8 Aralık 2014 Pazartesi

Gone Girl (2014)


Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Ben Affleck, Rosamund Pike, Carrie Coon, Tyler Perry, Neil Patrick Harris, Kim Dickens, Patrick Fugit, David Clennon, Lisa Banes, Missi Pyle, Emily Ratajkowski, Sela Ward
Senaryo: Gillian Flynn
Müzik: Trent Reznor, Atticus Ross

En baştan söyleyelim, Gone Girl ile ilgili bu yazı spoiler içermez. Böyle bir uyarıyı bazı filmlerin eleştirilerinin ilk cümlesinde yapmak çok önemli. Çünkü o filmi izlememiş ama hakkında olumlu ya da olumsuz yorumlar okuduktan sonra kararını verecek olanlar için "sürprizbozan" içeren yazılara genelde pek rağbet edilmez. İsteyen, filmi gördükten sonra bu yazılara geri döner. Eleştiri okumakla işi yoksa film sonrası eş dostla kritiğini yapar, sürprizleri tartışır, finali yorumlar, sonra unutur gider. Ama eleştiri yazısının belli sorumlulukları vardır (ya da olmalıdır.) Hiçbir yazının, filmin tadını kaçırmaya hakkı yoktur. Spoiler içerikli yazıların kendilerine açtıkları geniş alanların, sağladıkları avantajların sadece filmi görmüş olanları ilgilendirmesine rağmen, ser verip sır vermeyen yazılar filmi görsün ya da görmesin herkese hitap edebilir.

Bu sürprizbozan meselesi eleştirinin şeklini şemalini de etkiliyor. Bazı yazılar itinayla sürprizleri açık etmeden merakı daha da körüklerken, spoiler içerikli yazılar, (kişi eğer izlemeden sürprizleri öğrenmeyi dert etmiyorsa) film sonrası kafa karışıklığını gidermek, ilgili referansları öğrenmek veya farklı bir bakış açısı elde etmek için okunuyor. Ama bence en güzeli, nasıl ki beğendiğimiz bir filmi sürprizleri bozmadan başkasına tavsiye edip aynı keyfi onların da almasını istiyorsak o haliyle bırakmak. The Sixth Sense, The Usual Suspects, Fight Club, The Others, Saw gibi filmler hiçbir zaman ilk izlendikleri anda bıraktıkları etkiyi bırakmayacaklar. Onları henüz izlememiş olanlara verilebilecek tavsiyelerde ya da eleştiri yazılarında alınması gereken bir sorumluluk var. David Fincher'ın son filmi Gone Girl, her ne kadar "şok" tabir edilen tek bir finale bel bağlamasa da, özellikle ortalarından itibaren ne yöne evrileceği kestirilemeyen psikolojik gerilim ağırlığını olay örgüsüyle çok iyi dengelemiş filmlerden biri. Onun hakkında yapılacak yorumlarda tansiyonu düşürebilecek açıklar verme tehlikesi mevcut. Üstelik bana göre David Fincher'ın Oscar kurnazı The Curious Case Of Benjamin Button, The Social Network, The Girl With The Dragon Tattoo üçlüsünden sonra hakkını verdiği gizemli gerilimlerine geri dönüş sinyali.

Gone Girl, bir dönem magazin yazarlığı yapmış ama işini kaybetmiş Nick Dunne ve "Amazing Amy" adındaki popüler çocuk kitaplarının yazarı Amy Dunne'ın 5. evlilik yıldönümleri sabahı başlıyor. O sabah ikiz kızkardeşi Margo'nun işlettiği bara giden Nick, bir süre sohbet ettikten sonra (ki bu sohbetten Margo'nun Amy'den pek hoşlanmadığını anlıyoruz) komşularından birinin onu araması üzerine eve döndüğünde evine girildiğine dair bariz belirtiler görüyor. Soğukkanlı biçimde karısı Amy'nin kaçırılmış olabileceğini düşünerek polisi arıyor. Bu andan itibaren çeşitli nedenlerle bu kayıp olayında tek somut şüphelinin Nick'in kendisi olduğuna dair bir sürecin içine çekiliyoruz. Çeşitli yerlerden çıkan ve üzerinde "ipucu" yazan zarflar, Nick'in Amy'nin kaybolmasına beklenen tepkileri vermeyişi, medyanın bu olaya fena halde abanması, olayı araştıran şüpheci dedektifler Boney ve Gilpin'in sıkıştırmaları, Amy'nin kayıp günlüğünün bulunması, olaya dahil olan başkaları, Nick'in hapse atılıp kefaletle serbest kalması ve nihayet Nick - Amy çiftinin öyle rüya gibi bir evliliğe sahip olmadıklarının anlaşılması Gone Girl için sadece bir girizgah olarak yazılabilir. Geri kalanı filmin kendisine bırakılmalı. Amy'ye ne olduğu sorusu da bir yazıda fazla kurcalanmamalı.


Gone Girl, hem kendi şimdiki zamanıyla, hem de geri dönüşleriyle evlilik kurumu üzerine Nick ve Amy üzerinden etkili bindirmeler yaptığı gibi, bunu kendi psikolojik gerilim ağından koparmadan gerçekleştirdiği için grafiğini aşama aşama yükselten bir film. Gillian Flynn'in kendi romanından senaryolaştırdığı filmin romana ne ölçüde sadık kaldığını ancak okuyanlar bilir. Ancak usta bir yönetmen olarak David Fincher'ın gerekli tüm önlemleri almış olmasıyla senaryonun roman kıvamını bozmadığı da söylenebilir. Amy'nin kaybolmasından itibaren hem bu polisiye olayın gidişatından, hem de bir evliliğin anatomisinden derlenen titiz bir kurgu söz konusu. Normalde birarada yürütülmesi zor sayılabilecek bu derlemenin üzerine bir de olaya dahil olan yoğun medya ilgisinin eklenmesi adeta bir meydan okumaya dönüşüyor. Üstelik filmin bu medya ayağı, alışık olduğumuz düz bir eleştirel tavırdan ziyade, daha detaylı boyutlarla filmin doğasına ortak olan gerçekçi bir medya psikolojisi sunuyor. Habercilerin bu evliliği didik didik eden, edemediği anlarda da kendi senaryolarını devreye sokan vicdansızlığına zaten hiçbirimiz yabancı değiliz.

Filmdeki Ellen Abbott ve Sharon Schieber adında tam iki adet "anchorwoman" profili, kayıp olduğu için mağdur pozisyonunda olan Amy'nin tarafından olaya bakarak rating usüllerine uygun biçimde Nick'e saldırmaya başlıyorlar. Nick de karısının kaybolmasına beklenen tepkileri vermediği, hatta kayıp fotoğrafının yanında gülümseyerek poz verdiği için onların ekmeğine yağ sürüyor. Kamuoyunu bilinçlendirmek adı altında kamuoyunun yatkın olduğu tarafı açıkça kollayan, karşı tarafı da türlü yöntemlerle infaza çalışan, ama hepsinin temelinde tek umursadığı izlenme oranları olan bu programcılar, kadın olmalarının da verdiği itici ikna gücüne sahipler. Ama ne zaman ki infaz etmeye çalıştıkları kişi kendilerine konuk olunca anlaşılması güç bir ikiyüzlülükle (veya yüzsüzlükle) olaya bu defa açık hedef gösterdikleri kişinin gözünden bakmaya başlayabiliyorlar. Nick'in ilk defa televizyona çıkacağı programdan önce avukatıyla pratik yaptığı sahne gibi her türlü mimik ve vücut dilinin dikkatle analiz edileceği, kurnaz sorulardan kıvrak biçimde sıyrılmanın kamuoyunun fikirlerini doğrudan etkileyeceği medya taktikleri de bu kaybolma hikayesinin önemli bir parçası olmayı başarıyor.


Kendi hayatında olamadığı ve gerçekleştiremediği herşeyi kendi yarattığı kitap personası Amazing Amy'ye yükleyen Amy ile, istediğini elde edene kadar romantik, sonrasında tipik maço kimliğini su yüzüne çıkaran Nick arasındaki tutkulu bir flörtten monoton bir evliliğe dönüşen ilişki didiklenmeye başlayınca filmin sırları yavaş yavaş açığa çıkıyor. Bu noktada filme dahil olan kişi ve olaylar, artık ulusal bir mesele haline gelen Amy'nin kaybolmasını yoğun ve acımasız bir mesaiyle takip eden medya sayesinde tek bir çatı altında toplanabiliyor. Filme omurga oluşturan bu birlik, her ne kadar bir Fincher yapımı özellikleri sergilemese de merak unsurunun altı hep ateşte tutuluyor. Final de etkileyici olunca, kazana konulan malzemelerden ortaya iyi bir yemek çıkıyor.

Oyunculuğu çoğu zaman sıkıntı olan Ben Affleck, canlandırdığı Nick'in şaşkınlık, tepkisizlik ve bu yüzden tekinsizlik duygularıyla uyumlu bir kimya yakalamış görünüyor. Zaten yüz ifadesi de bu hislere yabancı sayılmaz. Filmin en parlak performansı da olması gerektiği gibi İngiliz oyuncu Rosamund Pike'tan geliyor. Yan rollerde Carrie Coon, Tyler Perry ve Neil Patrick Harris de filmin humuruna uygun anlar sunuyorlar. Fight Club efsanesinin gizli kahramanlarından biri olan görüntü yönetmeni Jeff Cronenweth, daha sade bir işçilik sergiliyor. The Social Network ile Oscar kazanan Trent Reznor ve Atticus Ross ikilisi de filmi izlemeden içine dahil olunması güç bir karanlıkla bezeli müzikleriyle sanki yine aynı ödüle talipmiş gibi duruyorlar. Tartışılası birtakım mantık hatalarına karşın Gone Girl, Fincher filmografisi içinde Zodiac'ten sonra gelseydi ne tepki görürdü tartışılır. Ama bundan önceki üç filmi düşünüldüğünde bana "nihayet" dedirten bir yapım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder