7 Temmuz 2015 Salı

Snowpiercer (2013)


Yönetmen: Joon-ho Bong
Oyuncular: Chris Evans, Kang-ho Song, Tilda Swinton, Jamie Bell, John Hurt, Octavia Spencer, Luke Pasqualino, Ewen Bremner, Vlad Ivanov, Alison Pill, Ed Harris
Senaryo: Joon-ho Bong, Kelly Masterson, Jacques Lob, Benjamin Legrand, Jean-Marc Rochette
Müzik: Marco Beltrami

2014 yılında küresel ısınmanın zararlarını önlemek için atmosfere yapay soğutucu materyali olan CW7 adlı gazın salımı yapılır. Ama beklenenin tersine dünya buz tutar ve yaşam yok olmaya başlar. Bu felaketten kurtulmayı başaranlar Wilford'un yapmış olduğu devasa hızlı trende yaşamlarını sürdürmektedirler. Bu trende dünyadaki hayatlarını her türlü imkana sahip biçimde kaldıkları yerden sürdüren şanslı azınlık yanında, trenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere arka vagona hapsedilmiş ve katı kurallarla ezilen yoksul halk da vardır. Arka vagondakiler için her geçen gün yaşam koşulları zorlaşır ve bu düzene dur demeye karar verirler. Böylece 2031 yılında 17 yıllık esaret hayatına isyan eden Curtis önderliğindeki arka vagon halkı için var olma savaşı başlar.

Jacques Lob, Benjamin Legrand ve Jean-Marc Rochette'in çizgi romanı "Le Transperceneige"den Joon-ho Bong ve Kelly Masterson'ın senaryosunu oluşturdukları Snowpiercer, Güney Kore'li usta sinemacı Joon-ho Bong'un ülkesi dışında yönettiği ilk film. Memories Of Murder, The Host, Mother gibi farklı türlerde iz bırakan filmlere imza atmış yönetmenin hazır sayılabilecek bir materyal üzerinde gerçekleştirdiği Snowpiercer, dram, gerilim, aksiyon ve bilim kurgunun güçlü alt ve üst metinlere hizmet ettiği orijinal bir post-apokaliptik atmosferde geçiyor. Treni bir dünya sembolü olarak ele alan, vagonları da sınıfsal farklılıklarla özdeşleştiren film, tabandan zirveye, ezilenden iktidara uzanan devrimci bir isyan sürecini ele alıyor. Trendeki her bir vagon, sistemin farklı dişlilerini oluştururken, Curtis önderliğindeki isyanın bu dişlilerle olan sınavlarını izliyoruz. Gereken mesajlar sert ve doğru biçimde veriliyor. Tabii Joon-ho Bong bu mesajları kendi elit aksiyon fikirlerinin Hollywood standartlarıyla harmanlanmış şekliyle veriyor. Ortaya kimi zaman Hollywood'a birkaç beden büyük gelebilecek sonuçlar çıksa da, bazı ana akım zorlamalar da seziliyor.


Snowpiercer, tren metaforuyla bir yandan sert ve normal şartlarla örtüşen bir sınıfsal sistem eleştirisi yaparken, diğer yandan bu metaforun bu tip bir eleştiriye uygun olup olmadığının sorgusunu da cebinde taşıyor. Film insanoğlunun kendi elleriyle hazırladığı felaketin sonrasında sağ kalanların sığındıkları trende Wilford tarafından kurulan sınıfsal düzen içinde yaşamaya çalışmalarını pekçok yönüyle yansıtmayı, en önemlisi de kurulan bağ neticesinde gerçekliğine ikna etmeyi başarıyor. Ancak bu ikna, beraberinde seyircideki gerçeklik beklentilerini de arttırdığından, metaforun kendisiyle itilaf yaşanmasına, mantıksızlık algısının su yüzüne çıkmasına sebebiyet veriyor. Her ne kadar grafik romana dayalı senaryo olağanüstü bir ray sistemi üzerinde hızla hareket eden bu yeni dünya düzeninin tüm birimlerini günümüz yerleşik sistem dinamiklerine başarıyla uyarlasa, bu hareket halindeki yerleşikliğin kendi klostrofobik iklimini yansıtmayı başarsa da, her bir vagonda kurulan dünyevi rutinlerin uzun yıllar boyunca sürdürülebiliyor oluşu yönünde inandırıcılık problemleri yaşanmaya başlıyor. Bir vagonda okul, bir vagonda kuyruk kısmından gelecek tehditlere karşı tetikte olan acımasız katiller ordusu, diğerinde mutfak, sonrakinde botanik bahçesi, gece kulübü vs. bulunması, bu benzersiz yaşam ortamında sadece işlerin tıpkı normal dünyadaki gibi yürüdüğünü ifade etmeye çalışan yüzeysellikte.

Elbette fantastik yapımlara yönelik hoşgörülerimiz çerçevesinde bu yüzeyselliklerin, filmin asıl amacını gölgelemesini önlersek ortaya gayet güçlü bir post-apokaliptik yapım çıkıyor. Asıl amaç ise bu trende yaşamadığımız halde gözümüzün önünde duruyor. Trende (ve tabii dünyada) sürdürülebilir dengeyi devam ettirebilmek ve bu dengeyi korumak için korkunun, endişenin, kargaşanın ve dehşetin sürmesi gerekiyor. Böyle bir durum yoksa bu bir şekilde yaratmalı. Nasıl ki dünya nüfusu arttıkça kaynak tüketimi, kirlilik, yozlaşma da artıyor, trende de durum farklı değil. Bu yüzden bilinçli ve organize karmaşıklıklar, savaşlar, korkular oluşturulmalı. Dişlilerin dönmesi için birer makine parçası gibi görülen ezilenler, onların umutları, hayalleri kontrollü bir şekilde beslenmeli, zamanı geldiğinde provoke edilerek kargaşalar, isyanlar, savaşlar sayesinde popülasyon dengede tutulmalı. Üstelik bu kaosun, hiç beklenmedik kişiler ve onların ilişkileriyle yaratılması tüm doğrularımızı altüst edecek derecededir. Bu evrensel paranoya hali, hala devam eden şekilde din, politika, spor, eğitim, medya ve daha pekçok başlıkta insanoğlunu kutuplaştırma yönünde istenildiği zaman sahaya sürülebilecek şekilde sürekli canlı tutulmakta. İşte "Büyük Curtis İhtilali" gibi yıllar geçtikçe demlenip efsane haline gelecek kitle hareketlerinin perde arkasını iyi okumak çok önemli.


Gelelim Güney Kore sinemasının "Üç Büyükleri"nin ilk Hollywood maceralarının genel değerlendirmesine. Kanımca en zayıf halka olarak Stoker ile Chan-wook Park seçilmeli. İntikam üçlemesinin sahibine hiç yakışmayan, aldatıcı gösterişteki görüntü işçiliğine rağmen boş bir dram olan Stoker sonrası yönetmen, Fingersmith adlı bir roman uyarlaması ile dram / romantizm formunda ülkesi Güney Kore'ye dönecekmiş gibi görünüyor. Jee-woon Kim, The Last Stand ile Arnold Schwarzenegger faktörünü de arkasına alarak ne uzayan, ne de kısalan, ama keyif de veren bir aksiyonla merhaba dedi. Tabii o da sanki A Bittersweet Life, The Good, The Bad, The Weird, I Saw The Devil üçlüsünün yönetmeni değilmiş gibiydi. Bu üç "ilk film" arasında alt metni en sağlam, oyunculuk performansları en zengin, görselliği en oturmuş olanı Snowpiercer olsa gerek. Chris Evans, Kang-ho Song, Tilda Swinton, John Hurt, Ed Haris, Jamie Bell'den oluşan görkemli kadro, Marco Beltrami'nin tema müzikleri, Kyung-pyo Hong'un (Il Mare, Taegukgi hwinalrimyeo, Typhoon, Mother) görüntü yönetimi filmin fantastik ciddiyetini tamamlayan pozitiflikler. Finaliyle yorumları ikiye bölen (ki favori finallerimin çoğu böyledir) Snowpiercer, biten ama yeniden başlayacak bir yaşamın sıradışı gizemini zihin akışına bırakıyor. "Memories Of Murder'ın yönetmeninden" ziyade, "The Host'un yönetmeninden" sloganına daha uygun bir film Snowpiercer...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder