28 Şubat 2007 Çarşamba

Everything Is Illuminated (2005)


Yönetmen: Liev Schreiber
Oyuncular: Elijah Wood, Eugene Hütz, Stephen Samudovsky, Jonathan Safran Foer
Senaryo: Liev Schreiber
Müzik: Paul Cantelon

Koleksiyon tutkunu genç Jonathan, elli yıl önce büyükbabasını nazilerden kurtaran kadını bulmak için Ukrayna'ya gelir. Kendisine rehberlik edecek olanlar ise, komik bir tercüman olan Alex, onun kör olduğunu iddia eden büyükbabası ve Sammy Davis Jr. Jr. isimli köpekleridir.

Soyadı Almanca’da “yazar” demek olan Liev Schreiber, Yahudi Alman bir anne ile Katolik Alman bir babanın çocuğu olarak 1967’de Kaliforniya’da dünyaya geldi. Önceleri bir oyun yazarı olmak isterken, hocası onu aktör olması yolunda cesaretlendirmiş. Yale Drama Okulu’nu bitirip kariyerine başlamış. Sphere, Scream, Kate & Leopold, Hitler: The Rise Of Evil ve son olarak da The Manchurian Candidate gibi pek çok filmde yan roller almış olan oyuncu, Jonathan Safran Poer’in romanından senaryosunu kendisinin yazdığı Everything Is Illuminated ile ilk filmini de çekmiş oldu.


Çok parlak bir oyunculuk geçmişi olmamasından dolayı, bu ilk yönetmenlik deneyimine bakarak, Schreiber’in bundan sonra yönetmen olarak yoluna devam etmesi gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Everything Is Illuminated bir ilk filme göre son derece olgun, aklı başında, sağlam ve samimi. Kitap uyarlamalarının yaşadığı handikapları kendince en aza indirgemeyi başaran film, küçük bir objeden, trajik bir gerçeğin kalbine yapılan yolculuğu sıcacık bir yol hikayesiyle, dokunaklı bir biçimde işliyor.

Yol filmleri genellikle, ister belli bir adrese, ister bilinmeyene yapılan yolculukların, aynı zamanda kişinin kendi iç dünyasına veya başka iç dünyaları anlamaya doğru yapıldığının altını çizen filmlerdir. En azından izlediğimiz iyi örneklerin yaptığı budur. Yolculuk başta sabit bir amaca ulaşma şeklindeyken, yollar aşıldıkça bu amaç yavaş yavaş daha çok anlam kazanmaya, hatta kutsallaşmaya başlar. Yolcular ise başlangıçtaki yabancılaşmayı aşıp, birbirlerini keşfedecekler, yol arkadaşlığının sempatisi tüm benliklerini saracak, saf, dürüst bir kucaklamaya dönecektir. Bu süreç, son durakta zirveye ulaşarak, yolculuğun esas amacına daha dramatik bir anlam yükleyecektir. Bu yolculuğun kahramanları da rengarenk olursa, biz de biryerlere kıvrılıp onlarla yolculuk ederiz. İşte klasik bir yol hikayesinin içerdiği bu unsurları Everything Is Illuminated'da da tüm içtenliğiyle görmek mümkün.


Filmin görünen tek Amerikan unsuru sayılabilecek Elijah Wood, bebek yüzlü, şık giyimli, merceksi gözlük camlarıyla geçmişin peşine düşen koleksiyoncu Jonathan Foer’i sade bir yorumla canlandırmış. Diğer roller ise, filmin Avrupai havasına çeşni katmış son derece eğlenceli karakterlerden ibaret. Aksi büyükbabasıyla birlikte, köklerini arayan zengin Yahudileri tura çıkaran ve onlara tercumanlık yapan, dansçı ya da muhasebeci olmayı hayal eden, serseri duruşunun tam tersi mizaçtaki Alex’i canlandıran Eugene Hutz, aynı zamanda Gogol Bordello isimli çingene punk grubunun lideri ve filmde de grubun birkaç şarkısı yer alıyor. Hutz, komik, yer yer eksik ve geveze İngilizcesi ile, doğal oyunuyla Elijah Wood’u çok iyi dengeliyor. Jonathan ve Alex’in diyaloglarında hissedilen sıcaklık ve kurdukları dostluk bağı, Schreiber ile birlikte büyük ölçüde bu ikilinin başarısında gizli. Büyükbaba ve Lista rollerindeki yaşlı oyuncular Boris Leskin ve Laryssa Lauret de filmin son bölümlerindeki duygusal yoğunluğa katkıda bulunan oyuncular. Sammy Davis Jr. Jr. da unutulmamalı.


Film, Yahudi meselesi hakkında yeni bir şey söylemiyor ama yaşanan trajedinin ilginç parçalarından birine daha şahit oluyoruz. Yol görüntülerinin meditasyon etkisi yaratan güzelliği, hikayenin akışı, oyuncuların yerinde yönlendirilmeleri, Liev Schreiber’in ilk yönetmenliğinin ne kadar olumlu geçtiğinin göstergesi. Özellikle flashbackteki sinematografi çok çarpıcı. Farklı ruh hallerinin yansıması müzikleri unutmak ne mümkün. Bu şarkıların Kusturica filmlerindeki o Goran Bregovic rüzgarını anımsatmaması için hiçbir neden yok.

İster Liev Schreiber’in köklerine saygı duruşu, isterse vicdanın gerçeği bulma açlığı olsun, bir şeyi “aydınlatmak” için peşine takılmaya değecek değerleri hatırlattığı, yolculuğuna bizi de ortak etmeyi başardığı için hoş ve değerli bir film Everything Is Illuminated.

27 Şubat 2007 Salı

Domino (2005)


Yönetmen: Tony Scott
Oyuncular: Keira Knightley, Mickey Rourke, Edgar Ramirez, Delroy Lindo, Mo'Nique Imes-Jackson, Ian Ziering, Brian Austin Green, Riz Abbasi
Senaryo: Richard Kelly
Müzik: Toby Chu, Harry Gregson-Williams

Film yıldızı Laurence Harvey'nin kızı Domino, çalkantılı hayatından kalma asiliği ile geçimsiz, zor bir insan olmuştur. Birgün tesadüfen ödül avcısı arayan bir gazete ilanı görür. Seminere gitmesiyle efsanevi ödül avcısı Ed Mosbey ve ortağı Choco ile tanışması, sonra da bir ödül avcısı olması bir olur.
  
Eski İngiliz oyunculardan Laurence Harvey’nin kızı Domino Harvey, refah içinde bir çocukluk yaşamış ama babasının ölümü, annesinin onu yatılı okula bırakıp zengin koca avına çıkması, yaşıtları ve hemcinsleri ile yaşadığı iletişim kopuklukluğuyla, Beverly Hills’in önceden ve sonradan görme hayatını elinin tersiyle iterek arayışa yönelmişti. Bolluk, her zaman sorunsuz bir yaşam vaat etmez. Paranın erişemeyeceği hazların peşine gitmek, insanlar için sıra dışı olma yolunda atılan ilk adımdır bir bakıma. Domino’yu sıra dışı yapan sebeplerden biri de, tutkularını dizginsiz bırakarak, sahip olduklarını, olmadıklarının belirsizliği ile değiş tokuş etme riskini göze almasıdır.


Başka bir sebepse, Domino’nun bu riski alma yöntemi.. Ödül avcılığı, onun için bilinçli bir seçim olmamakla birlikte, bilincini özgürleştiren bir meslek. Buradaki bilinç, kucak dansı yapmak veya “kolundan şifreyi çıkar” cümlesini, “kolunu çıkar” anlayan bilinçsizlik değil. Bu, burnunu kırdığı kızdan, podyumda alaşağı ettiği modelden ve işi gücü tüketim, gösteriş olan lüks bağımlısı hemcinslerinden farklı olarak, kader inancını arkasına alıp, gerçekten işe yaradığını, bir parçası olduğunu hissettiği işi cesurca yaparak manevi hazza ulaşma bilinci..

Film bu konuların dışında, Amerika’nın ırk haritasına, medyaya, mafyaya, maneviyata, şiddete, politikaya, aşka atılan kısalı uzunlu bakışlarla dolu. Tony Scott’ın başdöndüren kurgu ve görüntü estetiği filmi video klip, belgesel, fragman lezzetine taşıyor. Flashbackler, altyazılar, ekolu cümleler, müzikler jenerikten finale dur durak bilmiyor. Bu tarzıyla Scott’u eleştirenler, filmlerin pop-art cümbüşüyle oyuncuları ve duyguları geri plana attığını iddia etseler de, bir önceki Man On Fire'daki aynı tekniğin duyguyu nasıl verebildiğini gördük. Domino'nun dramatizasyonunun Man On Fire'a göre zayıf kalması ne teknik, ne oyunculuk, ne de yönetimle ilgili. Sebep, iki film arasındaki hikaye farkı. Zaten Scott’ın konu olarak iki filmde bırakmak istediği etkinin farkı görülüyor. Tabi film Domino Harvey’nin kısa bir süre önce aşırı dozdan ölmesinin ardından çekilse farklı olur muydu bilinmez.


Tony Scott rol işini doğru oyunculara bırakıp, teknik, görsel ve ruhsal yapıya ağırlık vermeye çalışan tam bir profesyonel. Filmde birçok popüler isimle çalışan Scott’ın Christopher Walken ve Mickey Rourke gereksinimi sürüyor. Artık kültleşmiş Walken bir yana, Mickey Rourke sessiz sedasız bir zamanlar Travolta’nun yaşadığı “yeniden keşfedilme”nin tadını çıkarıyor. Ayrıca filmde bu kez müzisyen olan kült bir figür daha var ki, o da sürpriz olsun. Üstü açık arabasıyla çölde rastladığı kahramanlarımızı karşısına alıp, yağmurda üşüten çatallaşmış sesiyle gelecekten haberler veriyor ve onları Vegas’a, kendilerini bekleyen kadere götürüyor. Hayranları için onu bir Scott filminde görmek ilginç ve bir o kadar da heyecan verici. Domino rölündeki Keira Knightley ise eski dönem romantizminden, milenyum aksiyonuna genişlettiği vizyonu ve usta işi filmlerde rol almasıyla değerini arttırıyor.

Top Gun, True Romance, Spy Game, Crimson Tide gibi sırf düz aksiyon içermeyen filmler çeken Tony Scott, ağabeyi Ridley Scott ile birlikte günümüz sinemasının en başarılı, aynı zamanda ışığı, rengi, özellikle de güneşi en iyi kullanan yönetmenlerinden. Her ne kadar Tony, Ridley’e göre biraz yaramaz çocuğu oynuyor olsa da...

The Man Who Wasn't There (2001)

 
Yönetmen: Joel Coen
Oyuncular: Billy Bob Thornton, Frances McDormand, James Gandolfini, Tony Shalhoub, Michael Badalucco, Scarlett Johansson
Senaryo: Joel Coen, Ethan Coen
Müzik: Carter Burwell

1949 Kuzey Carolina... Cinsel hayatı bitmiş, az konuşan, heyecansız ve mutsuz berber Ed Crane, karısı Doris’in kendisini aldattığını fark eder. Kuru temizleme işine girmek için 10 bin dolara ihtiyaç duyunca karısının yasak aşkına şantaj yapan Ed’in planları ters gider ve işler içinden çıkılması zor bir hal alır.
 
Gösterildiği yıl Cannes’da “En İyi Yönetmen” ödülü alan The Man Who Wasn’t There, Kubrick, Hitchcock gibi sinemanın atalarından beslenmelerine rağmen bağımsız kalmayı başarabilen Ethan ve Joel Coen kardeşlerin nefis bir film noir denemesi.. Film Noir, grinin kasvetli tonunda, anti-kahraman(lar)ın başı çektiği, basitten çıkmaza sıkıntılı ve sürprizlerle dolu bir patikada ilerleyen eski bir sinema geleneğidir. Karakterler yanlış ata oynar, hayata rest çeker veya talihsizliklerle dolu yaşamları sayesinde hiçlik duyguları yükselir. Bir “ucuz roman” yazarı olan James M. Cain’den hareket eden film, adeta 40’lı yılların kara filmlerinin bir parodisi gibi. Bunda en büyük pay tabiki basiti karmaşık hale getirmekten zevk alan, derin konulardan bahsedip, zaman zaman kendi üsluplarını alaya alan bir stili stilize etmiş çılgın ve bir o kadar da dahi Coen kardeşlerin.. Ne anlattıkları ile nasıl anlattıklarına aynı önemi bahşeden kardeşler, filmde 40’lı yılların tüm saplantılarına da değinmişler. UFO fenomeni, nükleer saldırı korkusu, mesleki kaygılar, McCharty dönemi politikaları gibi.
 
 
Pulp görünüşünün altında aslında oldukça zeki ve entelektüel detayları da bünyesinde toplayan film, varoluşçuluk, belirsizlik, yabancılaşma, kurban eden ve edilen benzerliği gibi söylemlerle de dirsek teması kurmuş durumda. Üstelik bunları, belki de kara film mizahına ters düşebilecek Beethoven tınılarıyla destekleyecek kadar sıra dışı. Hepimizin yaşadığı “orada olmama” durumu sayesinde, zaman zaman benliğimizden uzaklaştığımız ve uzaklaşmak zorunda olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Ed, traş ettiği çocuğun kafasına bakıp “bu kadar saç nereden geliyor” diye düşündüğünde onun orada olmadığını anlamıyor muyuz? Sinir eden tepkisizliği, durağanlığı, soğukkanlılığı, aslında onu içinde yaşadığı şeyden çekip çıkaran, başka alemlere götüren “orada olmama” hissinden kaynaklı değil mi? Bu his, Big Lebowski, Barton Fink, Fargo gibi farklı gözüken öykülerin aynı dahiyane ellerden çıktığını, bu bağlamda ortak bir ruh bütünlüğü yakalayarak başka bir boyutta rüştlerini ispat ettiklerini gösteriyor. Ve yine bu his ve bu süreç hepsini birer çağdaş kült yapmaya yetiyor.
 
Hislerini aldırmış, içini dışına zerre kadar yansıtmayan berber Ed Crane rolüyle Billy Bob Thornton gerçekten olağanüstü. Her ne kadar film seçme konusunda titiz davranmasa da, orada olmayan adamı oynamakla kendine iyiliklerin en büyüğünü yaptığı kesin. Elinden düşürmediği sigarası ve bakmaya doyum olmayan heykelsi duruşuyla adeta 40’lardan fırlamış çok “cool” bir figür. Ed’in “famme fatale” karısı Doris rolündeki Joel Cohen’in eşi Francis McDormand, Soprano ailesinin reisi James Gandolfini, başka bir cool insan Tony Shalhoub ve kısa ama önemli rolüyle Scarlett Johansson, tüm Coen yapımlarında gördüğümüz doğru oyuncu seçimlerinin yansımaları.

Modern çağımızın siyah-beyaz filmlerinin başarısını, hisleri doğrudan anlatabilen, samimiyeti gözler önüne seren ışıklara ve gölgelere, aynı zamanda bu iki rengin aşk çocuğu olan grinin saflığına borçluyuz. Filmin karakterlerini bazen sadece bir gölge gibi gösteren sahnelerle birlikte, özellikle cinayet ve araba kazası sahneleri tam bir sinema şöleni. Anlatılmaz yaşanır bu film bitince de anlarız ki aslında ne oradayız, ne de burada.

24 Şubat 2007 Cumartesi

Peppermint Candy (Bakha Satang) (2000)

 
Yönetmen: Chang-dong Lee
Oyuncular: Kyung-gu Sol, Yeo-jin Kim, So-ri Moon, Jung Suh
Senaryo: Chang-dong Lee
 
Yongho, 20 yıl sonra okul arkadaşlarının düzenlediği bir pikniğine katılmıştır. Ama gerek tuhaf davranışları, gerek kabalığı, gerekse anlamsızca attığı çığlıklarla herkesi şaşırtır. Aradan geçen 20 yılın onu değiştirdiği açıktır.
 
Yongho ile tanışın... Gezi – Fotoğraf Makinesi – Hayat Güzel – İtiraf – Duacı – Asker Ziyareti – Piknik gibi yedi bölümden oluşan Peppermint Candy, Yongho’nun hayatından kesitleri geri dönüşlerle anlatan mükemmel bir film. Hikayeyi sondan anlatan filmlerin hepsini bir kenara bırakıp, Yongho’nun trajedisini bu tarzda yapılmış en iyi filmlerden biri olarak adlandırmak mümkün. Askerliği, aşkı, evliliği, çocuğu, köpeği, mesleği, arkadaşları ile Yongho’nun hayat öyküsü sıradan gibi görünse de, sıradanlığını yaşayan pek çok insanın karşılaştığı, kimi zaman sıra dışı sayılabilecek ayrıntılar, hatalar, pişmanlıklarla ve en önemlisi yazıp yöneten Chang-dong Lee’nin çamura bulanmış destansı anlatımıyla o kadar güçlü ki.
 
Finalden başlayıp başlangıçta biten filmin tersten giden yapısı, benzerlerinden kesinlikle farklı. Hikayenin sonunu daha filmin başında görmek izleyeni filmden soğutmuyor, aksine önce saatler, sonra aylar, yıllar başa alınmaya başladıkça bu dram gücüne güç, esrarına esrar katıyor. Yedi öyküyü izledikçe sorular birer birer cevap bulmaya, ayrıntılar anlam kazanmaya, yeni sorular cevap aramaya başlıyor. Chang-dong Lee bölümler arası geçişleri ise filmin en önemli metaforu olan trenleri kullanarak yapmış. Tren olgusu daha önce hiçbir filmde bu kadar manidar olmamıştı. O trenler ki bazen hızlı, bazen yavaş, çoğu zaman düz ama bazen de ters giderler. İşte bu yedi bölüm arası geçişlerde harika müzikler, harika manzaralar eşliğinde filmin akışına da uygun olarak tersine ilerleyen trenin önünden (arkasından) bakarak ilerliyoruz (geriliyoruz). Bu geçişler 1996 yapımı Lars Von Trier filmi Breaking The Waves'teki episode aralarını hatırlatıyor sanki. (Zaten Bess McNeill de az çok Yongho’nun kayıp kızkardeşi sayılır). O trenler aynı zamanda belli bir yol üzerinde gidip, belli bir yere sabit raylar üzerinde seyrederler. Bu kesinlik bile trenlerin zaman ve kader kavramlarının metaforu olmasına yeter de artar. Yongho’nun öyküsünün muhtelif yerlerinde karşılaştığı trenler, ona zamanın ne kadar hızla ilerlediğini ve kaderini ne ölçüde etkilediğini hatırlatan referanslar.
 
 
80’li yıllar pek çok insanın damağında nane şekeri tadı bırakmıştır. Ama yine pek çok ülkenin siyasi çalkalanmalarına da sahne olmuş kritik zaman dilimlerindendir. Film, “İtiraf” ve “Duacı” bölümlerinde o yılların Kore’sine de uzanarak üniversite olaylarını fon ediniyor. Zaten filmin kilit noktası olan pek çok olaya, Yongho’nun dibe vuruşuna zemin hazırlayan çarpıcı okumalara bu iki bölümde tanık olmaktayız. Yürekleri parçalayan bir aşk hikayesi, ihanetler, işkenceler, travmalar, Yongho’yu bataklığa gömülmüş bir kral, alternatif bir Forrest Gump, zaman değirmenleri altında kalmış bir Don Kişot yapmaya yetiyor. Tüm bunların sahiciliğini sağlamada aslan payı Lee’den sonra aktör Kyung-gu Sol’a ait. Bu muhteşem oyunculuk üzerine ne söylense boş. Sıradan dış görünüşü ile kaybeden, zavallı duruşu ne kadar doğruysa, içindeki fırtınaları yansıtma ve film bittiğinde (başladığında) bile hala gizemini koruma duruşu da o kadar doğru. Oyunculuğa gönül vermiş, veya oyunculuk izlemeyi seven herkesin hayatında bir kez de olsa bu kompozisyonu görmesi gerek.
 
Peppermint Candy, kritik sorunlara, idealleri ve zorunlulukları arasında ikiye bölünmüş, dönüşüm geçirmiş ve rahatsızlaşmış bir bireyin gözünden çok çarpıcı şekilde bakan bir başyapıt. Başladığı yerde biten, bittiği yerde başlayan, nane şekeri, tren, bisiklet, köpek, fotoğraf makinesi gibi bir dolu metaforun kullanımındaki boşlukları izleyiciye bırakmış, Güney Kore sinemasının en iyi 10 filminden biri. Geri almadan, kesinlikle bir kerede izleyin, bitince isterseniz daha sonra yine izleyin. Yongho ile tanışın...

22 Şubat 2007 Perşembe

The Commitments (1991)


Yönetmen: Alan Parker
Oyuncular: Robert Arkins, Michael Aherne, Angeline Ball, Maria Doyle Kennedy, Dave Finnegan, Bronagh Gallagher, Félim Gormley, Glen Hansard, Dick Massey, Johnny Murphy
Senaryo: Dick Clement, Ian La Frenais, Roddy Doyle
Müzik: The Commitments

Dublin
’in buhranlı dönemlerinde, ailesiyle yaşayan ve işsizlik maaşı alan Jimmy, artık risk alma zamanının geldiğini fark eder. Menajerliğini kendisinin yapacağı “Dünyanın En Çalışkan Grubu”nu kurmak için harekete geçer. The Commitments'ın konusu sadece bu kadar. Ama içeriği, eğlencesi ve hissettirdikleri çok daha fazla. Bana göre gelmiş geçmiş en iyi müzik filmlerinden biri.

Alan Parker
ismini duyanların pek çoğu onu 1978 tarihli Midnight Express'ten ibaret sanmakta. Oysa 74’ten beri sinemanın hatırı sayılır yönetmenlerinden biri olmasını, az ama öz çektiği ve içinde her zaman sistemi acımasızca eleştiren sağlam dramatik yapılı filmlerine borçludur. Fame, Birdy, Pink Floyd: The Wall, Mississippi Burning, Evita, Angela’s Ashes ve son olarak da The Life Of David Gale.. Irkçılık, işsizlik, hoşgörüsüzlük, savaş, infaz ve daha birçok meseleye cesurca çomak sokmuş, insanoğlunun bu olumsuz kavramları daha iyi kavrayabilmeleri için sinemasını adeta bir silah gibi kullanmıştır. Tüm bu sert, kimi zaman acımasız eleştirel tavrının yanında bir de yumuşak karnı vardı. Müzik! Ancak Fame, Pink Floyd: The Wall, Evita gibi müzikal filmlerinde bile toplumsal-tarihsel eleştirilerinden geri durmamıştır. Onun müziğe yaklaşımı, bir zamanlar Midnight Express filminin senaryosunu da yazan Oliver Stone’un The Doors tutkusundan her zaman daha samimiydi. The Commitments, Dublin gibi pek çok sorunla boğuşan bir şehirde yaşayan müzik tutkunu bir avuç insanın ayakta kalma mücadelesini Parker kamerası ve üslubuyla işleyen komik, eğlenceli ve sivri dilli harika bir müzikal.

The Commitments grubu kurulurken, isminden yapacağı müziğe ve hatta müzisyenlerin ne tür müzikten hoşlandıklarına kadar pek çok detayın bir araya getirilmesinde müthiş bir uyum ve anlam var. Kelime anlamı sorumluluk, bağlılık, teslimiyet gibi kavramları içeren “commitment”, gazete ilanıyla kapıya gelen Joan Baez, Joni Mitchell, Led Zeppelin, Boy George vb. dinleyenlerin suratına Jimmy’nin kapıyı kapatması, onun bir “ruh” arayışı içinde olduğunu özetliyor. Ve bu ruh, siyah Soul müzikte keşfediliyor. Jimmy’nin amacı tonla para kazanıp, güzel kızlarla fink atmak değil, “Avrupa’nın Siyahları” olarak tanımladığı İrlanda halkının da bu ruha sahip olduğunu dünyaya ispatlamak. Bu yolda her şeyi mübah sayan Jimmy’nin sözettiği kimlik bunalımına Trainspotting filminden de aşinayız. Jimmy, Soul müzikle kan bağı olduğunu haklı çıkarmak için İrlanda-Dublin-Kuzey Dublin’e kadar indirgediği ezilmişlik hissini yıkma misyonunda hiç de haksız sayılmaz. Çünkü müzik, sadece enstrumanların çıkardığı ses uyumundan ibaret değil, bir kimlik ifadesidir. Bunu filmde en iyi anlatan cümlelerden birisi saksafoncu Dean’a ait. İşsizlik maaşı kuyruğunda Dean, Jimmy’ye “işsiz müzisyen olmak, işsiz müzik aleti tamircisi olmaktan daha iyiymiş” diyor.


Yoksulluğu, muhtaçlığı bir işe yarama fikri ile değiştirmek isteyen tutkulara kucak açan müzik ve dans olgusunu bu derece anlamlı kılan filmlerden Billy Elliot ve The Full Monty de işçi sınıfının birer gerçeğiydi. İster çaresizlikten, ister ideallerden olsun, işsiz kalmış işçi sınıfının ezici sistem karşısındaki tutunma çabası İngiliz, İrlanda ve İskoç sinemasını evrensel boyuta taşımaya yetiyor.

Filmde ünlü-ünsüz birçok grup ve müzisyen ismi havalarda uçuyor. Hepsi de belli bir zümrenin temsilcisi konumundaki bu müzisyenler hakkında yapılan yorumlar, espiriler, iğnelemeler o kadar kaliteli ve komik ki, çoğu zaman o grup ve şarkıcıları tanımanız beklenmiyor bile. Tanıyorsanız, grup elemanlarının tespitleri sizi hayran bırakacak. Hele yeni grup kurma aşamasında olanlar için bu filmi izlemek kaçınılmaz olmalı. Baştaki grup içi tutkuların yerini bireysel hırslara bırakması, elemanlar arası çekişmeler, iğnelemeler, argolar ve en önemlisi müzik. Mustang Sally, In The Midnight Hour, Hard To Handle, Nowhere To Run, Try A Little Tenderness ve daha pek çok soul, rock’n roll klasiklerini beğeniyorsanız filmden sonra iki bölümden oluşan filmin müziklerini edinmek zorunda hissedeceksiniz.

Oyuncular arasında tek tanınmış olanı belki de Colm Meaney. Jimmy’nin ümitsiz Elvis hayranı babası rolündeki aktör ile birlikte, çam yarması solist Deco, bodyguard-davulcu Mickah gerçekten çok komik figürler. Günümüz gruplarından The Corrs solisti Andrea Corr’u da kısa bir rolle Jimmy’nin kızkardeşi Sharon olarak 91 yılındaki haliyle izleyebilirsiniz. Başrollerdeki oyuncuların çoğu amatör ki, gerçek tutkunun amatör ruhta gizli olduğunun bilincindeki Alan Parker, enerji dolu bu eğlenceli müzikali ile hem hala müzik yapmakta olan gerçek The Commitments’a selam gönderiyor, hem de hatırı sayılır bir hayran kitlesi bulunan, yılların eskitemeyeceği en iyi müzikallerden birine imza atıyor.

15 Şubat 2007 Perşembe

Lost In Translation (2003)


Yönetmen: Sofia Coppola
Oyuncular: Bill Murray, Scarlett Johansson, Catherine Lambert, Giovanni Ribisi
Senaryo: Sofia Coppola
Müzik: Kevin Shields

Bob Harris uluslarası alanda şöhrete sahip olmasına rağmen bir süredir düşüşe geçmiş bir film yıldızıdır. Rol bulmakta zorluk çektiğinden dolayı Tokyo'da bir viski reklamında oynaması için gelen teklifi kabul eder. Üniversiteden yeni mezun olan Charlotte ise fotoğrafçı eşinin yine Tokyo'da yapacaği bir çekim sebebiyle Japonya'da bulunmaktadır. Birbirinden tamamen farklı bu iki insan, çeşitli rastlantılar sonucu kaldıkları otelde tanışırlar. Önceleri zaman geçirmek için sohbet şeklinde olan ilişkileri giderek karşı koyamadıkları bir yakınlaşmayı beraberinde getirir.

Dingin, kırılgan, sevimli, hüzünlü yapısıyla Lost In Translation, Sofia Coppola’nın yazıp yönettiği gerçekten saygı duyulası bir film. Nedenleri çok. Bill Murray gibi dev bir oyuncunun, Scarlett Johansson gibi seksi-sevimli yeni nesil bir aktrisin tutturduğu gizemli kimya, melodram severleri ziyadesiyle memnun etmişti. Tokyo gibi dünyanın en kalabalık şehrinde duyulan yalnızlık atmosferinde filizlenen ikilinin dostlukları, aslında daha önce de benzerlerine rastlanan klişe hayat hikayelerinin buluşması gibi görülebilir. Yaşlanan Hollywood starının bir Japon reklamında oynaması veya ilgisiz kocanın yalnızlıktan bunalan genç ve güzel karısının arayış içine girmesi sinema izleyicilerinin hiç de yabancısı olmadığı konular. Belki buna benzer hikayeler daha çok işlenecek. Ama Lost In Translation’da olduğu gibi saf bir incelikle, yürek titreten bir duygusallıkla, hüzün takviyeli bir mizah anlayışı ile anlatıldığında bu basmakalıp görünen hikayeler bir anda insanı kucaklıyor.


Filmin merkezindeki yalnızlık teması için Tokyo’nun seçilmesindeki ironi, genç ve yaşlı iki insanın aynı frekansı yakalaması ironisi ile buluştuğunda Coppola’nın dışardan kişisel gibi görünen yazımının aslında ne kadar insana ait olduğu gerçeği, filmin hemen hemen her anına sinmiş durumda. Coppola’nın bu filmdeki atmosfer yaratma başarısı, filmin dünyada aldığı sayısız ödülün sebeplerinden sadece biri olması gerekir. Olması gerekenden fazla bir oyunculuk veya diyalog olmamasına rağmen, sadece kalabalık içindeki yalnızlık duygusunu izleyenin iliklerine işletebilmiş bir film her şeyden önce.. Filmde bu bunalım ve yalnızlık ortamı o kadar başarılı resmediliyor ki, sıkıcı bulanların olabilme ihtimali de yeterince ironik. Halbuki Tokyo hiç de dört duvar gibi gösterilmiyor, gündüzü, gecesi, sokakları, eğlence yerleri, televizyon programları ile yaşayan bir metropol. Ama kişi kendine ait, uğruna her türlü fedakarlığı göze alabileceği yalnızlığını, metropol yalnızlığına kurban edince, artık o yalnızlığını paylaşabileceği kişileri arıyor ve artık bulunmak istiyor ki bu da ironi fırtınasının başka bir esintisi.

Charlotte ve Bob, yani Johansson ve Murray arasındaki ilişki filmin omurgasını oluşturuyor. İkilinin adını koymakta zorlandığımız ilişkilerinde belki de tek emin olduğumuz şey, saf ve kırılgan bir sevgi.. Bir bakıma bireysel özgürlüklerin, sorumluluklara yenik düşmeme çabasını anlatan duygusal bir bağ. Bir metropolde, hatta o metropolün lisanında bile kaybolmanın çaresizliği karşısında düşmeyi umursamadan kendini bırakıverme.


Filmin kendine has naif yapısının gücü sayesinde bu iki karakterin soğuk bakışları ve sakinliklerinin altında, yüreklerinde kopan fırtınaların farkına varmak çok da zor olmasa gerek. “Minimalist oyunculuk” sözü işin kolayına kaçmaktan başka bir şey değildir. Oyuncunun tepkisiz bir duruşunun da öncesi, o anı ve sonrası vardır ki bu aşamaların başarıyla geçildiği dikkatli bir izleyici tarafından fark edilebilir. Bill Murray’in reklam çekimi sırasındaki oyununa gülüyor, finaldeki duygu seline kendinizi kaptırabiliyorsanız, film ödüllerin en güzelini almış oluyor zaten. Kevin Shields, Squarepusher, Air, My Bloody Valentine şarkıları eşliğinde izlediğimiz genç Sofia Coppola’nın çağdaş melodramı, kırık kalbinize bir darbe daha vururken, sağlam kalbinizi sessiz sedasız kırıveriyor.

11 Şubat 2007 Pazar

Welcome To Dongmakgol (2005)


Yönetmen: Kwang-Hyun Park
Oyuncular: Ha-kyun Shin, Jae-yeong Jeong, Hye-jeong Kang, Ha-ryong Lim, Steve Taschler
Senaryo: Jin Jang
Müzik: Joe Hisaishi

Bir bölgede çatışmaya giren bir grup Kuzey ve Güney Kore askerinden kurtulanlar, tesadüfen savaştan habersiz Dongmakgol adlı bir kasabada karşılaşırlar. Fakat köylülere zarar vermemek için köyden ayrılana kadar zorunlu ateşkese giderler. Ayrıca köyde, keşif uçuşu yaparken düşen bir Amerikan askeri de bulunmaktadır. Bu üç taraf, bir süre de olsa Dongmakgol'da beraber yaşamayı öğrenmek zorunda kalacaklardır.
  
Yönetmen Kwang-Hyun Park’ın ilk filmi Welcome To Dongmakgol, bir ilk filme göre oldukça renkli ve anlamlı bir yapıya sahip. Savaşan iki tarafı temsil eden karakterlerin, ortak bir paydada buluşmak zorunda kalmaları, pek çok filmde işlenmiş bir konu, fakat iki tarafın birbirlerine olan nefretlerini aşama aşama dönüştürüp değiştirmeyi başarması açısından çok sıcak bir film. İki Güney, üç Kuzey Koreli askerin tesadüfen Dongmagkol köyünde karşılaşmalarından itibaren yaşananlar izleyene eğlenceli bir film vaad ediyor. Oysa filmin başlarındaki çok başarılı ve sahici savaş sekansından sonra bu yönde ilerleneceğini düşünüyorsunuz. Savaştan habersiz, tüfeklere çubuk, miğferlere kap diyen Dongmakgol köylüleri ile birer ölüm makinesine dönüşmüş Kuzey-Güney askerlerinin buluşması iyi yönetim, iyi senaryo, iyi oyunculuk ve iyi görüntüler gerektiriyor. Yönetmen Park ise bu “iyi” çıtasını birçok açıdan “çok iyi”ye terfi ettirmeyi başarıyor.


Filmin görüntü ve kurgusu doyumsuz. Ambarın havaya uçma sahnesi, anime tadındaki yaban domuzunu yakalama sahnesi, bombardıman sahnesi gerçekten tadına doyulmaz muhteşem anlar.. Sırf bu sahneler bile Kwang-Hyun Park’ın, geleceğin en parlak yönetmenlerinden biri olacağını düşünmemizi sağlayabilir. Ama filmin marifetleri bu kadarla da kalmıyor. İki tarafın askerlerinin köyde karşılaşmalarıyla başlayan süreç, silah doğrultma, yumruklaşma, küfürleşme, birbirini konuşarak suçlama, zoraki yardımlaşma, merak, anlamaya çalışma, özeleştiri ve dostluk gibi alfabetik bir sıra izliyor ki, bu insani kronolojiyi sağlamak gerçekten zor ve karmaşık. Filmin en önemli başarısı da bu mayayı hakkıyla tutturabilmesi. Kore sinemasının usta ve karizmatik aktörleri Ha-kyun Shin ve Jae-yeong Jeong, Kuzey-Güney çekişmesini o kadar güzel canlandırıyorlar ki, dıştan gerçek birer savaşçı ama aslında savaşın anlamsızlığına anlam aramaktansa ondan bir an önce kurtulmayı düşleyen ruh hallerinin aynaları gibiler adeta.. Ve süreç, “önce siz başlattınız” safhasından savaş karşıtlığına doğru ilerliyor. Bu ilerleyişi sağlayan en önemli etmen tabiki Dongmakgol köyü ve köyün bilgesi, delisi, öğretmeni, kadını, çocuğu, işçisi.


Onlar, cehaletin mutluluk olduğu, ama aynı zamanda savaşı bilmemenin mutlulukların en güzeli olduğunu temsil eder konumdalar. İki tarafı bu cehaletleri ile birbirlerine yakınlaştırdıkları ve onlara kendi üniformaları yerine kendi yerel kıyafetlerini giydirebildikleri için iyiliğin ve saflığın ne kadar güçlü olduğunu zor kullanmadan vurguluyorlar. Köylülerin saflığı temizliği o kadar büyüleyici ki, keşif uçağı düşüp köyde mahsur kalan Amerikan askeri Smith bile oradan ayrılıp, “Özgürlükler Ülkesi” Amerika’ya dönmek istemiyor. Köyün delisi Yeo-il’in sevimliliğine, öğretmen Kim’in saf bilgeliğine, küçük Dong-goo’nun zekasına, köylülerin sıcak ve komik konuşmalarına kapılıp gitmemek elde değil. Özellikle Oldboy’da Mi-do olarak izlediğimiz Hye-jeong Kang, Yeo-il rolüyle filmde çok şirin bir anti-savaş figürü olarak karşımıza çıkıyor.
  
İlk yarısı tam bir cümbüş, ikinci yarısı ise aksiyon ve duygu yüklü bir kahramanlık öyküsü olan Welcome To Dongmakgol, özünde savaşın her şeye rağmen insani duyguları köreltmeyi başaramadığını, saflık ve temizlik üzerine kurulmuş dostlukların her türlü zorluğu göze alabileceğini anlatan çok sıcak bir kahramanlık hikâyesi

10 Şubat 2007 Cumartesi

Der Tunnel (2001)


 Yönetmen: Roland Suso Richter
Oyuncular: Heino Ferch, Alexandra Maria Lara, Sebastian Koch, Nicolette Krebitz, Claudia Michelsen, Mehmet Kurtulus, Felix Eitner
Senaryo: Johannes W. Betz
 
Tek amacı, aynı ırktan oldukları halde Almanların komünist Doğu Almanya'dan özgür Batı'ya kaçmasını engellemek olan Berlin Duvarı'nın inşasının başladığı yıllardayız. Su sporları şampiyonu Harry Melchior, konumundan ötürü kolayca diğer tarafa kaçabilecek durumdadır ama kızkardeşi Lotte'yi ardında bırakmayı içine sindiremez. Sonunda dayanamaz ve sahte belgelerle sınırı geçer ama geride kalan Lotte'yi de kurtaracağına yemin eder.

Genç adam, bir mühendis olan en iyi arkadaşı Matthis ile birlikte bir plan yapar: Lotta'yı kurtarmak için duvarın altından bir tünel kazacaklardır. Matthis de kaçarken yakalanıp Doğu'da kalan sevgilisi Carola'yı bulmayı hayal etmektedir. Gruba annesini kurtarmak için katılan Fred ile tek amacı özgürlüğe hizmet etmek olan idealist Vic de dahil olduğunda harekete geçerler.
 
Almanlar, sabıkalı geçmişleri ile, dünya üzerinde bu tip suçları bulunan pek çok ülke gibi özeleştirilerini en etkili yolla, sinemayla yapmayı en iyi başaran milletlerden biri olmuşlardır. Savaş ve sonrası konulu sayısız filmler arasından başyapıtlar çıkması için tek taraflı değil, objektif bir bakış açısı gerekmektedir. Bu sayısız filmlerin çoğunda Almanların kötü adam konumunda bulunmasının tabi ki belli nedenleri var. Ancak onların kendi içlerine dönüp yaptıkları muhasebe, Der Tunnel, Sophie Scholl, Das Leben der Anderen ve birçok yönden Der Untergang gibi filmlerde vücut bulduğunda, izlemeye doyum olmayan eserler ortaya çıkıyor. Daha çok televizyonda adını duyurmuş yönetmen Roland Suso Richter’in adını en son 2003 yapımı bir Amerikan-İngiliz yapımı olan ve fazla ses getirmemiş The I Inside da duymuştuk. Ama Der Tunnel, her yönetmenin kariyerinde sahip olmayı isteyeceği türden bir dram-gerilim örneği.
 

Bu kez savaş sonrası Almanya’sında, en az savaş kadar manevi yıkıma sebep olmuş kaynayan Doğu-Batı atmosferindeyiz. Richter, filmi tarihsel olarak anlaşılır kılmak için özel bir çaba sarfetmemiş ve zaten çok fazla tarihsel altyapıya ihtiyaç duyulacak bir film de olmamış. Doğu-Batı ikileminin ortasına kurulan meşhur duvarın sembolize ettiği dram, sadece insanları fiziksel olarak ayırmamış, umutları, aşkları, hayatları da paramparça etmişti. İnsan hayatındaki değerleri ayırmanın, onları yok etmeye çalışmanın nasıl kolay ve nasıl zor olabileceğini de ancak Der Tunnel gibi yaşanmış olaylara dayanarak çekilen filmler anlatmayı başarabiliyor. Sevgiyi yüzeyde bir duvar engelliyorsa, o sevgi yeraltına inip tünel kazıyor. Sevgi, kapıdan kovulursa bacadan giriyor. Ve bunu en iyi işleyen filmlerden birisi de, tarih boyunca damgalanmış Almanya’dan çıkıyor. Bu da bize insani değerlerin milliyetsiz olduğu gerçeğini haykırıyor bir kez daha.
 
Der Tunnel’in mükemmelliğinin, yaşanmış olaylardan ibaret olmasının dışındaki en önemli sac ayağı oyuncu kadrosu. Son zamanlarda az rastlanan şekilde bu filmde başrolde adı geçen her oyuncunun kendine ait sahneleri var ve hepsinin de performansları muhteşem. Der Untergang’da kısa bir rolle izlediğimiz Heino Ferch, yine aynı filmde Hitler’in sekreteri Traudl Junge rölündeki aktris Alexandra Maria Lara, Sebastian Koch, Mehmet Kurtuluş, Felix Eitner, Nicolette Krebitz hepsi birbirinden rol çalıyor. Hiçbiri figüran ya da garnitür değil, hepsi başrol, hepsi ışıl ışıl parlayan birer yıldız. Karaktere değer veren, seyirciyi karakterlerle buluşturmayı başaran bir filmin sırtı asla yere gelmez.
 
Filmin dram-gerilim yapısını biraz açmak gerekirse, görüntüler ve kurgunun işleyişi o kadar uyumlu ki, izlemeye doyulmayacak oyuncu bolluğunun ekonomik kullanımı, bir sonraki sahneyi tahmin etmeyi güçleştiriyor. Yeraltının yeryüzünden daha güvenli olduğu hissini veren ışık ve renk kullanımı, insan suretlerindeki dramatik yönlerin altını ustaca çiziyor. Dramatik kurgu özellikle ortalardaki duvarı aşmaya çalışan gencin sahnesinde tavana vuruyor adeta. Trajik sevişme sahnesi, ihanetler, kavuşmalar, ağlamalar, gülmeler neredeyse olayın kendisi kadar gerçek. Filmin hiç bitmeyen gerilim öğesini de Albay ve emrindeki Alman askerleri oluşturuyor. Bu filmdeki Alman askerleri, Schindler’s List, The Pianist gibi filmlerdeki sadist betimleme ile değil, daha çok yakalanmalarını istemediğimiz insanları kovalayan gerilim unsurları olarak işlenmekte. Yine de filmdeki yakalanma tehditini sona kadar ayakta tutan, tekin olmayan unsurlar. Der Tunnel, 1961 yılında yaşanmış gerçek bir özgürlük hikayesi olmasından başka, olağanüstü oyunculuklarıyla Alman sinemasının yüz aklarından ve izlenmeyi kesinlikle hak eden bir film.

8 Şubat 2007 Perşembe

Resurrection Man (1998)


Yönetmen: Marc Evans
Oyuncular: Stuart Townsend, James Nesbitt, John Hannah, Brenda Fricker
Senaryo: Eoin McNamee
Müzik: Gary Burns, David Holmes, Keith Tenniswood
 
Acımasız katil Victor Kelly bir suç çetesinin başıdır. Kendisine Cagner ve Dillinger'ı örnek alan Kelly, zalimliği ve şiddete aşırı düşkünlüğü nedeniyle korkulan ve nefret edilen bir efsaneye dönüşür. Şiddet ve intikamın politik bir araç olmaktan çıkıp alışkanlık haline geldiği bir şehirde bile Kelly'nin işlediği cinayetler korkutucudur. Ryan isimli bir gazeteci yaşamını riske atmak pahasına bu cinayetler üzerindeki esrar perdesini kaldırmaya kararlıdır. Victor'un düşünceleri netleşmeye başladığında, kendisi bile başkalarının yönettiği ve şekillendirdiği bir savaşın kurbanı olur.

Prison Break sezon 1 bitince hızımı alamayıp vakit bulduğum anlarda adrenalini düşürmeyecek film arayışımı, ucuz VCD reyonundan sağlamaya kalkarsam olacağı budur. Üniversite yıllarımdan Sinema dergisinde vizyon olarak gördüğüm bu filmi izlemek için bilinçaltımda bir yere atmışım demek ki. Herhalde VCD izlemeyeli bir 10 sene olmuştur. James Nesbitt'i de pek severim. Ama filmin şiddet anlayışı şimdilerde alıştığımız 2000'ler estetiğinden o kadar yoksun ki.. 98 yapımı bir filmden 2000 estetiği beklemekten öte, kendimizi bu tip yavanlıklara fena kapatmışız belli ki. Demek ki ucuzluğa düştüğünde bir illet varmış. Halbuki kapak arkasında şiddet, kan, gövde, kalbi olanlar öte gitsin, şiddet sevenler beri gelsin falan yazıyordu.
 
Yükselen genç bir mafya kişisi olan Victor Kelly (Stuart Townsend) üzerine söylemek istediği ne varsa söyleyen, ama söyleyeceği bundan ibaret mi dedirten boş bir film. Sonuna kadar izlememin iki sebebi var: İlki, üniversite yıllarım sonrası sinemanın şiddet zevkimden neler götürüp, neler getirdiğini görmek, ikincisi de boş çıkan Nesbitt ümidimin Townsend'in karizmasına kaymış olması. "Charlize Theron bu adamda ne buluyor canım" diyenlere izlettirilmesi gerekebilecek bir karizma çiziyor kendisi. Böyle bir filmle aynı karizmayı çiziyor, o ayrı. Lakin iş karizmayla bitmiyor. Filmde usta oyuncu Brenda Fricker da var. Böyle bir filmde ne işi varsa artık.

1 Şubat 2007 Perşembe

Memories Of Murder (Salinui Chueok) (2003)


Yönetmen: Bong Joon-ho
Oyuncular: Kang-ho Song, Sang-kyung Kim, Roe-ha Kim, Jae-ho Song
Senaryo: Bong Joon-ho, Kwang-rim Kim, Sung Bo Shim
Müzik: Tarô Iwashiro

Yıl 1986... Gerçek bir olaya dayanan filmde askeri dikdatörük altındaki Güney Kore'nin bir kırsalında genç kızlara tecavüz ederek öldüren bir seri katil çevreye korku salmıştır. Olayı araştıran iki yerel dedektif, kendi ilkel yöntemleriyle katili bulmaya çalışmaktadırlar. Seul'den gönderilen işinin ehli bir özel dedektifte onlara katılınca araştırma yön değiştirir. Katil cinayetlerini işledikçe kaçan ve kovalayanlar arasında geri dönülemez bir takip başlar.
 
Seri katil filmlerinin diğer gerilim filmlerinden farkı, cinayeti işleyenin belli bir disiplini takip ederek, kendi çapında ilkeli bazı aşamalardan geçmesi; saplantıları, fetişleri ve yapılan “işe” atılan imzalarıyla bir fenomen yaratma çabası içindeki hasta ruhları mercek altına almasıdır. Film yapmaya bu kadar elverişli bir kavramı işlemek ise sanıldığı kadar kolay değildir. Seyirci ile kedinin fareyle oynadığı gibi oynayacaksınız, elinizden geldiğince farklı karakterler yaratıp film ilerledikçe hedef saptıracaksınız, kurbanlar arasında ortak noktalar uyduracaksınız, katilin peşine düşenleri belli bir karizmaya sahip ama genellikle sorunlu veya sıradan polisler-dedektifler arasından seçerek seyirci ile empati kurmayı deneyeceksiniz ve bütün bunları yaparken son derece ciddi olacaksınız. Bunun için son derece acımasız olmanız da gerekiyor. İzleyicide klostrofobi etkisi yaratabilmek için ortam kasvetli olacak, hava kapalı veya yağmurlu olacak. Son derece etkileyici bir finaliniz olması gerekiyor, seyirci son ana kadar katili öğrenmemeli, öğrense bile nedenini anlayamamalı. Tabi bu nedenin belli bir amaca hizmet etmesi de ayrı bir husus. Bu cümlelerden sonra aklınızda birçok film canlanmıştır. Birçoğu da sinema tarihinin önemli filmleri arasındadır zaten. Silence Of The Lambs, Se7en, Saw ve daha niceleri.. Başyapıt olan da var, klişe dozunu kaçırıp silinen de. Güney Kore yapımı Memories Of Murder kesinlikle ilk gruba dahil edilmesi gereken bir film.

 
Yönetmen Bong Joon-ho , gerçek bir polisiye olaya Güney Kore’deki dönemin sıcak politik ortamını da ustaca yedirmiş. Ama bunu dozunda ve bazılarının yaptığı gibi izleyenin boğazına gazete tıkmadan yapmış. Yukarıda bahsedilen seri katil filmleri klişelerinden bazılarını filmde de görmek mümkün. Ancak filmin o kadar özgün ve doğal bir yapısı var ki, Memories Of Murder’ın polisiye-gerilim üst başlığındaki alt başlıkları komedi ve dram.. Özellikle ilk yarıdaki sağlam komedi ve ilerledikçe yerini alan taş gibi bir dram seyirciye zengin bir sofra sunuyor adeta.. Başroldeki, kentin sert dedektifi Park Doo-Man (Kang ho-Song) ve Seul’den gelen kariyerinin zirvesindeki dedektif Sao Tae-Yoon (Sang-kyung Kim) etkileyici oyunlarıyla, bu tip filmlerde olması gereken yegane unsuru, yani karakter-seyirci bütünleşmesini hakkıyla yerine getiriyorlar. Bu iki karakter aynı zamanda kasaba-kent kültürünün referansları olarak zaman zaman çatışsalar da, ortak amaca hizmet etmelerinden dolayı işbirliği içinde olmanın temsili durumundalar. Bu iki kültürün dünyanın her yerinde aynı olduğunu hissediyoruz. İki dedektif arasındaki yorum, yöntem, zihniyet farklı ama içgüdü ve hırs olarak hiçbir fark göremiyoruz.

Görüntüler ve dramatik yapı o kadar güçlü ki, bir yara bandı, bir erkek gömleği, bir serum şişesi bile anlam kazanıyor. Karakter ve konu gelişimi mükemmel. Görüntüler çok etkileyici. Senaryo konudan saptığı anlarda bile kuvvetli ve anında konuyu yakalıyor. Genç kadınlar öldükçe dedektiflerin ve tabi ki bizlerin katile olan nefreti artıyor. Tüm bunlar olurken Tarô Iwashiro’nun her atmosfere uygun müzikleri de zaten derinlerdeki filme ayrı bir derinlik, endişe-korku-şüphe-hüzün katıyor. Tüm bu bahsedilen oyuncu, görüntü, dramatik kurgu ve müzik faktörleri, özellikle sağanak yağmur altındaki tünel önü sahnesinde zirveye ulaşıyor. Filmin belki de unutulmaz anlarının en unutulmazı bu sahne olsa gerek. Bu farklı dünyayı, bu farklı sinemayı ciğerlerine çekesi geliyor insanın. Ve bunları bir dedektiflik hikayesinde hissediyoruz.