18 Kasım 2007 Pazar

Candy (2006)


Yönetmen: Neil Armfield
Oyuncular: Abbie Cornish, Heath Ledger, Geoffrey Rush, Noni Hazlehurst, Tony Martin
Senaryo: Luke Davies, Neil Armfield
Müzik: Paul Charlier

Genç ve güzel sanat öğrencisi Candy (Abbie Cornish) ile şair Dan’in (Heath Ledger) birbirlerine duydukları aşk başlarını döndürmüştür, ta ki onların tüm hayatlarını ele geçirecek olan eroinin sınırlarını zorlayana kadar. Varlıklı eşcinsel dostları Casper (Geoffrey Rush) ise onlara gerek maddi, gerek manevi destek sağlamaktadır. Candy ve Dan evlenirler. Ama uyuşturucuların pençesinde bir yaşam hiç de kolay değildir. Eroinle yakaladıkları haz, Candy’nin kendi vücudunu satmasına ve Dan’in buna göz yummasına varacak kadar, onları ele geçirmiştir. Bağımlılıkları birbirlerine verdikleri sözlerin bile ötesine geçecektir.


Luke Davies’in “Candy: A Novel Of Love and Addiction” adlı romanından Neil Armfield’in beyaz perdeye uyarladığı ve yönettiği Avustralya yapımı Candy, Cennet, Dünya, Cehennem olmak üzere üç bölüme ayrılmış. Bu bölümler didiklenirse aslında basit bir giriş-gelişme-sonuç üçlemesinden ibaret olduğu görülebilir. Çünkü her bir bölüm içinde izleyene cennet, dünya, cehennem kavramlarını hissettirebilecek olaylar dizisi mevcut. Ama bu şekilde isimlendirilerek her bir bölüm içinde kesin çizgilerle bu kavramlara ait ortak bir hava yaratılmamış. Belki kitapta böyle bir hava vardır. Fakat filmde gereksiz durduğu söylenebilir. Yine de uyuşturucu bağımlısı iki sevgilinin tutkulu ve bir o kadar da bunalımlı ilişkisini işleyen bir hikaye çeşitli şekillerde ele alınır/alındı. Candy ise bu çeşitlilik içinde kendine iyi bir yer edinmesi gereken çok başarılı bir dram. Hem anlatım yönünden, hem de çok inandırıcı performanslarıyla kesinlikle çıtanın üzerine çıkabildiği söylenebilir. Şiirsel bir arka planı var. Ancak bu şiirselliği sıkıcı üslup tuzaklarına düşmeden, gerçekçi bir tavırla işliyor. Şiirsel bünyesini de hissettirerek, uyuşturucunun acı gerçeklerini iki aşık üzerinden güçlü bir biçimde perdeye taşıyor.

Tam bu noktada Candy için uyuşturucu temalı bazı filmlerin düştüğü başka bir tuzak daha beliriyor ki, o da aşırı ahlakçı ve sıkıcı didaktik yaklaşımlar. Özellikle gençler için uyuşturucunun sebebiyet vereceği hasarları bir filmden öğrenmek, trajik sonuçları en sert biçimde bir filmde görmek caydırıcı etki yapabilir. Ancak filmlerdeki bu doğrudan mesaj kaygısı, filmlerin sanatsal boyutuna zarar verdiği gibi, ebeveyn baskılarından bunalmış gençler ve sinema sanatına daha fazla önem bahşedenler için tahammül edilemez hale de gelebilir. Özellikle Trainspotting, Requiem For A Dream gibi modern başyapıtlar ve onların izinden gitmeye çalışan bazıları, Tarantino veya Scorsese filmlerindeki uyuşturucu temalarından farklı biçimde uyuşturucu müptelalığına popülist yaklaşmamış, bu bağımlılığı ana hikayenin eğlenceli yan unsurları olarak kullanmayı tercih etmemiş, bu sayede otomatik olarak zaman zaman insanı daraltabilen ahlakçı söylem tuzağına daha yakın durmuşlardır.

Elbette Tarantino ve Scorsese’nin uyuşturuculardan başını kaldıramayan karakterleri ve yan öyküleri, esas anlatmak istediklerini süsleyici nitelikte ve son derece ustaca tasarlanmış zenginliklerdir. Zaten suç öykülerinin vazgeçilmezlerinden olan uyuşturucuların bu filmlerdeki fonksiyonu çok daha farklıdır. Fakat tuzağa daha yakın olan ve açıkça mesaj vermek için orada olan sözünü ettiğimiz başyapıtlar, başımıza “uyuşturucunun zararları konferansı konuşmacısı” kesilmemişler, tam aksine, mesajlarını sinema sanatı sınırları içinde, hatta o sınırları zorlamaktan, aşmaktan çekinmeyen bireysel trajedilerle birlikte vermesini bilmişlerdir. Üstelik bunu sadece olması gerektiğini düşündüğümüz dram kalıpları içinde değil, mizah unsurlarına yedirerek de ustalıklarını kanıtlamışlardır. Tam anlamıyla bir başyapıt olarak niteleyemesek de Candy’nin durduğu yer, aleni mesajını sinema kalıplarında saklamayı tercih eden filmlerin yanıdır. Ayrıca uyuşturucu odaklı olması, çok güzel bir aşk hikayesi işlemesine de engel değil. Kaldı ki odak noktasını uyuşturucu ve aşk arasında eşit oranda bölüştürdüğünü de söylemek hiç de yanlış olmaz.


İki ana karakter Candy ve Dan aslında bu tarz filmler için yeni sayılmaz. Özellikle Requiem For A Dream akla geldiğinde karakterler arasında bütünüyle olmasa da ortak özellikler bulmak mümkün. Ama bu durum Candy’yi taklitçi yapmıyor. Şair olduğuna ikna olmamız beklenen, bir baltaya sap olamamış Dan ile ona körkütük aşık Candy’nin bağımlılık ve aşk ilişkilerinin çıkış noktalarını, yani hikayenin başlangıcını anlatmadan başlaması, Candy’nin artılarından. Çünkü onların nasıl aşık olduklarını veya nasıl uyuşturucuya başladıklarını görmek böylesi bir film için zaman kaybı olacaktı. Zaten bu hayatları başa sarmadan da onların içinde bulundukları duruma adapte olmada hiç sıkıntı çekmiyoruz. Uyuşturucunun da, aşkın da her ikisi için bağımlılık haline geldiği vurgusu, ikilinin bu ilişkisinin etrafına şeffaf bir duvar örüyor. Bu sayede muhtemelen uyuşturucu ve benzeri kimyasalların bağımlısı olmayan bizler ile, aşk gibi ortak bir duygunun bağımlısı olabilecek kapasitedeki bizler arasında bir eşitlik sağlanıyor. O şeffaflığın içindeki Dan ve Candy ile daha kolay iletişim kurabiliyor, ama bir yandan da onları bir fanustan izler kıvamda hissedebiliyoruz.

Uyuşturucu parası için sevgilisinin başka erkeklerle yatmasına göz yumacak kadar bencil ve karaktersiz olarak gördüğümüz Dan, bir yandan da Candy’ye olan sadakati ve saflığı yüzünden ona acımamıza sebep olabiliyor mesela.. Anlatıcı konumda olmasına rağmen onun iç dünyası hakkında kolay fikir yürütemediğimiz anların çokluğu, hem senaryo, hem de Heath Ledger kaynaklı olabilir. Ama bu film için en kesin konuşabileceğimiz özelliği Candy’ye olan aşkı, ki bu da anafikir için yeterli. Filme ve kitaba adını haklı olarak vermiş olan Candy ise ilk başta Dan’in uyuşturucu batağına sürüklediği güçsüz kız imajı sunsa da, bağımlılığın getirdiği sınır tanımayan cesaret ile donatılmış, ailesi, uyuşturucu ve Dan arasında sıkışmış isyankarlığı temsil ediyor. Yaptığı seçimler kendisine ait. Dan’in bunlara karşı duramamasının sebebi de Candy’nin aciz bir kadın olmamasından kaynaklı. Buradaki gerçek zayıflığın adı uyuşturucu, ki zaten ortada olan bu gerçek, böyle bir hikayede çok anlamlı bir mesaj haline geliyor. Hırsızlık ve fuhuşun hizmet ettiği, tüm direnişlere rağmen aşk gibi büyük bir duyguyu bile kendi kitabına uydurabilecek uyuşturucu..


Candy, çok etkileyici sahnelerle bezeli bir film. Sinir krizlerini, öfke, ağlama ve uyuşturucu nöbetlerini, sevişme/savaşma anlarını cesaretle ve doğallığı arayarak resmetme iyi niyetinde.. İki cankinin aşkını konu alan bir filme yakışacak bunaltıcı atmosfer, iki canki arınmak için kırsala taşındıklarında bile değişmiyor. Havuz dibindeki ağırçekim görüntüler, hazin doğum sahnesi, abartıya kaçmayan uyuşturucu tripleri, ikilinin uyuşturucuyu bırakmak için kendilerini TV’li, bol abur-cuburlu bir eve kapattıkları nefis bölüm, kırsaldaki eve Candy’nin yaptıkları, Candy’nin film boyunca yüzünden tuhaf bir gülümseme eksik olmayan babası ile sarılarak ağladığı ve yine Candy’nin kavanozdan yere dökülen balı izlediği sahneler çok çarpıcı.

Heath Ledger’in belli belirsiz, ama konuyu idrak etmiş oyunu, kayıp ruhlu bir bağımlıya çoğu zaman uyum gösteriyor. Usta aktör Geoffrey Rush’ın canlandırdığı zengin eşcinsel Casper karakterini, Dan’in filmde söylediği Casper hep istediğiniz bir baba gibidir. Lolipop yemenize, gazlı içecekler içmenize ve geceyarısı filmlerini izlemenize izin veren bir baba..ifadeleriyle tanımlamak mümkün. Çok fazla görünmemesine rağmen varlığı ile güven veren Rush, renkli sayılabilecek bir yan karaktere hayat veriyor. Ama bu film esasen genç, güzel ve yetenekli oyuncu Abbie Cornish’in gösterisi.. Tutkulu aşık, yetenekli ressam, iflah olmaz bağımlı, zoraki fahişe, annesinin baş belası, babasının küçük kızı, kısa süreli de olsa acılı anne gibi birbirinden kopuk duran kıyafetleri üzerinde o kadar iyi taşıyor ki, biraz Charlize Theron’u andıran güzel yüzünü, olağanüstü bir performansla birleştirip, perdede iz bırakan bir tecrübe yaşatıyor.

Candy, sakin, sürükleyici, ürkütücü, gerçekçi, bunalımlı ve acıklı bir aşk hikayesi. Sahnelerin ruhuna uygun mekan seçimleri, etkileyici şarkılarla bezenmiş müzikleri, hele de acıklı finalde çalan benzersiz Tim Buckley klasiği Song To The Siren, mütevazi bir bağımsızın sağlam ayak seslerini duyuruyor. Uyuşturucu için söyledikleri, kelimelere yer bırakmayan türden. Fakat kelimelere yer bıraktığında ise Casper’in cümlesindeki gibi şeyler söylemekten geri durmuyor: "Bırakabileceğin zaman bırakmak istemezsin, bırakmak istediğinde ise bırakamazsın!.."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder