyi sembolize etse de, Bong'un bu parazitlik olgusunu yalın halde bırakmaya niyeti olmadığını biliyoruz. O parazitlere musallat olan başka unsurları da oyuna dahil ederek bu fikrin sağlamasını yapmaya çalışması, özeleştiriye, empatiye, zaten sahip olunmayanların kaybedilme tehlikesiyle karşı karşıya kalınmasına zemin hazırlayan Bong, böylece Kim ailesinin yalan ve hilelerden kurduğu sistemin bir anda çökmesini, kendi özüne dönmesini sağlıyor. Başka metaforlar için yer açmayı da ihmal etmiyor.


Pizza kutusu katlamak gibi günü kurtaran işlerle karınlarını doyurmaya çalışacak kadar sefil durumdaki Kim ailesinin, buna rağmen wifi şifresini değiştiren komşularını dert edinmesi, artık içinde bulundukları şartları kanıksadıklarını, bu şartlara hayıflanmak yerine sinekten yağ çıkaracak derecede fırsatçı çözümler için pusuda beklediklerini gösteriyor. Bekledikleri fırsatı bir ucundan yakalayınca da birer parazit gibi dört koldan yapışıyorlar. Yakalanma tehlikesi yaşadıkları şahane bölümde hamam böcekleri gibi geniş bir sehpanın altına saklanıyorlar. Baba Ki-taek bir salyangoz gibi yerde sürünmek zorunda kalıyor. En önemlisi de koku mefhumu üzerinden bu sefaletin vurgusunun yapılması. Park ailesinin küçük oğlu Da-song, evlerindeki tüm Kim fertlerinin aynı koktuğunu fark ediyor. Bay Park, şoförü Ki-taek'in turp gibi koktuğunu söylüyor vs. Tüm bu aşağılayıcı metaforları sevimli ama bir o kadar da düzenbaz Kim ailesine yükleyen Bong, iki aile arasındaki, başka bir deyişle zengin ile yoksul arasındaki ayrımı genel bakış çerçevesinde keskinleştirerek hikayesini koyultuyor.

Zengin ve yoksula ait alanların ayrıştırılması yanında, çekirdek ailelerin kendilerine ait alanlarının dışına çıktıklarında, birbirleriyle iletişime geçtiklerinde ya da o alanları bir şekilde ihlal ettiklerinde karşılaşmaları muhtemel sorunları az çok tahmin edebiliyoruz. Ama Bong'un çok önemli bir kırılma noktası yaratan buluşuyla tüm bu sorunlara seviye atlatması, kolay kolay bir yönetmen/senaristin alabileceği bir risk değil. Fakat bu riskler alınmazsa, telefondaki "gönder" tuşunun dolu bir silahın tetiğine benzemesi (gerçi filmde Kuzey Kore füzelerine benzetiliyor), güç dengelerinin saniyeler içinde el değiştirmesiyle yaşanacak kişilik dönüşümleri, kendi başına bir film potansiyeli taşıyan bir sırrın dakikalar içinde dallanıp budaklanması nasıl mümkün olabilir? Fakir ama mutlu Kim ailesinin, zengin ama mutlu olmayışının betimlenişi, önce tuhafça güldüren, birkaç dakika sonra koyu bir dramla hüzünlendiren Joon-ho Bong anlatımının vuruculuğu nasıl gediğine oturabilir?

Yağmur sonrası zemin kattaki evlerini su basan Kim ailesinin bu enfes bölümde yaşadıkları sonrasında baba Ki-taek'in plan yapmak üzerine oğluna söyledikleri, hep duyduğumuz beylik öğütleri, hatta bazı kişisel gelişim söylemlerini tersten okuyan bir hayat tecrübesinin yükselişi adeta. Park ailesine sızmak için her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayan Kimler, o kadar plan arasına başka planların sızmış olabileceğini hesaba katamazlar haliyle. Hayat planlanmamalı belki de. Planlandığı zaman aksi durumlar çoğu kez yıkımla sonuçlanıyor. Hayatın o kadar çok evresi var ki, hangisini planlayıp hangisini planlamamamız gerektiğine dair bir kullanma kılavuzumuz yok. Bu yüzden başkalarının hayatından ziyade, kendi hayatımıza parazit gibi yapışmamız gerekiyor. Bir an Yeşilçam melodramları gibi bitecek diye korkutan final, bu plan teorisi dahilinde kendi ters köşesiyle kendi arkasını topluyor. Joon-ho Bong'un vazgeçilmezi olan şahane Song Kang-ho başta olmak üzere kadronun iyili kötülü performansları bu güzel ve anlamlı hikayeyle uyum içinde seyrediyor. Bong, unutulmaz filmlerden oluşan kariyerine Parasite ile yine yenilikçi bir halka ekliyor.