23 Eylül 2009 Çarşamba

The Acid House (1998)


Yönetmen: Paul McGuigan
Oyuncular: Stephen McCole, Maurice Roëves, Garry Sweeney, Jenny McCrindle, Kevin McKidd, Michelle Gomez, Tam Dean Burn
Senaryo: Irvine Welsh
Müzik: Dan Mudford

Acid kültürü, sağlıksız akımlar yaratmayı, onları tüm dünyaya yaymayı, sonra da buruşturup çöpe atmayı, hatta kendi yaratığıyla dalga geçmeyi çok iyi becermiş İngiltere’nin dünyaya yeni bir oyunuydu. Onca akım arasında sıkı sıkıya bağlandığı, üstüne üstlük ritüel hale getirdiği de yok değildi. 80’lerdeki Acid fırtınasını ülkemize kadar yamamaya çalışan Ömer Karacan’ın TRT’deki Number One programında salyangoz satmaya başlaması, bizim gariban gençliğimizde tamiri imkansız yaralara yol açtı. Neyse ki bu yara Smiley çıkartmaları ve Pump Up The Jam’den öte gidemedi. Fakat modayı her haliyle takip etmeyi erdem sayan hali vakti yerinde ailelerin çocukları acid triplerini yaşamayı da ihmal etmedi. İngilizin, midesi eczaneye dönmüş gençliğinden geri kalınacak değildi ya! Zamanla önüne geçilmez bir hal alan uyuşturucu çılgınlığı, bizim harçlıklarıyla Smiley ürünleri alan kuşağımıza Blue Jean ve Ahu Tuğba’lı, Nuri Alço’lu filmler vasıtasıyla sirayet etti.

Tıpkı futbol gibi acid de sıkı sıkı bağlanılan, ritüelleşen, kültürleşen bir boyut kazandı. Müzik sertleşti, beat artık breakbeat oluverdi. The Chemical Brothers, Fatboy Slim, Prodigy gibi klüplerde, konserlerde trip (uyuşturucunun bünyeye halüsinasyon, orgazm, bulantı, kusma, sıyırma şeklinde geri dönüşümü) seansları düzenleyen, DJ geleneğine sıkı sıkıya bağlı işinin ehli gruplar belirdi. Evet biz kafayı buluyoruz ama bu, mesihi olunacak bir meret değil de diyebiliyorlar en azından. Onların tek derdi müzik olduğu için severim. 90’larda kendimizi de içinde bulduğumuz X Kuşağı’nın Grunge ile birlikte en radikal sözcüleri olmuşlardır. Lakin müzik tarağına bez uydurmaya çalışan DJ bozuntuları yüzyılımızda da iş başındalar. Müzik piyasasında tutunamayanlar, acid piyasasında, bu işin mafyasının en has adamı konumuna geçtiler.


Irvine Welsh - Paul McGuigan

Bu akımı salt müzik bazında düşünmek, güçlü akımların doğasına aykırı. İskoç yazar Irvine Welsh, Trainspotting romanıyla gerçek bir alternatif edebiyat diline imza attı. Bu o kadar güçlü bir dildi ki, Manchester’lı Danny Boyle, romanın filmini çektiğinde muhtemelen bunun bir devrim yaratacağını tahmin etmiyordu. Edemezdi çünkü hem X Kuşağını anlatan, hem de X Kuşağını yere seren bir filmin, başta X Kuşağı tarafından sahiplenileceği kimin aklına gelirdi ki! Trainspotting’in dili o zamanlar yenir yutulur cinsten değildi. Welsh’in X Kuşağı manifestosu sadece ezik İskoç’un değil, işçi sınıfı İngiliz’in, 90’ların Grunge çocuğu Amerikalı’nın, eğitim ve sınav sisteminde boğulmuş, aşırı nüfusta kaybolmuş Türk’ün ölçü ölçü tercümanı oldu. Peşindeki kitle haliyle tüm kitaplarını yalayıp yuttu. Edebi yönden çok tartışılsa da, Welsh’in getirdiği soluk, Charles Bukowski kadar olmasa da, onun belirlediği güzergaha uğramamazlık edemiyordu. Sonraki kitaplarının Trainspotting etkisi uyandırması beklenemezdi. O bir kere olur! Bir sürü kitabı mevcut.

İskoç Paul McGuigan’ın Welsh’in üç hikayesinden kotardığı The Acid House, pek tabi ikinci bir Trainspotting vakası değil. Her ne kadar onun dalgacı taraflarından bolca beslense de, bırakın eline su dökmeyi, suyu bile bulamaz. Aslında bulmaya da çalışmıyor. Küfür, seks, futbol, evlilik üzerine bir “trip”. Üzerinde ciddi ciddi düşünülecek sözlere de sahip, gülüp geçilecek derece sululuğa da. Sıradan gidelim:

The Granton Star Cause

Oynadığı mahalle futbol takımından kötü futbolu sebebiyle atılan, sonradan manyak olduklarını anlayacağımız anne-babası tarafından 18’ine gelmesi sebebiyle evden ayrılması istenen, kız arkadaşı tarafından “gerçek bir erkek” olmadığı için terk edilen, patronu tarafından tasarruf nedeniyle işten çıkarılan Boab, gittiği barda Tanrı ile karşılaşır. Tanrı, Boab’un işe yaramaz bir budala olması sebebiyle onu bir sineğe çevirir. Boab insan iken yapamadığını, sinek olarak yapabilecek midir? İnsan veya sinek olmanın bedeli nedir?

Boab’un Tanrı ile yaptığı sohbet gerçekten olağanüstü. Welsh, bir baltaya sahip olamamış herhangi birinin Tanrı’ya sorabileceği ne varsa soruyor. Sigaranın, biranın, küfürün gözüne vuran Tanrı’nın cevapları da bir o kadar tanrısal. “Tanrı, onu görmek istediğin bedende sana kendini gösterir”... Boab gibi birini yarattığı için kendine kızan Tanrı’nın, “size kullanmanız için akıl verdim” demesi belki de Welsh’in inanç rengini ele veren bir ipucu sayılabilir, bilemiyorum. Çünkü söyledikleri gerçekten Welsh’i edepsiz bir disipline sokmuş görünüyor. Nasıl geçtiğini anlamadığım bir bölüm. Kafkaesk. Ayrıca Welsh’in söyleyeceklerini kelimelerle söylediği tek bölüm. Bu bölümün oyuncusu Maurice Roëves. Bu bölümün sahnesi tabiki pub bölümü ve pek tavsiye edilemeyecek ebeveyn sekansı.

A Soft Touch

Johnny ve hamile Catriona evlenirler. Düğünde Tanrı’yı da görürüz. Catriona hakkında ileri geri konuşan bir genci pataklayan kızın abisine övgü dolu sözler söyler. Sonradan anlarız ki Catriona sahiden ileri geri konuşulacak kadar mayası bozuk bir kadındır. Gece dışarı çıkar, eve parayla döner. Tüm bunlar olurken Johnny evde bebekleri Chantal ile ilgilenmektedir. Oturdukları izbe binaya taşınan, mayası ve sütü bozuk olduğu her halinden belli Larry ile karısının ilişkisine karşı çıkamayacak kadar sünepe Johnny’nin yaptığı tek radikal hareket oldukça komiktir. Belki de esas sinek olması gereken Johnny’dir.


Üç bölüm arasında en serti budur. Tabi buradaki sertlikten ne anladığınıza bağlı. Welsh’in Trainspotting’den de aşina olduğumuz bebek saplantısını burada da görmekteyiz. Bu saplantı ne ile ilişkilendirilir sahiden bilmiyorum. Welsh’in özeline ya da çocukluğuna inmek şeklinde bir geyiğe ihtiyaç duyulabilir. Başka türlü söyleyebileceğimiz şey, “bebekler bu kirli dünyanın saf ve temiz kalmış yegane varlıklarıdır”dan öte gitmeyecek bir anlayıştır ki, bu da Welsh’in hiç tarzı değil. Sabır sınırlarını zorlayan bir bölüm. İşte bu tam Welsh tarzı. Şahsen ben, uzun zamandır hiçbir filmde bu derece teste tabi tutulduğumu hissetmemiştim. İnsanlıktan nasibini almamış üç karakter etrafında gelişen bu mini hikayedeki atmosfer, hiçbir ülkenin “işte benim sinemam” diye övünebileceği türden değil. Belki de sırf bu yüzden Welsh ile birlikte McGuigan’ı cesaretlerinden ötürü kutlamak, ya da manyak bu herifler deyip geçmek gerek. Bölüm oyuncusu banko Catriona rolündeki Michelle Gomez. Bölüm sahnesi de tabiki sondaki bilardo salonu sahnesi.

The Acid House

Futbol fanatiği Colin “Coco” Bryce, dünya tatlısı nişanlısı Kirsty ile bir klüpte asitlendikten sonra kendini dışarı atar. Klüpte nişanlısına bebekleri sevmediğini kendi üslubuyla anlattığı için mi bilinmez, o civarda bir ambülansta doğum yapan Rory-Jenny çiftinin bebekleriyle, bir yıldırım çarpması sonrası ruhları yer değiştirir. Coco, çiftin bebeği, bebek de edepsiz Coco olmuştur.


Üç bölümün en komiği bu olsa gerek. Coco’da başka bir sinek adayı. Tanrı’yı bu son bölümde, Coco’nun asit sonrası tribinde hayal ettiği, klisede ağıza ekmek koyma ritüelinde görüyoruz. Tabi ekmek yerine asit var. Bu sahne birçok Hristiyan için Welsh’in çizgiyi aşması demekti, o yüzden oldukça tepki aldı. Ama Welsh gibi bir deli çizgiyi aşmış aşmamış kimin umurunda ki! İskoç Ewen Bremmer, Coco rolüyle harika. Zaten Trainspotting’in Spud’ı olduktan sonra bir dünya starı oluverdi. Snatch, Black Hawk Down gibi yapımlarda gözüktü. En son Woody Allen’in Match Point’inde Dedektif Dowd olarak kısa bir rolde izledim. Welsh ve McGuigan bu bölümde bize gerçek bir trip yaşatıyor. Özellikle The Chemical Brothers eşliğinde izlediğimiz Coco’nun anne-babasının gözüktüğü sahnenin de dahil olduğu bu tecrübe, beni asit atmış kadar etti desem yeridir. Yine Welsh’in bebek takıntısı, ama bu kez bebek Coco olduğu için yine bir edepsizlik sınavı yaşıyoruz. Coco bebeğin etrafında uçan sineğe “bu kesin Boab salağıdır” demesi de ilk bölüme gönderme yapan komik bir ayrıntıydı. En azından bir önceki bölüme göre çok eğlenceliydi. Bölüm oyuncusu açık ara Ewen Bremmer. Bölüm sahnesi de Coco’nun asitinden sonraki uzun gösteri olsa gerek.

Sonuç olarak, bu filmi size öneren insanlardan uzak durun. Irvine Welsh bence her şeyden önce okunması gereken bir yazar. Her ne kadar “fokin”e boğulduysak, o tuhaf ötesi İskoç aksanı beynimizi sulandırdıysa da hikaye anlatımı sıra dışı insanların söyledikleri bir başka oluyor. Trainspotting’i hala izlemeyen varsa hiç bulaşmayın. Bu filmden de en azından onun kadar yere sağlam basan bir film beklemesin. Extreme sporlara vaktiniz yoksa oturduğunuz yerden The Acid House deneyin. Hatta siz kendi başınıza tecrübe ettikten sonra, içinde sansür canavarı taşımayan, ama bu denli rahatsız ediciliklere bulaştığında size komik gelen insanlarla bir defa daha izleyin. Onların tepkilerini izleyin. İçinizdeki Welsh’in ortaya çıkışını görün. Aynı zevki vermedi mi? O zaman biraz para harcamanız gerekecek. Ben öyle abuk sabuk yerlere para harcamam mı diyorsunuz? O zaman soundtrackini bulun, puzzle yapın, balkonda çay için, sevdiklerinizle kırlara çıkın, film izleyin. The Acid House’ı izleyin mesela!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder