31 Ağustos 2023 Perşembe

Aniara (2018)

 
Yönetmen: Pella Kagerman, Hugo Lilja
Oyuncular: Emelie Garbers, Bianca Cruzeiro, Arvin Kananian, Anneli Martini, Jennie Silfverhjelm, Dakota Trancher Williams
Senaryo: Pella Kagerman, Hugo Lilja, Harry Martinson
Müzik: Alexander Berg

İsveçli yazar Harry Edmund Martinson, bestelenerek ilk uzay operası da kabul edilen epik bilim kurgu türündeki şiir kitabı "Aniara" ile 1974 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmüştü. 103 bölümden oluşan bu eserden Pella Kagerman ve Hugo Lilja'nın uyarlayıp bir senaryoya dönüştürdükleri İsveç / Danimarka ortak yapımı Aniara, yine bu ikilinin yönettiği düşük bütçeli bir bilim kurgu dram olarak çeşitli mütevazi festivallerden ödüller ve adaylıklar aldı. Sebebini bilmediğimiz, ama büyük ihtimalle insanoğlunun çeşitli sebeplerle yaşanmaz hale getirdiği Dünya’dan Mars’a doğru büyük boyutlu gezegenler arası göçlerin başladığı distopik bir gelecekteyiz. Film, içerisindeki geniş ağaç çiftlikleri sayesinde havanın tamamen doğal olduğu, AVM, restoranlar, çocuk alanları ve daha pek çok tesisin bulunduğu son teknoloji ürünü devasa transfer gemisi Aniara'da geçiyor. Dünya’dan Mars’a 3 haftada ulaşılacak şekilde planlanan bu yolculuk, geminin bir uzay enkazına çarpmasıyla tehlikeye girer. Çarpışma sırasında geminin yakıt deposunun zarar gördüğü için kaptanının tek çaresi gemideki tüm yakıtı boşaltmaktır. Tüm yakıtı boşaltılır ancak çarpışma sırasında gemi rotasından çıkmıştır ve yakıt kalmadığı için gemi uzayda sürüklenmeye başlamıştır. Ancak sorunlar bununla da bitmez. Zira sadece 3 haftalık bir uzay seyahati için hazırlanmış olan gemide temel yaşam kaynakları elbet tükenecektir.

Film, uzay görüntülerinin sağladığı genişliği, Aniara gemisinin klostrofobik atmosferiyle dengelemeye çalışıyor ve bunda büyük ölçüde başarı sağlıyor. Zaten uzayda bir gemide geçen çoğu filmde bu klostrofobi ihtiyaç haline gelmiştir. İnsanın evrende alternatif yaşam formları arama saplantısının sembolü haline gelmiş Mars'a yolculuk temasının olası post-apokaliptik senaryolara verdiği ilhamdan hareketle uyarlanan Aniara, içinde iyi fikirler barındıran bir film. Her ne kadar çoğunu göremesek de belli kapasitesiyle bir şehir havası verilen bu geminin içinde bir yandan dünyadaki gibi bir yaşam sürerken, bir yandan da artık dünyada olmamanın verdiği psikolojik yıpranmanın dengelenmesini ve hatta bir nebze iyileştirilmesini sağlamak amacıyla bir "Mima" odası tasarlanmış. Gemideki insanların "hatıra bankası"na erişerek dünyadaki geçmişlerinde kalmış güzel günlerinin, hayallerinin, anılarının simüle edildiği bu oda ilginç fikirlerden biri. Filme de bu odanın işleyişinden sorumlu ve kendisine Mimaroben denilen kadının merkezinden bakıyoruz. Ama sanılanın aksine senaryo bu odaya giren insanların bizi ilgilendirmeyen, filme de katkısı olmayan anılarıyla dolu bir şekilde sarkmıyor, sıkıcı hale gelmiyor. İşleyişi anlamamıza yarayan birkaç sahne bu işi görüyor. Filmi asıl ayakta tutan, 3 hafta olarak tasarlanan bu yolculuğun, yaşanan kaza nedeniyle aylara ve yıllara uzamasının yaratacağı belirsizliğin çekiciliği.

Aniara transfer gemisinin bir mikro dünya tasviri olduğu çok açık. Hırsları, savurganlığı, şiddeti, nefreti ve tüketim çılgınlığıyla gezegenini yiyip bitirmiş, gözünü bu defa Mars'a dikmiş insanoğlunun, Mars'a ulaşmadan önce sömüreceği şeyin Aniara olacağı da öyle. İşler ters gidince ve gemide planlanan süreden fazla kalınacağı anlaşılınca insanların bozuk psikolojilerini, sıkıntılarını, isyanlarını önlemek için Mima odasıyla beraber tüketime, gece hayatına (!), cinsel özgürlüğe ve türlü istihdam alanlarına yönlendirilerek meşguliyet sağlanıyor. Harry Martinson, Aniara şiirinin önemli bir bölümünü Hiroşima ve Soğuk Savaş döneminde yaşanan küresel çılgınlıklara tepki olarak yazmış. Günümüze hatta filmde olduğu gibi geleceğe de uyan bu anlayış, hükümetlerden bireye her kalemde kendini gösteren bu tüketme, yıpratma, yok etme alışkanlıklarının toplumların sonunu getirmesine ama beton aralarından bile kafasını uzatabilen yeşillikler gibi bu yok edici sistemin insanın olduğu her ortamda kendini bir şekilde yeniden inşa edebildiğine vurgu yapıyor. Can sıkıntısından icat edilen şamanik ritüeller, dinler veya üreme zarureti gibi mitler her ortamda gücünü korumaya, evrimleşmeye devam ediyor. Film bunlara çeşitli şekillerde değinse de, özellikle temel yaşam kaynaklarının tükenmesi karşısında bulunan çözümler hakkında bizi bilgilendirmiyor. Oksijen meselesi bir şekilde halledilmiş ama o kadar insan sadece yosun yiyerek bunca yıl sağlıklı bir şekilde hayatta kalmış olabilir mi sorusundan kaçılmış intibası uyanması mümkün. Genel olarak kendini iyi ifade etmiş, geleceğin karanlık yüzüne, uzay ve uzay gemisi metaforlarıyla klostrofobik belirsizliklere, umutların yavaş yavaş çürümesine kendi çapında iyi eğilebilmiş bir film Aniara.

23 Ağustos 2023 Çarşamba

Trois jours et une vie (2019)

 
Yönetmen: Nicolas Boukhrief
Oyuncular: Sandrine Bonnaire, Pablo Pauly, Charles Berling, Philippe Torreton, Margot Bancilhon, Arben Bajraktaraj, Jeremy Senez, Dimitri Storoge, Léo Lévy
Senaryo: Pierre Lemaitre, Perrine Margaine
Müzik: Robin Coudert

Pierre Lemaitre'nin aynı adlı romanından uyarlanan, senaryosu Lemaitre ile birlikte Perrine Margaine'e ait, yönetmenliğini ise Nicolas Boukhrief'in yaptığı Trois jours et une vie (Three Days and A Life), kazara işlenen bir cinayet ve bu cinayetin yıllara uzanan etkilerinin izini süren bir dram. Film, büyük bir kısmı Belçika ile Lüksemburg sınırları içinde kalan, bir kısmı da Fransa sınırları içine giren Ardenler'de bir kasabada 25 Aralık 1999'da, polis şefi Lambert'in kasaba halkını üç gün önce kaybolan 6 yaşındaki Rémi'yi arama çalışmalarına katılmaya davet etmesiyle başlıyor. Fazla zaman kaybetmeden de üç gün öncesine dönüyor. Annesiyle yaşayan 12 yaşındaki Antoine, aşık olduğu kız olan Emilie'nin başka bir çocukla öpüşmesine şahit olur. Ardından Emilie'nin ailesinin köpeği Ulysses'e araba çarpar. Baba Michel de acı çekmesin diye Antoine'ın gözü önünde köpeği tüfekle vurur. Psikolojisi yıpranan Antoine ertesi gün ise sinirli bir anında Emilie'nin kardeşi Rémi'yi ormanda kazara öldürür. Panikle cesedi bir çukura atıp kimseye bir şey söylemez. Tüm kasaba Rémi'yi bulmak için seferber olmuşken, Antoine bu trajediyi saklamaya kararlıdır.

Trois jours et une vie, bir polisiye veya suç dramı olarak roman uyarlaması olduğunun hakkını veren bir yorum. Küçük kasaba, birbirini tanıyan insanlar, işlenen bir suç ve onun getirdikleri çok fazla gördüğümüz bileşenler. Küçük Rémi'nin talihsiz akibetini görüyouz, dolayısıyla ortada gizemli bir cinayet yok. Asıl odağımız, istemeden de olsa 12 yaşında katil olan Antoine'ın nasıl bir yol izleyeceği. O yaşta bir çocuğun makul ve mantıklı hareket edebileceğini, olayları detaylı biçimde ölçüp biçeceğini beklemek pek doğru olmaz. Ama o yaşta bir çocuğun bu olayı büyüklerine itiraf ettiğinde ne derece anlaşılabileceğini, başına nelerin gelebileceğini kestirmesi de zor. Çoğumuzda o yaşlarda yaptığımız yaramazlıkların sonuçlarıyla yüzleşmemek için yalan söyleme veya susma alışkanlıklarımız vardır. O yüzden Antoine cesedi görünmeyeceğini düşündüğü bir yere atmayı ve hayatına kaldığı yerden devam etmeyi seçiyor. Tabii onun devam edebilmesi için doğa da devreye giriyor. Kapsamlı arama yapılacağı günün öncesinde gece patlak veren büyük fırtına, fiziki şartları yerle bir ettiği gibi, kasaba büyük kayıplara uğradığı için Rémi'nin kayboluşu da gölgede kalıyor. Giriş bölümünün ardından önceki üç güne dönüldüğü, o üç günde yaşanan kilit olayların gösterildiği geri dönüş kurgusu, bu fırtınayla son buluyor ve bu kez zamanda daha büyük bir sıçrama yapıyoruz. 

Büyüdüğü, bir meslek sahibi olduğu zaman da Antoine'ın farklı sorunlarla yüzleşmesi söz konusu. Ama bu trajik olayı, hele de kendisinin sorumlusu olduğu bu olayı geride bıraktığını gördüğümüz vakit filmin ya da kökeninde romanın gerçeği söylemek ile hiçbir şey söylememek arasındaki ikilemin neresinde durduğunu merak etmeye başlıyoruz. 12 yaşında da, 30'una yaklaştığında da Antoine'ın eline gerçeği açıklamak için bazı fırsatlar geçiyor. Ne var ki geçmiş travmalarına rağmen hayatını rayına koymak isteyenlerin bu travmaları ve benzer etkiye sahip sırları içinde tuttukları sır değil. Antoine'ın sırrının nasıl ortaya çıkacağı, hatta çıkıp çıkmayacağı filmin en büyük gizemini oluşturuyor. Filmde bunun cevabını aldığımız gibi, bir film eleştirisine değil filmin kendisine bırakılması gereken başka sürprizlerin ortaya çıkışı da bu dramın katmanlarını ortaya seriyor. O sürprizleri bozmadan söylenebilecek şeylerden biri, herkesin birbirini bildiği küçük kasabaların insanı yutan, dönüşmesine, gelişmesine izin vermeyen, bağlı olduğu köklere bir süre sonra kendisinden de kökler eklemeye başladığı tuhaf manyetik alanlar olduğu gerçeği. Geçmişinde Le convoyeur gibi başarılı bir soygun filmi de bulunan Nicolas Boukhrief, filmin yıllara yayılan hikayesini seyirciye yabancılaştırmayan kurgulama tecrübesine de sahip bir yönetmen. Roman uyarlaması suç dramı Trois jours et une vie, kurulu düzenlerin, normal yaşamların geçmişinde çocukluğa, gençliğe dair ne sırlar yatabildiğinin, bu düzenlerin bozulmaması adına vicdan duygusunun nasıl ötelenebildiğinin etkileyici bir örneği.

12 Ağustos 2023 Cumartesi

Spider-Man: Across The Spider-Verse (2023)

 
Yönetmen: Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson
Seslendirenler: Shameik Moore, Hailee Steinfeld, Brian Tyree Henry, Luna Lauren Velez, Oscar Isaac, Jason Schwartzman, Issa Rae, Daniel Kaluuya, Jake Johnson, Karan Soni, Shea Whigham, Mahershala Ali, Andy Samberg, Jack Quaid
Senaryo: Phil Lord, Christopher Miller, Dave Callaham
Müzik: Daniel Pemberton

Spider-Man: Into The Spider-Verse (2018) filmi ile girdiğimiz yepyeni Spider-Man evrenine film olarak 5 yıl sonra, macera olarak yaklaşık 1 yıl sonra devam ediliyor. İlk filmin yönetmen üçlüsü tamamen değişip Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson üçlüsü olarak şekillenmiş. Senaryo üçlüsü arasında ise değişmeyen tek isim Phil Lord. İlk filmde örümcek kimliğini ve becerilerini yine radyoaktif örümcek ısırığı klişesiyle alan ve kapasitesini keşif yolculuğuna çıkan Miles Morales'in büyüme hikayesini izledik. Ama bu hikaye, farklı animasyon tarzlarının birleşiminden, dram ve mizah dengesinden, dinamik senaryo anlayışından ve diğer başarılı yan unsurlardan aldığı güçle çok başka yerlere gitti. Örümcek Adam konseptinin, hatta başka süper kahraman konseptlerinin bile yapmadığı şekilde vizyonunu genişletti. Bunda çoklu evren mefhumunun da rolü büyük. Marvel evreninde Thanos sonrası durulan kaos ortamının yerini bu çoklu evren kaosuyla tazelemek isteyen senaryolar, çeşitli Marvel filmleri ve dizileriyle nereye evrileceği bilinmeyen bir yola çekmiş bulunuyorlar. Kötü adam karizmasından yoksun Kang dışında devasa bir kötü yok. Onun da ne olduğu, motivasyonları, sınırları tam olarak net değil. İşte serinin ikinci filmi Spider-Man: Across The Spider-Verse bu çoklu evren tasarımının örümcek ayağını detaylandırmada olağanüstü bir çaba sarf ediyor.

İlk filmin kötü adam ihtiyacını gayet iyi karşılayan Kingpin'den sonra gözlerimiz bu filmin kötüsünü arıyor. Onunla da Brooklyn'de bir marketteki ATM'yi çalmaya çalışırken tanışıyoruz. İlk filmde Alchemax tesisinde çalışan bir bilim insanının yaptığı bir çarpıştırıcı testi sonucu başka bir boyuttan getirdiği örümceğin Miles'ı ısırması sonucu Spider-Man'e dönüşmesi, daha sonra Miles'ın Alchemax tesisini patlattığında çarpıştırıcı odasında bulunan aynı adamın maruz kaldığı radyoaktif tepki sonucu tuhaf bir yaratığa dönüşmesi, ikisi arasında tipik bir husumet formülü ortaya koyuyor. Siyah beneklerle kendine istediği yerde anlık portallar açabilen ve bu beneklerden dolayı kendine "Spot" adını veren bu yaratık, alışıldık kötü adam tiplemelerinin aksine evini, işini, dostlarını kaybetmiş, becerilerini kullanarak ATM'den para çalmaya kadar düşmüş bir vaziyette. İşte bu potansiyelini tam olarak bilememe durumunun yarattığı tehlikenin varlığını Miles ile olan uzun kavgalı tanışmasında hissedebiliyoruz. Sahip olduğu bu kontrolsüz güç yabana atılır cinsten değil. Ama serinin bu ikinci filmi aslen Spot'ın yok edilmesi üzerine değil, Örümcek Evreni’ndeki birtakım sorunları çözmeye, tehditlere karşı önlem alıp ortadan kaldırmaya çalışan ekibin lideri olan bir başka Örümcek Adam Miguel O’Hara ile bu ekibe dahil olmaya çalışan Miles arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar üzerine gidiyor. Miguel'in otoriter yapısıyla Miles'ın ele avuca sığmayan asiliğinin çatışması kaçınılmaz.


Miles'ın çok değer verdiği Gwen'in Miguel ve Örümcek-Kadın Jessica Drew ile birlikte Örümcek Evreni'ne katılımı, Miles'ın da bu evrene sızması sonucu bu "evren" temasının büyülü atmosferine dalıyoruz. Ekipte ayrıca Pavitr Prabhakar adlı genç Hint örümcek adam ve Hobie Brown adlı punk örümcek adam, Peter Parker ve kız bebeği Mayday, daha bir dolu yan karakter bulunuyor. Mumbai ve Manhattan’ın mimari karışımını yansıtan "Mumbattan", özellikle de Nueva York'taki "Genel Merkez" tasarımları olağanüstü. Devasa bir Örümcek Toplumu ile karşılaşıyoruz ki, hepsi rengarenk örümcek kostümleri giymiş yüzlerce örümcek birey, örümcek silahşör Web-Slinger ve atı Widow (ki ona bile maske takılmış), Video Oyunu, Lego, "Peter Parkedcar" adında bir örümcek cip, yine örümcek kostümlü, tüm örümcek becerilerine sahip kedi, hatta dinozor bile var. Miles'ın kaçışını engellemek için hepsinin seferber olduğu sahnenin baş döndüren temposu, psikoloğundan burgercisine pek çok ayrıntının saniyeler içerisinde akıp gittiği emek, zeka, mizah dolu harikulade bir sekans ortaya çıkarıyor. Filmde karşılaştığımız onlarca farklı animasyon tekniği, sürekli birbirlerinden rol çalıyor. Renk tonlarının parlayıp solması, pastelden karakaleme uzanan palet genişliği, örneğin Hobie Brown'ın yer aldığı sahnelerde gördüğümüz 70'ler sonu Sex Pistols ve muadillerinin albüm kapaklarında moda olmuş fontlar gibi detaylar özenle düşünülmüş.

Fakat bu baş döndürücü tempo, aksiyon sahnelerinin içinde gizlenmiş bu detayların saniyeler içinde fark edilmesine, bazılarının atlanmasına, sürekli yenilendiği için çoğuna anlık reaksiyon verilememesine neden oluyor. Şayet sinemada izlenmişse bu sahnelerin geri alınarak tekrar sindire sindire izlenme ihtiyacı doğması muhtemel. Öte yandan "ya tek bir insanı ya da bütün dünyayı kurtarmak arasında bir seçim yapmalısın" mottosu hala aşılamamakta ve algoritmalar, örüntüler gereği bazı hayatları kurtarmanın evrenin düzenini bozacağı, kaosa yol açacağı çatışması hala ısıtılmakta. Keza Miles'ın ve Gwen'in ebeveynleriyle olan uzun çatışmaları da filmin görsel anlamda yenilikçi vizyonuna uymayan demodelikte kalıyor artık. Son olarak, her ne kadar bu hikayenin bazı hatlarıyla serinin bir sonraki filminin Spider-Man: Beyond The Spider-Verse'e taşınacağını bilsek de, bu film tüm hatları o filme bırakıp adeta bir sonraki bölüme pas atan bir dizi finali gibi bitiyor. Tıpkı ilk film gibi kendi giriş, gelişme ve sonucunu kurmuş olsa, içerdiği curcunayı daha iyi sahiplenebilirdi. Ama defalarca söz ettiğimiz farklı teknik kullanımlarının getirdiği Spider-Verse vizyonerliği aynen kaldığı yerden, hatta üzerine de koyarak devam ediyor. Devam eden bir diğer unsur da Daniel Pemberton'ın ambient, breakbeat, funk, rock, klasik, bhangra, punk çeşnili müzikleri. Bu kadar farklı türü aynı albüme belli bir bütünlükle ve sahnelerin doğasına uygun biçimde buluşturan profesyonelliği yine hayranlık verici. Üçüncü film Beyond The Spider-Verse'ün konu olarak az çok neye benzeyeceği belli. Ama sınırları hakkında elini göstermeyen görselliğinin neler getireceğine dair beklentiler çok yüksek.

7 Ağustos 2023 Pazartesi

When You Finish Saving The World (2022)

 
Yönetmen: Jesse Eisenberg
Oyuncular: Julianne Moore, Finn Wolfhard, Billy Bryk, Alisha Boe, Jay O. Sanders, Eleonore Hendricks
Senaryo: Jesse Eisenberg
Müzik: Emile Mosseri

Oyuncu Jesse Eisenberg'in yazıp yönettiği ilk filmi When You Finish Saving The World, iletişimsizlik ve kuşak çatışması üzerine iki ana kanaldan ilerleyen, söyleyeceklerini anne ve oğul temsilleri vasıtasıyla dile getiren dengeli bir yapım. Sosyal hizmetler görevlisi anne Evelyn ve onun 17 yaşındaki oğlu Ziggy arasındaki ilişkinin arızalarını masaya yatıran Eisenberg, oyuncu olarak ilk önemli çıkışını gerçekleştirdiği 2005 yılı Noah Baumbach filmi The Squid and The Whale'in dokusundan etkilendiğini belli eden sade bir yazım yönetim sergiliyor. Kendi dünyasında yaşayan oğlu Ziggy ile bağ kurmakta zorlanan Evelyn, kocasından gördüğü şiddet üzerine kadın sığınma evine gelen Angie'nin Ziggy ile aynı yaştaki oğlu Kyle'da uzun zamandır gösterme fırsatı bulamadığı annelik hislerini duyumsamaya başlıyor. Annesine bağlı, sevecen, becerikli bir genç olan Kyle'da Ziggy'de bulamadığı bu özellikleri gören Evelyn, onunla vakit geçirmek için bahaneler uyduruyor. Hatta Ziggy'nin takmadığı bir şapkayı ona veriş şeklinde olduğu gibi acemilikler de gösteriyor. Fakat kısa sürede tipik anne dominantlığına kapılmaya başlayınca fazla sahiplendiğini anlayamadığı Kyle ile, oğlu Ziggy'yle yaşadığına benzer çatışmalara doğru sürükleniyor.

Öte yandan dünya çapında 20.000 takipçili kendine ait müzik kanalında yazdığı şarkıları seslendiren kendini beğenmiş Ziggy karakteri ile günümüz bol takipçili boş sosyal medya fenomenlerini eleştirme fırsatı yaratan Eisenberg, bu fırsatı çok iyi değerlendiriyor. Okulda hoşlandığı Lila'nın ülkenin politik gerçeklerine, yolsuzluklara, çevre bilincine dair duyarlı yönüne bakmadan, takipçi sayısıyla onu etkileyebileceğini düşünecek kadar saf olan Ziggy, çok geçmeden aslında onun bu duyarlı yönüne bakması gerektiğini anlıyor. Fakat ülke ve dünya gerçeklerinden bihaber olduğu, bunu nasıl yapabileceğine dair en ufak bir fikri olmadığı için o da acemilikler yaşıyor. İşte ana-oğulun farklı karakterdeki bu acemiliklerinin arka planında yer alan benzerliklerine ve iletişimsizliklerine varmaya çalışan Eisenberg, bu iki kanal arasında kurgu ve tema bazında iyi bir denge tutturuyor. Ebeveynlerinden öğreneceği çok şey varken içinde birden atan "şalter" yüzünden kendine sığ bir dünya yaratıp oraya gönüllü hapsolan Ziggy ve önünde ilgilenebileceği bir evladı varken başkalarının ailevi sorunlarıyla ilgilenmekten kendisinkine zaman yaratmakta sıkıntılar yaşadığını anladığımız Evelyn arasındaki bu iletişimsizlik, aynı evde yaşadığı ve birbirini tamamlayabileceği halde uzak düşen aile fertlerinin evrensel sorunlarından biri olarak pek çok sahicilik taşıyor.


Bahsettiğimiz amaçlar doğrultusunda Evelyn'in Kyle'a, Ziggy'nin ise Lila'ya o kadar odaklanmış olduklarını görüyoruz ki, ailenin babası Roger'ın üniversiteden Yaşam Boyu Başarı Ödülü alma törenini bile unutmalarına çok da şaşıramaz hale geliyoruz. Aile fertleri arasındaki bağ kopukluğunun türlü versiyonlarıyla karşılaşmış olabileceğimiz ve bu bağsızlığı kanıksamaya başladığımız şu son dönemlerde herkesin kendi güvenli alanına çekilip orada kendi iç huzurlarıyla yaşama alışkanlıkları edinme eğiliminde olduğunu söyleyebiliriz. Başkalarına, hatta bazen kendi aile fertlerimize bile tahammülsüzüz. Kendimizi bildik bileli kuşak çatışması dediğimiz şeyi günümüzde Z Kuşağı ve "boomer"ların birbirlerine olan tahammülsüzlüğü şeklinde ifade ediyoruz. Sosyal medya aygıtları sayesinde artan takipçi sayıları, beğeniler, kazanılan paralar gençlerin kendilerini tıpkı Ziggy gibi kaf dağının tepesinde görmelerine yol açıyor. Bu ilüzyon, onların kendilerini geliştirmelerinin, bir şeyler okuyup öğrenmelerinin, politik, sosyal ve dünyevi duyarlılık edinmelerinin önünde çok sağlam bir duvar örüyor. Ama Kyle ve Lila gibi zeki, duyarlı, başkalarına yaranmaktansa kendi kimliğini oturtma peşindeki gençlerin varlığı ümit verse de çoğunluğun durumu hiç iyi değil. 

Eisenberg, Ziggy gibi bir örnekle müzik benzeri bir uğraşın da ifade biçimi olabileceğini, ne var ki müzik, spor, oyunculuk vs. gibi uğraşlar üzerinden kariyer oluşturmaya çalışan gençlerin her halükarda kendilerini okuyup, öğrenip yorumlayabilecek şekilde geliştirerek belli bir dünya görüşleri olması gerektiğini savunuyor. Bunları Evelyn özelinde belki de didaktik kaçabilecek biçimde ifade ederek, onun bu eğitimli anne didaktikliğinin sırıtmamasını da sağlıyor. Eisenberg tam olarak işlevsiz aile demek istemiyor belki ama ebeveynler için çocuklar büyüdükçe hiçbir şeyin eskisi gibi olmamasından, bu çocukların onların arzuladığı gibi bir evlada dönüşmemelerinden ötürü duydukları hayal kırıklığıyla doğal akış gereği ailenin işlevsizleşebileceği ihtimalini masaya koyuyor. İletişimsizliğin önemini vurgulamaya doyamıyor. Babası Roger'ın okuduğu intihar makalesi üzerine sofrada Ziggy'ye "mutlu musun" sorusuna verdiği içten cevap veya Evelyn'in çalıştığı binada sekreter olan kızla asansör beklerken yaptığı kısa sohbet sonrasında kızın "beni kovacak mısınız" endişesi, bu iletişimsizlik belasının sadece aile içinde değil, her ortamda ve farklı türlerde insanları etkilediğinin hoş örnekleri. Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yaptıktan sonra Cannes’da Eleştirmenlerin Haftası bölümünde gösterilen When You Finish Saving The World, özellikle Julianne Moore'un güçlü performansıyla taçlanan, belki de yeni bir Noah Baumbach olarak Jesse Eisenberg'i müjdeleyen bir film.