29 Ocak 2015 Perşembe

Taken 3 (2014)


Yönetmen: Olivier Megaton
Oyuncular: Liam Neeson, Maggie Grace, Forest Whitaker, Famke Janssen, Dougray Scott, Sam Spruell, Don Harvey, Leland Orser, David Warshofsky, Andrew Howard
Senaryo: Luc Besson, Robert Mark Kamen
Müzik: Nathaniel Mechaly

Luc Besson, Robert Mark Kamen ve yönetmen Olivier Megaton ekibi, ikinci Taken filminin ardından yine beraberler. İkincisine bile gerek yokken üçe ulaşmış seri, Brian Mills'in ilk filmde sergilediği olağanüstü kahramanlığın ve delifişek aksiyonun hatırına hala bekleniyor, izleniyor. Bana göre gittikçe de dibe vuruyor. Bu iki kötü devam filmdeki sorunların yönetmen koltuğunda Pierre Morel'in oturmuyor olmasından mı kaynaklandığı sorusu akla takılabilir. Morel, ilk filmden sonra devam filmlerinde çalışmamış, uzun metraj olarak sadece gırgır şamata bir aksiyon olan From Paris With Love'ı yönetmişti. Beş senedir uzun metraj çekmeyen Morel, şimdilerde Sean Penn'li, Javier Bardem'li, Idris Elba'lı, Ray Winstone'lu The Gunman için gün sayıyor. Taken devam filmlerinin yavanlığının sorunlarından biri olarak kabul edilebilecek Morel eksikliği bir yana, asıl sorun Besson - Kamen ikilisinin ilk filmin başarısından sonra olayı lastik gibi sündürme arzuları olsa gerek. Artık alıştığımız bu durum, üzerinde Taken ve Liam Neeson yazan her filmin gişelerine birer adet para sayma makinesi konmasına vesile oluyor. Oysa Neeson'ı böyle parlattıktan sonra Unknown, Non-Stop gibi benzer aksiyonlar zaten bu rüzgardan nemalanmışlardı. Bu filmler Taken 2-3 şeklinde pazarlansa kimse "vay efendim" diye ayaklanmazdı.

Taken 3'te bu kez kim kaçırılacak da Mills onun peşine düşüp kaçıranlara dünyayı dar edecek diye beklerken, eski karısı Lenore'un cinayete kurban gitmesi ve suçun Mills'in üstüne kalmasıyla maceranın Fugitive'e bağlanışını izliyoruz. Lenore'un yeni kocası Stuart'ın artık yokluğu büyük bir eksiklik olan Rus mafyasıyla olan karanlık işleri, üç film boyunca gözyaşları hiç dinmeyen Kim'in zırlamaları, cinayet zanlısı Mills'in peşine düşen, ama bir yandan da onun suçsuz olabileceğine inanan zeka küpü (!) dedektif ve filmin seri haline gelme sebebi olan karizmatik Brian Mills... Lakin o bile zorlama son iki filmi kurtaramıyor. Aksiyon sahneleri keyifsiz, çoğu diyalog gereksiz, kimbilir kaçıncı filmde ezik polis şefini canlandıran Oscar'lı aktör Forest Whitaker abartılı ve yetersiz. The Equalizer, John Wick, şimdi de Taken 3, tam gaz Rus düşmanlığını körüklüyorlar. Ama bu üçlüden en kötüsü de açık ara Taken 3 mutlaka. Madem devam filmleri kaçınılmazdı, keşke Unknown ve Non-Stop'ın yönetmeni Jaume Collet-Serra ve bu filmlerin yapımcısı Joel Silver kafalanıp Taken etiketiyle piyasaya sürülseymiş. Böylece en azından "devam filmlerinde belli bir aksiyon kalitesi çıtası oluşturulmak istenmiş" cümlesini kurabilirdik. Tek tesellimiz, afişindeki "It Ends Here" cümlesi.

21 Ocak 2015 Çarşamba

The Judge (2014)


Yönetmen: David Dobkin
Oyuncular: Robert Downey Jr., Robert Duvall, Vincent D'Onofrio, Vera Farmiga, Billy Bob Thornton, Jeremy Strong, Dax Shepard, Leighton Meester, Ken Howard, Emma Tremblay, Balthazar Getty, Sarah Lancaster, David Krumholtz
Senaryo: Nick Schenk, Bill Dubuque, David Dobkin
Müzik: Thomas Newman

Nick Schenk, Bill Dubuque ve David Dobkin'in senaryosunu yazdığı, genelde sulu Amerikan komedileri çeken Dobkin'in yönettiği The Judge, tipik Hollywood aile dramı klişeleriyle donatılmış, buna mahkeme sahneleri klişeleri de eklemiş bir yapım. Suçluları savunmakla ün yapmış başarılı ve kendini beğenmiş avukat Hank Palmer'ın (Robert Downey Jr.) annesinin ölümü üzerine büyük şehirden doğup büyüdüğü küçük kasabaya gitmesi, haliyle geride bıraktığı aile meseleleriyle, eski sevgiliyle, en önemlisi de arasının kötü olduğu kasabanın saygın yargıçlarından biri olan babası Joseph  Palmer (Robert Duvall) ile geçmiş muhasebeleri yapması, birçok filmde kullanılan bir şablon adeta. Bu şablona Yargıç Palmer'ın kasabada ölümle sonuçlanan bir kaza yüzünden cinayet suçuyla tutuklanması eklenince filmin söyleyecekleri artıyor. Biz de bu dram kalıbı dahilinde katmanların nasıl ele alındığına bakıyoruz. Zira sicili belli David Dobkin böylesine ciddi bir film için pek güven verici bir isim sayılmaz.

Babasıyla arası iyi olmadığı için kasabasına hiç uğramayan, kendi evinde de sorunları olan Hank, annesinin vefatı yüzünden döndüğü geçmişinde düzeltilmesi gereken şeyleri düzeltmeye çalışan standart karakterlerden biri. Filmin tamamını oluşturan bu standartlar, ailevi değerlerin önemine, geçmişte yaşananların ve öğrenilenlerin geleceği şekillendirmesine, yargıç baba / avukat oğul nedeniyle adalet ve dürüstlüğün erdemlerine spesifik vurgular içeriyor. Bu kalabalıkta senaryo kendini dağıtmıyor. Ama gerek bu standartlara bağlı kalma çabası, gerekse bazı kültürel yabancılıklarımızdan ötürü Palmer ailesinin dramına ortak olmak sadece bu Hollywood standartları müsade ettiği sürece mümkün oluyor. Mesela usta oyuncuların iniş çıkışlarla dolu iyi yazılmış diyalogları ve iyi çekilmiş, alttan da etkileyici bir müzikle desteklenmiş duygusal sahneler işi kolaylaştırıyor. Buna özellikle mahkeme sahnelerindeki Downey Jr. dinamizmi de eklenince film kalitesini arttırıyor.


Rutin anlatımın dışında seyreden bazı sahneler (Hank'in babasını banyoda bulduğu ve mahkemede avukat / müvekkil ile baba / oğul konumlarının iç içe geçtiği sahneler) fark yaratıp filme duygusal zirveler yaşatıyorlar. Ama Hank ve Yargıç Palmer arasındaki geçmişe dayalı derin öfkeyi, Hank ve Sam arasındaki yarım kalmış aşk hikayesini günümüze taşırken bazı ikna sorunları yaşayabiliyor. Yani Hank'in babasıyla veya eski sevgilisiyle geçmişte yaşadıklarının etkileri sanki daha yakın geçmişe dairmiş izlenimi bıraktığı için pek hissedilmiyor. Oysa senaryo, Hank'in ağabeyi Glen'in beyzbol kariyeri yapmasına engel olan trafik kazasının sorumlusu olmasına daha olgun biçimde yaklaşarak uzak geçmişi filmin şimdiki zamanıyla dengeleyebiliyor.

Filmin en cazip özelliği Robert Duvall ve Robert Downey Jr. gibi kendi jenerasyonlarının iki usta oyuncusunu biraraya getirmesi. Downey Jr.'ın Tony Stark delişmenliği zaten malum. Ama yılların oyuncusu Robert Duvall, özellikle bazı sahnelerde belli bir disiplin altında nasıl spontane aktörlük sergilenebilir konulu ders niteliğinde bir doğallık sunuyor. The Judge, sırf ikilinin karşılıklı sahneleri için bile izlenmeye değer. Billy Bob Thornton, Vincent D'Onofrio, Vera Farmiga destekli kadronun az ve öz biçimde göz doldurmasını, Thomas Newman'ın dokunaklı müziklerini de artı hanesine eklersek, The Judge için In My Father's Den, Elizabethtown, Garden State gibi memlekete dönüş ve geçmişle yüzleşme temalı filmlerin bağımsız ruhuna ana akım halkalardan biri diyebiliriz.

15 Ocak 2015 Perşembe

Whiplash (2014)


Yönetmen: Damien Chazelle
Oyuncular: Miles Teller, J.K. Simmons, Paul Reiser, Melissa Benoist, Austin Stowell, Nate Lang
Senaryo: Damien Chazelle
Müzik: Justin Hurwitz

1985 doğumlu Damien Chazelle'in yazıp yönettiği Whiplash, konservatuvarda davul öğrencisi olan Andrew ile iş disiplini ve sert yöntemleri yüzünden okulda korkulan bir eğitmen olan Terence Fletcher arasındaki psikolojik gerilimi tüm yönleriyle yansıtan bir film. Psikolojik gerilimin kaç yönü var diye sorulursa o zaman bu iki farklı kuşaktan karakter arasında baştan sona hissedilen gergin atmosferin bile filmi basitçe nasıl zinde tuttuğu cevabı yeterli olacaktır. Hayaletlere, yaratıklara, gizemli olaylara, efsanelere bel bağlamadan sadece öğretmen - ögrenci arasındaki gerginlikten hırs, iktidar, tutku, kariyer, başarı partikülleri elde eden ve bunları iki karakterine de ustalıkla yükleyerek onları patlamaya hazır birer bombaya dönüştüren Damien Chazelle, daha ilk sahnede Andrew ve Fletcher arasında oluşmaya başlayan gerginliği hissettiriyor.

Chazelle, en baştan işini sağlama aldıktan sonra bu gerginliği istediği gibi yönetiyor. Üstelik belirlediği doğal ortamın amaçlarına hizmet etmesi için de herşey müsait. Bu ortam, naifliği ve hiddeti aynı bünyede buluşturmakta mükemmel örneklere sahip caz müzik atmosferiyle kendini gösteriyor. Ama Chazelle, caz müziği kesinlikle filmine bir fon olarak kullanmıyor. Tam tersine, Fletcher'ın kışkırtmaları sonucu Andrew'ün yavaş yavaş hissetmeye başladığımız hırsını pratiğe dökebileceği, bu dökümü de tüm sertliğiyle seyirciye geçirebileceği hem deneysel, hem de disiplinli bir tekinsizlik oluşuyor ki, bu duygunun müzikal karşılığı en iyi caz notalarında kendini ifade ediyor. Bu tekinsiz hırsın sertliğine enstrüman olarak davulun seçilmiş olması, tüm bu bileşenlerin figüratif manasına son derece uygun düşüyor.

Damien Chazelle, filmin merkez noktası olan Andrew'ün bilinçli bir şekilde geliştirilen ihtiraslarını özümsetebilmek için akrabalarıyla yemek masasındaki konuşmalarından ya da hoşlandığı Nicole ile ilişkisinden de az miktarda faydalanıyor. Futbol takımına girmenin bir caz orkestrasında baş müzisyen olmaktan daha kabul görür olması veya kız arkadaşa sahip olmanın hırsların önünde engel teşkil etmesi Andrew'ü hedefine daha fazla kilitliyor. Ama tüm bunlar Andrew'ü titizlikle dengesizleştiren, ona hem ümit veren, hem de çelme takan Fletcher'ın hazırladığı kaygan zeminde dışa vuruluyor. Chazelle, bu hırsların üstüne sinir bozucu bir öğretmen gibi giden Fletcher'a filmi karakterize eden çok özel bir misyon yüklüyor: Kamçılamak!


Caz tarihi ilginç hikayelerle, inanılması güç başarı öyküleriyle, dramatik ya da komik şehir efsaneleriyle doludur. Filmde caz dünyasının efsanevi saksafon ustası Charlie Parker'ın acemilik döneminde kafasına Joe Jones tarafından zil fırlatılması örneği motive edici yönde verilse de, karşımızda düz bir başarı öyküsü olmadığından, Andrew'ü nasıl etkileyeceğine dair bir tedirginlik hep masanın üzerinde duruyor. Parker'ın azmini şiar edinmiş, kendini bu azmi taşıyan yeni isimler bulmaya adamış Fletcher'ın kendi sınırlarını zorlamaları için öğrencileri kamçılama şekli arızalı olunca, bu arızayı bir meydan okuma olarak içselleştiren ve kişiselleştiren Andrew'ün hırsındaki arızalar da su yüzüne çıkıyor. Tüm öğrencilerine karşı acımasız bir tutum içinde olan Fletcher'ı perdede görkemli kılan bu arızası finale doğru kişisel bir hal alınca açıkçası biraz hayalkırıklığı yaratıyor. Hırs ve intikam duyguları birbirine karışınca Chazelle, eşit sayılabilecek ölçülerde hasarlı özellikler yüklediği bu iki karakteri arasında bir taraf seçmiş izlenimi veriyor. Oysa sürekli dile getirilen Parker hikayesindeki motivasyon ölçütleri Fletcher'ı kötü adam konumunun dışında tanımlasaydı (tanımlamışsa da bunu daha açık belli etseydi) karizması ufak da olsa hasar görmezdi.

Bu şartlar bir şekilde kabul edildikten sonra uzanılan final ise gerçekten olağanüstü. Duke Ellington eseri Caravan, zaten el üstünde tutulan bir caz klasiği iken, artık bu finalle özellikle yeni nesil üzerinde de mühim etkiler bırakacaktır. Filmin sancılı sürecine eşlik eden ve adeta didik didik edilen Whiplash ise mükemmel bir caz pratiği olmasının yanında, Andrew - Fletcher savaşına ismen de uygun düşüyor. Fletcher'ın gece kulübünde Andrew'a yaptığı konuşmada caz müziğin yeni bir Charlie Parker çıkaramamasından, bu yüzden insanların caz müziğin öldüğünü düşünmelerinden şikayetçi olması, "aferin" kelimesinin rahatlatıcı tehlikesi yüzünden öğrencilere takındığı tavrı savunması bu finale kadar biriken enerjiye katkı sağlıyor. Bu arada filmin müziklerini yapan Justin Hurwitz'i de ayrıca tebrik etmek gerek. Filmin dört bir yanını saran, araç değil amaç teşkil eden bu müzikler, adeta bir karaktere dönüşen davul ve bunların hizmet ettiği canlı yüzüyle caz. Damien Chazelle, bazen sabit, müzikal anlarda ok gibi fırlayan, yağ gibi kayan (bu yüzden sık sık Scorsese'yi anımsatan) kamerasıyla harika işler çıkarıyor.


Terence Fletcher rolüyle kulvarındaki ödüllere ipotek koyan, çeşitli organizasyonlardan neredeyse haftada bir ödül alan tecrübeli aktör J.K. Simmons ve ne yazık ki bu filmde hak ettiği ilgiyi görmeyen genç oyuncu Miles Teller, filmin ihtiyaç duyduğu gergin kimyayı seyirciye geçirmekte hiç güçlük çekmiyorlar. Bazen karizmatik Simmons'ın kadraja giren eli, bazen Teller'ın yanağında bir saniyelik gurur ifadesi yaratan çukur bile oyuncuların rollerine ne kadar konsantre olduklarını gösteriyor. Müzikle iç içe bir hayat yaşadıklarını, yeni bir Charlie Parker bulmak ya da yeni bir Charlie Parker olmak uğruna adanmışlıklarını kuşkuya yer bırakmayacak şekilde canlandırıyorlar. Anlık tepkiler, durağan anlar, performans sahnelerindeki gerginlik, öfke patlamaları tempolu bir görüntü yönetimiyle filmi yüceltiyor. Kanlı bagetler, ter damlayan ziller, iyi bir müzisyen olmak için aşılması gereken engeller, yapılacak fedakarlıklar, vazgeçilecek sevgililer ve tahammül edilmesi gereken hırçın eğitmenler ve daha pekçok ayrıntı filmin içinden akıyor.

2009'da çektiği ilk filmi Guy and Madeline On A Park Bench'te bir caz trompetçisini merkeze alan Damien Chazelle, 2013 yılında kısa film olarak çektiği Whiplash çok beğenilince zaten uzun metrajını çekmeyi düşündüğü filmini çok beklemeden hayata geçirdi. J.K. Simmons aynı rolle (ama isimsiz bir şekilde) o kısa filmde de yer alıyordu. Uzun metraj Whiplash, kısadan uzuna terfi etmiş filmler arasında en iyilerden biri olarak sinema tarihindeki yerini aldı. Filmin çekildiği 2014 yılında 29 yaşında olan Damien Chazelle ve müzisyen Justin Hurwitz, 27 yaşında olan Miles Teller, sağlam bir "aferin"i hak ediyorlar. Ama 60 yaşındaki J.K. Simmons'ın filmde  "aferin" üzerine söylediklerinin sadece İngilizce'de veya müzik eğitiminde değil, her dilde ve her alanda ortaya koyduğu karanlık tarafı aklımıza gelince bu insanlara hep böyle devam etsinler diye aferin dememek gerekiyor.

9 Ocak 2015 Cuma

Død snø 2 (2014)


Yönetmen: Tommy Wirkola
Oyuncular: Vegar Hoel, Ørjan Gamst, Martin Starr, Jocelyn DeBoer, Ingrid Haas, Stig Frode Henriksen, Hallvard Holmen, Amrita Acharia, Kristoffer Joner, Derek Mears, Charlotte Frogner
Senaryo: Stig Frode Henriksen, Vegar Hoel, Tommy Wirkola
Müzik: Christian Wibe

2009 yılında çekilen Død snø, bir dağ evine tatile giden birkaç arkadaşın başına musallat olan zombi nazilerin konu edildiği başarılı bir korku mizah örneğiydi. Teen slasher ve zombi klişelerini kullanmasına, olabildiğince sert ve kanlı bir tarz benimsemesine rağmen, tüm bu karışıklığı tuhaf bir mizahla harmanlayabilen yönetmen Tommy Wirkola, beklenen devam filmi Død snø 2 ile aşırılıklarını ikiye katlayarak serinin hayranlarını da ikiye katlayabilecek uçlarda geziniyor. İlk filmin kaldığı yerden, yani nazi zombilerden kurtulmayı başaran Martin'in kaçışından devam eden ikinci film, altınlarının peşindeki Herzog ve askerlerinin Martin'i tekrar yakalamaya çalışmalarıyla, tekrar kurtulan Martin'in derdini kimseye anlatamadığı için cinayetlerin sorumlusu olarak polisten kaçmasıyla bu kez farklı bir raya oturuyor.

Død snø 2 bu kadarla kalmayıp oturduğu raya başka kompartımanlar da ekleyerek iyice şenleniyor. 1943'te Hitler tarafından verilen bir görevi yerine getiremeyip adamlarıyla beraber Oxfjord'da ölen Herzog'un bu görev gereği Talvik'teki 800 kişiyi öldürmek için önüne çıkan herkesi zombileştirmesi, Amerikalı üç gençten oluşan evlere şenlik "Zombie Squad"ın Norveç'e gelmesi, ilk filmde Martin'in kesmek zorunda kaldığı sağ kolunun yerine Herzog'un sağ kolunun dikilmesi ve bu sayede Martin'in diriltme gücü kazanması, bu gücünü de Herzog'un Kvenang Dağı'nda katlettiği Rus Teğmen Stavarin'in bölüğü üzerinde kullanmak için dağa doğru yola koyulması bu devam filmini daha da cazipleştiriyor. Tommy Wirkola filmin kendi absürtlüğü içinde bu kez farklı bir rota çizerek hem ilk filmle bağlarını koparmıyor, hem de ilk filmin ekmeğini yeme kolaycılığından uzak yeni bir hikaye yaratıyor. Üstelik birtakım tarihi detayları da intikam motivasyonu olarak kullanarak, bir b-film absürtlüğünden pek beklenmeyecek hedefler belirliyor. Ama telaş olmasın, ortada mantık aranacak bir durum yok. İlk filmdeki yüksek kan ve absürtlük dozundan memnun olanları daha fazlası bekliyor.

Birçok bağımsız festivalden ödül ve adaylıklar kazanan Død snø 2, bunlardan en bilineni olan ve tıpkı 2009'daki ilk filmin kazandığı gibi ikinci filmin de galip çıktığı Toronto After Dark Film Festivali'nde En İyi Film ödülü aldı. Aynı festivalde bu ödülle birlikte En İyi Makyaj, Kavga, Gore ve Kalabalıkla Seyredilesi Film gibi kategorilerin de yıldızı oldu. İlk Død snø'dan sonra Hansel & Gretel: Witch Hunters ile tatsız tuzsuz bir Hollywood kaçamağı yapan Tommy Wirkola, üçüncüsünün sinyalini de veren Død snø serisinin bu ayağında benzer devam filmlerinin hatalarını tekrarlamayıp seriyi güçlendiren bir film çekmiş. Bunu yaparken b-film ruhunu da satmamış. Türlü iğrençliklerin yanında mizahi yaratıcılık barındıran sahneleriyle kült bir seri olmaya adaylığını daha da sağlamlaştıran Død snø 2, başta Vegar Hoel olmak üzere ilk filmden bazı oyuncuları da kapsayan, ancak daha çok Wirkola'nın o b-film ruhunu satmama adına göz yumduğunu düşündüğüm kötü oyunculuklarla (Hoel hariç tabii) sapına kadar iyi bir "kötü" film. Hatta b-film kıvamında bir benzetme yapacak olursam, milyonlarca dolar harcanmış The Hobbit: The Battle Of The Five Armies'den iki gün sonra izlediğim Død snø 2'nin birçok sahnesi beni bu gereksiz Hobbit uzantısından daha fazla heyecanlandırdı.

6 Ocak 2015 Salı

Housebound (2014)


Yönetmen: Gerard Johnstone
Oyuncular: Morgana O'Reilly, Rima Te Wiata, Glen-Paul Waru, Ross Harper, Cameron Rhodes, Ryan Lampp, Mick Innes
Senaryo: Gerard Johnstone
Müzik: Mahuia Bridgman-Cooper

Gerard Johnstone'un yazıp yönettiği Yeni Zelanda yapımı Housebound, uyuşturucu kullanımı ve küçük suçlarla istikrarsız bir yaşam süren, nihayet bir arkadaşıyla birlikte ATM soyarken yakalanan Kylie'nin 8 ay ev hapsi cezası almasıyla başlıyor. Kylie'nin bu cezayı hiç istemediği halde geveze annesi ve sessiz üvey babasının yaşadığı evde çekmek zorunda kalması ve geçmişi sabıkalı bu evde gerçekleşmeye başlayan tuhaf olaylar şeklinde özetlendiğinde yine bir klişeler yumağıyla karşı karşıya olduğumuz düşünülebilir. Ancak Johnstone, bu klişe çıkış noktasını bir süre perili ev gerilimi şeklinde sürdürse de, mizah ve dramı ölçülü biçimde bu gerilime katık ederek, hikayesini de ilginçleştirecek sürprizler hazırlayarak filmini geliştiriyor.

Morgana O'Reilly'nin canlandırdığı Kylie'nin merkezinde gelişen, özellikle Rima Te Wiata'nın anne Miriam rolüyle dikkat çektiği filmin yan karakter renkliliği, ilk filmini çeken Gerard Johnstone'un  senaryosunun vermek istediği mizah - gerilim karışımın hakkını teslim eder nitelikte. Zaten Housebound ödül kazandığı veya aday olduğu çeşitli küçük festivallerden en önemlisi olan Toronto After Dark Film Festivali'nde En İyi Korku, En İyi Komedi ve En İyi Cast gibi üç önemli ödülü birden almayı başarmış. İrili ufaklı orijinal fikirleri biraraya getirip mütevazı bir duruş sergileyen, mizahını sulandırmayıp biraz kanlandıran, absürt yanlarına rağmen belli bir olgunluk hissettiren Johnstone, filmin çıkış noktasının klişe önyargılarını yavaş yavaş yıkan, hatta onlarla dalgasını da geçen bir adam. Bu tarzıyla da gelecek için ümit veriyor.

3 Ocak 2015 Cumartesi

The Equalizer (2014)


Yönetmen: Antoine Fuqua
Oyuncular: Denzel Washington, Marton Csokas, Chloë Grace Moretz, David Harbour, Johnny Skourtis, David Meunier, Melissa Leo, Bill Pullman, Haley Bennett
Senaryo: Richard Wenk, Michael Sloan, Richard Lindheim
Müzik: Harry Gregson-Williams

The Equalizer için kısa yoldan Bourne, Taken, Transporter gibi tek tabanca aksiyonları seven kitle için gayet kaliteli bir örnek teşkil ettiğini söylersek abartmış olmayız. (Gerçi Bourne serisini Transporter serisiyle yanyana anmak pek hoş olmadı ama anlayan anlar.) Temelleri Clint Eastwood'a, Charles Bronson'a dayanan, bizde de Cüneyt Arkın ile sayısız örneği bulunan "tek başına bir ordu kötü adamı alt ederek adaleti sağlama" temalı filmlerin modası hiç geçmedi. Hatta Cüneyt Arkın filmleri bu benzerliği ve bazı abartıları vurgulamak için alay konusu, hakaret unsuru olarak referans niyetine kullanıldı, kullanılıyor. Elbette bu türdeki filmleri izlemeden evvel kişinin saatini ona göre ayarlaması lazım. Konu yönünden intikam, kendini temize çıkarma ya da genel anlamda kötülüğe, adaletsizliğe karşı vigilante duruşundan başka pek malzemesi olmayan bu filmler Eastwood, Bronson ve Arkın'dan bugüne epey ilerleme kaydetti. Artık Jason Statham gibi taze bir kan, Liam Neeson gibi usta bir veteran sağlı sollu bu tarz filmlerin seri üretimine geçtiler.

Artık proje ayırt etmeyen Bruce Willis ve özellikle rahmetli Tony Scott ile çektiği aksiyonlarla fark yaratmaya çalışan Danzel Washington da ara sıra bu yarı tanrı figürlere hayat vermeyi ihmal etmiyorlar. Yeni, daha doğrusu 2014 yılı için yenilenmiş The Equalizer, 1985 yılında yayınlanan aynı adlı TV dizisinden uyarlanmış bir film. Günümüze revize eden ise The Mechanic, The Expendables 2 filmlerine senaryo yazmış Richard Wenk olunca ortaya ne çıkacağına dair az çok bir fikir edinebiliyoruz. Orijinal materyalden hangi yönlerden ayrılıyor bilemiyorum. Ancak Wenk, gizemli Robert McCall karakterini sırf aksiyon dalgası yaratsın diye değil, entellektüel, uzlaşılabilir, yardımsever, naif bir kişilik olarak yansıtmaya çalışmış. Başrolde Danzel Washington olunca bu çalışmalar çoğunlukla olumlu sonuç vermiş.

Film, küçük apartman dairesinde yalnız yaşayan, kendine has sakin bir rutini olan, Home Mart'ta çalışan, çevresini önemsediği için çevresi tarafından önemsenen, The Old Man and The Sea, Don Quixote, The Invisible Man gibi kitaplar okuyan (filmde her üç kitaptan çok bariz referanslar olduğunu söylemeye gerek yok) Robert McCall'un akşamları uğradığı kafeden tanıdığı genç fahişe Teri'de normal hayata dönme potansiyeli görmesi, ne var ki Teri'nin, hesabına çalıştığı Rus fuhuş mafyası tarafından hastanelik edilmesiyle içindeki donanımlı ajanı ortaya çıkarması üzerinden şekilleniyor. Fakat bu bir fark olarak kabul edilirse McCall'un farkı, kötü adamlarla önce bir uzlaşma zemini araması ve onlara kavgasız gürültüsüz makul bir teklif sunması. Tabii bunu kabul eden çıkmayacağı için kendi kendiyle yarışırcasına saniyeler içinde tek çare olarak stilize bir şiddetle bitirici planlarını uygulamak zorunda kalıyor. McCall'un bir adalet meleği, bir vigilante olarak öfkesinden sadece Rus mafyası değil, market hırsızlarından yozlaşmış polislere kadar yoluna çıkan tüm kötüler nasibini alıyor.


McCall'un gizemli geçmişine dair sunulan ayrıntıların net olmayışı, her ne kadar kendi işini kendi görse de arkasının sağlam olması yüzünden nasıl bir projenin adamı olduğunun tam anlaşılamaması gibi sebepler, filmin aksiyon sevdası yüzünden ya da kasten cevaplanmıyor. Filmde McCall'un hasımlarından defalarca duyduğu "who are you" sorusunu hep cebimizde tutmamız istenmesine rağmen, onun bir kadın bürokratla olan dirsek temasını da göstermesiyle zaten bu konuda tahmin yürütmek zor olmuyor. Adalet mesajları içeren McCall icraatları, "yağmur için dua ediyorsan çamura katlanacaksın" şeklinde yer yer derinlik arayışına girmeye çalışsa da, arkasına patlamayı fon almış soğukkanlı kahraman klişesinden çıkılamayacağı anlaşılınca biz de sadece vaat edilen aksiyona fit oluyoruz. Bu sayede elimize McCall'un Slavi ve adamlarını 19 saniyede hacamat ettiği şahane sahne ile, Harry Gregson-Williams'ın tema müziğinden güç alan görkemli bir finale sahip uzun Home Mart bölümü geçiyor.

The Equalizer, daha önce Danzel Washington'a Training Day ile Oscar  kazandırmış yönetmen Antoine Fuqua'nın yönettiği bir film. Bu yüzden Training Day gazıyla çalıştığı düşünülebilir, zira tanıtımlar o yönde. Lakin arada fark var. Bana göre Fuqua'nın şimdiye kadar ki tek eli yüzü düzgün filmi de oydu zaten. Bu filmde düşene bir tekme de kendisi vurmayı çok seven Hollywood, Rusya'yı ekonomik krize sürüklemekten geri durmayan Amerika'nın tekrar yükselişe geçen Rus fobisine çanak tutmayı sürdürüyor. McCall'ın "yılanın başı" diye tanımladığı mafya babasının adı soyadı Vladimir Pushkin, artık gerisini siz düşünün. Dünyanın büyük bir bölümüne bir salgın gibi yayılmış Rus mafyasının varlığından, devasa para balyalarının seyahat edebilmesi için emniyet güçlerinin, hükümetlerin bile kolayca satın alınabileceği gerçeğinden az çok haberimiz var. Ama Hollywood'un yozlaşma gösterip kahramanlık vurma geleneği, bu yeni soğuk savaş döneminde Rusların konumunu Rocky IV günlerine geri götürüyor.

Tony Scott'lı Crimson Tide, Man On Fire, Deja Vu, Unstoppable yıllarının hatırına diken üstünde maceralarla usta oyuncu Danzel Washington'ı izlemek çok keyifliydi. The Equalizer'da da keyifli. Ancak artık subliminal olmaktan çıkan mesajlardaki o Hollywood sevimsizliği çok göze battığında, Washington'ın Washington destekli sempatikleştirme politikasının öznelerinden biri olmaya başladığı duygusuna kapılıyoruz. Zaten birgün perdede biri Obama'yı canlandıracaksa bu işi en iyi Pushkin'i deviren "Washington" yapar herhalde.