24 Aralık 2009 Perşembe

Mayıs Sıkıntısı (1999)


Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular: Muzaffer Özdemir, Emin Ceylan, Fatma Ceylan, Mehmet Emin Toprak, Muhammad Zımbaoğlu, Sadık İncesu
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan

Gezegenimizde Yenice isminde ne çok yer varmış. Aydın ilçesi, Zonguldak ilçesi, Tekirdağ’da bir belde, Muğla’nın bir köyü, Adana’nın bir köyü, Mersin-Tarsus’ta bir kasaba, Edirne-Enez’de bir köy, Karabük ilçesi, Amasya’da bir belediye bunlardan bazıları. Çanakkale ilçesi Yenice ise Nuri Bilge Ceylan sayesinde ayrı bir değer taşıyor. Yönetmenin çocukluğunun geçtiği, Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı filmlerinin doğal mekanı. Öyle ahım şahım bir yer değil, hatta ondan çok daha güzel beldeler var. Ama bu üç film, Yenice’nin insanına, doğasına, şivesine, o sade ve sıradan güzelliğine düzülmüş sanatsal birer methiyeler dizisidir. Mayıs Sıkıntısı, bunlardan en olgunu olsa gerek. Yarıdan çoğu gerçek, kurgu kısımları ise başka gerçekliklerin filme dahil edilişi ile kotarılmış film, akılalmaz dinginliği içinde aslında yüreklerindeki ateşi, umudu ve güzellikleri canlı tutmaya çalışan insan manzaraları ile dolu. Hepsinin öyküsünde bizden, bizim öykülerimizde onlardan izler o kadar fazla ki. Yenice, Ceylan’ın kişisel seçimi. Ancak orası aslında sevapları-günahlarıyla insanın elinin dokunduğu gezegen parçalarından sadece biri.

Filmin konusu tek cümleyle bile özetlenebilir. Muzaffer’in çekeceği film için İstanbul’dan, anne babası ve çevreden birkaç kişiyi filminde oynatmak için doğduğu Yenice’ye gelmesi. Ama esas bahsedilmesi gereken, o insanların her biri kendine has öyküleri ve onların önderliğinde anlamamız, düşünmemiz gereken evrensel boyut. Bunları düşündürmek için Ceylan özel bir çaba sarfetmiyor. Çektiği eşsiz planlar, kurgu ve sükunet, zaten bize yeterince düşünme fırsatı tanıyor. Şimdi o öykülere bakalım. İtalik cümleler Nuri Bilge Ceylan’ın bir röportajından alınma, kendi sözleridir.


Emin Amca, Ceylan’ın gerçek babası, Fatma Teyze de gerçek annesi. Fatma Teyze başlarda filmde gözükmeye pek yanaşmasa da sonra razı oluyor. Sıcakkanlı, sevimli ve aynı zamanda oldukça fotojenik. Ama hikaye filmin başrolü Emin Amca’da... Onun hikayesi gerçek. Orman İdaresi’nden ağaçlarını kurtarmaya çalışan, bu uğurda tüm kanunları araştıran, ezberleyen, saf duruşunu aydınlığı ile dengeleyen bu güzel insan, gerçekte bir ziraat mühendisiymiş. Amerika’da master yapmış. Hatta küçük Ali evde halasını beklerken duvarda asılı sertifikasını da görüyoruz. Arazisindeki bakıp büyüttüğü ağaçlarına tutkuyla bağlı Emin Amca, kağıt üzerinde yasal görünen, ama ona göre haksız bu girişim için gardını alıyor. Sık sık okuduğu kanunları, ezberlediği maddeleri duyuyoruz. Kendine göre, o ağaçlara kesilmek için el konduğunu gösteren boyayı vurdurmamak için bir an olsun ağaçlarını yalnız bırakmak istemiyor. Yasadaki kadastro geçmemiş yerde köy senedi muteberdir cümlesine uyulmasını istiyor. Zaten tüm hak arayışlarını yasalara uygun şekilde yapmak istiyor. Esas amacı ağaçları korumak mı, sahiplenmek mi diye bir ikileme girilebilir. Ama gerçek olan bir şey var. Ağaçlar köylünün elinde olsa çoktan kesilmişlerdi. “Onlar kesiyorlar, yok ediyorlar, biz ise koruyoruz. Ama devlet gelip bizim yakamıza yapışıyor.” Olağanüstü bir karizması var aslında. Duvarda bir ara birkaç saniye gözüken gençlik resmini Çehov’a benzettim. Babasını biraz da oğlundan dinleyelim:

"Babam eskiden çok idealist bir insandı. Çocukluğumda bütün köylere giderdik. Köy kahvelerinde geceyarılarına kadar nasıl tarım veya ilaçlama yapılması gerektiğini anlatırdı. Bir noktada ideallerinin yavaş yavaş azaldığını, köreldiğini gördüm. İçine kapandı, hayal kırıklığına uğradı. Bu geçiş çok yumuşak oldu. Belki de yaşlanmanın etkisiyle oldu bilemiyorum. Amerika’dan, doğup büyüdüğü topraklara faydalı olabilmek, orada öğrendiklerini uygulamak, insanları eğitmek için dönmüştü. Sürekli verdiği için ödülünü alamamış, karşılık bulamamış gibi bir duyguya saplandı. Babam gibi okumuş bir insanın, köylülerin kafasında belli davranışlara sahip olması gerekiyor. Bunlara sahip değilse hemen aşağılamaya başlıyorlar. Eğer köylülere yukarıdan bakmıyorsa, iyi giyinmiyor, herkes arabayla giderken o, tarlaya bisikletle gidiyorsa bunlara alay konusu oluyor. Bütün dünyada köylüler böyle herhalde. Çehov’un hikayelerinde de çok rastlıyorum böyle şeylere."


Mayıs Sıkıntısı, Saffet’in (Mehmet Emin Toprak) postacıdan üniversite sınav sonucunu öğrenmesiyle başlıyor. Onun hikayesi de gerçek. Bütün arkadaşlarının sınavı kazanıp onun kazanamaması, Yenice’de yapayalnız kalması onu boğuyor. Muzaffer’in ona İstanbul’da iş bulma vaadi üzerine, babasının rica minnet bulduğu fabrika işçiliğinden ayrılması, daha sonra Muzaffer’in bu sözünden dönmesi Mehmet Emin’in gerçeklik ve kurgu arasındaki duruşunu iyice solgunlaştırıyor. Sessiz ama çok derinden yaşanan bir dram daha... Mehmet Emin, Bilge Ceylan’ın yeğeniydi. 28 yaşında Yenice’de geçirdiği elim bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu filmle birlikte Kasaba ve Uzak’ta da rol aldı. Ödül kazandı. Aslında onun ki oyunculuk değil, bir haysiyet duruşuydu. Hep umut vaad eden diye bahsedildi ondan. O zaten umudun ete kemiğe bürünmüş hallerinden biriydi. Erken ölümün getirdiği bir mitleştirme durumu yok burada. Nuri dayısının ricasıyla oynadığı filmlerde kazandığı başarı, onun yaşındaki biri için tevazu göstermesi zor bir durumdur. Saflığı, utangaçlığı, mütevaziliği, güzelliği onu Mehmet Emin’den başkası olmasına izin veremezdi. Jeff Buckley, Kurt Cobain, James Dean ve daha niceleri gibi gezegenden vakitsiz göçüp gitmesi yürekleri parçalayan bir durum. Ama arada daha düşündürücü bir fark da yok değil. Bu saydığımız isimlerin boy boy posterleri, adına yazılı şarkıları, kitapları varken, Mehmet Emin ardında sadece 3 güzel film bıraktı.

"Ben üniversite çağında Yenice’de değildim. Ama, o rolü oynayan Emin’in yaşadığı bir şeydi. Kasabada şöyle olur: Liseden sonraki ilk sene, mezunların yarısı bir okulu kazanıp gider. İkinci sene diğer yarısı gider. Üç sene üst üste kazanamayan yalnız kalır. Emin’in yaşıtı kalmamıştı kasabada, bu yüzden ekstra bir yalnızlık çekiyordu."


Dayıoğlu Ali’nin hikayesi, filmin tek kurgulanmış hikayesi. Aslında o da gerçek. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin geçtiğimiz günlerde hayata veda eden yönetmeni Mehmet Uluçay’ın başından geçmiş bir olay. Fatma halası ile, bir yumurtayı kırmadan 40 gün çebinde taşıyabilirse babasından müzikli saat isteyeceği yönünde pazarlığa giren Ali’nin bu sorumluluğun altından kalkıp kalkamadığını izlemek, filmin hikaye dolu içeriğine çok ayrı bir renk katıyor. Çocuk masumiyetinin zirve yaptığı domates taşıma bölümü, küçükken yaşadığımız yürek burkan umutsuzluklara ne kadar benziyor. Lekesiz, tertemiz dürüstlüğü de ayrı bir olay. Muzaffer, çekeceği film adına Saffet’i İstanbul’da iş bulma vaadiyle kandırdığı gibi, Ali’ye de yumurtayı kaynatmasını veya bir yere saklamasını öneriyor. Küçük Ali “hilelik olur” diye bunu kabul etmiyor. Gerçek adı Muhammed Zımbaoğlu olan bu dünya tatlısı ufaklık, hem fiziki uygunluğu, hem de özellikle domates bölümü ve Muzaffer’in yaptığı deneme çekimlerinde harikalar yaratıyor. İlkokul önlüğünün sol cebinde tuttuğu yumurtayla sürekli eli cebinde gezen, çok düzgün bir Türkçe’ye sahip, çok zeki, saf, ama daha sonra müzikli saat-müzikli çakmak kurnazlığına gidebilecek kadar da zararsız bir kurnazlığı da olan bu çocuk, filmin farklı kuşaklardan oluşan perspektifindeki en ufak kuşağı kusursuzca temsil ediyor.

"Hilelik bir yöre ağzı değil, çocuğun kendi ağzı. Ben ona konuyu anlattım, o da kelimeyi kendi buldu. Filmde arayıp bulduğumuz tek oyuncu Muhammed’di. Yüzlerce çocuğa baktık. Yöredeki tüm okulları dolaştım, sınıflara tek tek baktım. Sadık onları konuşturdu, ben de kamerayla ilgimi çekenlerle röportaj yaptım. Kafamdaki hayale sadece 2. sınıfların uyduğunu gördüm. 1. sınıflar oynayamadı. O bir sene okumuş olmak sanki onları biraz rahatlatmış, çok fark ediyor."


Muzaffer, Nuri Bilge’yi canlandırıyor. Filmin saflığına, İstanbul tozu yutmuş bir filmci olarak bir parça ayrıksı duruyor. Ceylan, çok açık olmasa da kendisi ile hesaplaşıyor. Muzaffer Özdemir’in bezgin hali, Ceylan’ın öykülerinde anlatmak istediği anti-kahraman ile birebir örtüşüyor. Havada yine Çehov kokusu alınıyor sanki. Çirkin, kırgın, yılgın bir görüntü, ama o sakinliğin ardındaki söylenmemişlikler.

"Onun oyunundan çok memnun kaldım. Zaman zaman kendi ruhuma bakar gibi oldum. Kendisini yönteme alıştırdıktan sonra filme çok katkısı oldu. İşimi kolaylaştırdı. Bazen karşısındaki oyuncuyu da denetledi. Ama filmin olası başarısı veya başarısızlığı oyununu etkiliyordu. Yani rezil olma korkusu.. Bu konuda korkuları gelişmiş bir insan. Kasaba’da deliyi oynuyordu ama çok ufak bir roldü. Filmin başlarında çok kötüydü. Sesi bile çıkmıyordu neredeyse."

Nuri Bilge Ceylan, sinemamızın yüzakı. Star olmaktan o kadar uzak ki. Onun konumundaki birinin bundan uzak durmayı başarabilmesi zor aslında. Bir bardak suda fırtına koparanların bile kolayca star olabildiği bir rüzgarı reddetmek için Ceylan’ın formülü sanırım oradaki “red” sözcüğünden kaynaklanıyor. Bir yol çizecek, bir plan yapacak ve ona bağlı kalacaksınız. Ya da hesapsız kitapsız o duyguyu içeride, içinizde arayacaksınız. Bach, Hendel, Schubert tınılarını çok dipten hissedip, Bergman, Antonioni, Ozu ve Çehov’un ayak izlerinden girdiğiniz yola, kısa ve anlamlı molalarla devam edeceksiniz. Bach, Antonioni, Çehov bilmeseniz bile, onun çok sevdiği Pink Floyd’u hiç dinlememiş olsanız bile Ceylan’ı anlayabilirsiniz. Biraz kapıp koyvermek gerek sanırım. Nuri Bilge Ceylan bir değerdir. Onu anlamak, birazcık da olsa insanı, kendimizi ve doğayı anlamaktır. Film yapma aktivitesini, doğal bir çevre ortamı yaratma aktivitesi haline getirmiştir. İçimizdeki sıkıntıdan bile başyapıt çıkarmak, geldiğimiz yerden gideceğimiz yere kadar karşılaşacağımız nice sıkıntıya, akıllara durgunluk vermesi gereken bir sakinlikle cevap vermek, çocuk-yaşlı her bireyin sıkıntısını hayallerle alt etmeye çalışmak artık Ceylan sinemasının bir karakteristiği. Ve illa ki masumiyet!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder