18 Ağustos 2010 Çarşamba

Metal: A Headbanger's Journey (2005)


Yönetmenler: Sam Dunn, Scot McFadyen, Jessica Joy Wise
Senaryo: Sam Dunn, Scot McFadyen, Jessica Joy Wise

Doğa belgeselleri haricindeki belgesellerden anladığım, belgeseli çekmeye yeltenen kişinin, altına girdiği konuyu, olayla hiç alakası olmayana bile bilimum dost meclislerinde iki çift laf ettirebilecek ölçüde aydınlatıcı, düşündürücü ve sarsıcı ölçüde anlattığı gerçeklerdir. Sam Dunn, Scot McFadyen ve Jessica Joy Wise’ın hazırladıkları Metal: A Headbanger's Journey, özellikle 1980’lerde varlığını güçlendirmiş Hard Rock-Heavy Metal müziği üzerine yapılmış gördüğüm en muhteşem belgesel. (Zaten bu konuda başka belgesel de görmedim o ayrı! Kanımca bu dalda bir belgesel başyapıtıdır o da ayrı!) Bir kere belgeseli hazırlayanın Iron Maiden hayranı bir antropolog olması bile başlangıç için tav olunası bir sebep. Tuncay Şanlı’yı andıran dış görünümüyle bu genç adam, taptığı bu müziğin her yönünü, sahip olduğu akademik birikim ile öyle bir derleyip toparlamış ki, başta bu müziğin hayranları olmak üzere, kıyısından geçmiş veya geçmemiş herkesin anlayabileceği yöntemlerle gerçek bir “eser” ortaya çıkarmış.

Müzisyenler, müzik yazarları, prodüktörler, psikologlar, antropologlar, hatta bir kısım uyuzun önde gidenleri dahil, seçilen insanlar ve onlara sorulanlar o kadar doğru, onların verdiği demeçlerin kronolojik kurgusu o kadar ustaca yapılmış ki, bu Sam Dunn’ın okulunda hoca olsam, hiç öyle notla falan uğraşmazdım. Zaten bu film öncesi, mezuniyet tezi için Orta Amerika’da Guatamala’lı mültecileri incelemiş. 2003’de Marc Morris’in çektiği iki kısa filmde de kendisi olarak gözükmüş. Number Of The Beast’i günde 25 kez dinlediği günlerin ardından (benim de Somewhere In Time albümünü neredeyse bir sene boyunca iki günde bir dinlediğim gibi), metalin onca hayranı olmasına rağmen neden yargılandığını, dışlandığını ve küçümsendiğini araştırmak için bir modern zaman dervişi gibi yollara düşmeye karar vermiş. Olay, bir yol belgeseli haline dönmüş adeta.

Metalin yeni harikası bu belgesel tam 10 başlıktan oluşuyor. Önce harmanlanmış bir yazı düşünmüştüm. Ama bölümler kendi içinde o denli derin ki, madem bu belgesel için bir yazı yazmaya soyunduk, olmuşken tam olsun, içime sinsin diye her bir bölüm üzerine ayrı yorumlarda bulunmak istedim. Çünkü bu yolculuk, diğer yolculuklara hiç ama hiç benzemiyor:


1. Origins: Yeryüzünün ilk Heavy Metal grubu. Kimilerine göre Blue Cheer. Filmde çeşitli görüşler hakim. Adı geçenler Led Zeppelin, Deep Purple, Black Sabbath, Alice Cooper gibi ağababalar. Göreceli bir durum tabi. Klasiklerden Born To Be Wild’da geçen motosikletler, metalik vurgular vs. Heavy Metal tamlamasının doğuşunu müjdeliyor. Alice Cooper ise Heavy Metal ifadesinin ilk kez Rolling Stone dergisinin kendi müziğini tarif etmek için kullandığını iddia ediyor. Bir de filmde adı geçmesine rağmen, detayına inilmeyen gruplar için kimsenin “olmadı şimdi, bizim heriflerden bahsetmemiş” alınganlığına düşmemek gerek. Dunn, yeri geldiğinde elbette kişisel davranıyor ama detayına indiği gruplar, aslında hepsinin ortak vizyonunu yansıtan % 100 yerinde seçimler.

2. The Sound: Tür olarak ismiyle müsemma bu müzik için, şeytanın notası kabul edilen ve eski zihniyette onu çağırmak için kullanıldığı varsayılan blues gamındaki “triton” aralığı kullanıldığından, şeytani çağrışımların buradan geldiği varsayılıyor. Bu lanetli notayı ise ilk kez Black Sabahattin, kendi adını taşıyan şarkıda kullanmış. Prodüktör Bob Ezrin’in triton yorumunu çok sevdim. Bu müziği dinlerken triton-aseton-voltron aramadığımız için araştırmacı uzman kimliğimle gitarist bir arkadaşıma mevzuyu açtım. “Evet biliyorum, ama ben evde tritonu zorladığımda kapıya şeytan değil, babam gelirdi genelde“ dedi. O aralığı da kendisinden dinledim. Seksi olduğu konusunu da dinleyenin kararına bırakmak gerek sanırım. Zaten doğru ellerde tutulan gitardan çıkan her bir nota yeterince seksi !.. Her ne kadar yaşlandıkça o sese dayanma süresi azalıyor gibi görünse de, ara sıra arşivden bir Zeppelin veya Iron Maiden koyduğumda, ağıza çekirdek sürmüş, dile alkol bulaştırmış gibi bağımlı hale geliyor insan.


3. Musical Roots: Bu bölümde Ucla Üniversitesi’nin müzik uzmanı Robert Walser ile tanışıyoruz ki, bence yaptığı yorumlarla bu filmin en bilge insanlarından birisi. Diğer bölümlerde de ara sıra karşımıza çıkan bu müthiş şahsiyet, her öğrencinin dersine girmesini isteyeceği türden bir akademisyen. Metalin müzikal kökenlerinin klasik müzikten çok fazla beslendiğini biliriz. Ama benim bilmediğim şey, ilk kez Wagner’in, oktabas denen, 2-3 kişinin taşıdığı devasa basları orkestrasında kullanmaya başlaması ile sertleşip, klasik müzikte bir çığır açtığı bilgisiydi. Yine bu bölümde tanışacağımız bilgi küpü müzik yazarı ve DJ Malcolm Dome’a göre Wagner yaşasaydı Deep Purple’da, Beethoven ise Led Zeppelin’de çalıyor olurdu muhtemelen. Sadece enstrumantal anlamda değil, özellikle Bruce Dickinson, Rob Halford gibi vokalistlerin operatif vokalleri 19. yüzyılda kilisenin arka sıralarına ulaşmak için geliştirilmiş bir teknikti. Üstad Wasler’ın da belirttiği gibi, klasik müzik elittir ve akademik yönü olduğu fikri ağır basar. Oysa, rock müziğin temellerini atan ve Bach veya Mozart doğaçlamaları yapabilen Deep Purple, Led Zeppelin, Black Sabbath veya Eddie Van Halen üniversiteye gitmedikleri halde klasik müziği teknoloji ile mükemmel ölçüde buluşturabilmişlerdir.

4. Environments: Üniversite eğitimi görmemiş bu insanların çok iyi bildikleri bir şey daha vardı. İnsanlara bu müziği nasıl sevdireceklerini çok iyi biliyorlardı. Rock ve metalin kurucuları, yoksulluk, sefalet ve kirlilikten çıkmışlardı ama onların fakirliği, bizdeki gibi promosyonu gazlayacak arabesklikte değil, müziğin tavrına doğrudan etkide bulunacak bir mayaya sahipti. Sıkıntı, zorluk ve katı yaşam şartları, tam kıvamda bir rocker yaratmada uygun ortamdır. Slipknot vokalisti Corey Taylor çok güzel bir cümle kuruyor: “Sıkıntıdan muzdarip insanlar kafalarında farklı bir dünya yaratmalı, bu da insanın kişiliğini geliştiren bir durumdur.” Elitist müzisyenleri anlamakta güçlük çekip, sıkıntılı ergenlik dönemi geçirmiş bir gençlikten yetişmiş müzisyenlerle özdeşlik kurmamız bundandır belki. Fakir edebiyatı değil, fakir samimiyeti bir yerde. Sadece bu bölümde rastlayıp mutlu olduğum, tarihi Rage Against The Machine gitaristi Tom Morello’nun Killing In The Name eşliğinde vurguladığı “kesin red” hassasiyeti de bu çevresel vurguyu gediğe iyi oturtuyor doğrusu. Audioslave yavanlığı yüzünden kendisine dargın olsam da, bir tavşan olan bana küsmesi muhtemel Morello dağını seviyorum. Kendisine bu belgeselde yer veren Sam Dunn’a da hayranlığım pekişiyor. Sam kardeşimin, rock müziğe “funk” sokmayı başaran bu tip modern zaman ustalarına azıcık uzak durması umurumda bile değil. Morello’yu veya Zeppelin’i hepten teğet geçmemesi bile yeter.


5. Fans: Seçilen birkaç metal hayranının da belirttiği gibi bu müzik, her ne kadar “ciks” tabir ettiklerimiz tarafından moda gibi gösterilse de, çok daha derin bir sevgi barındırır. Ayrıksı yapısıyla, ayrıksı potansiyele sahip kişide kendine güven sağlar, kendi limitlerinin farkına varmasını ve Bruce Dickinson’un da dediği gibi içindeki çocuğun farkına varmasına yol açar. Dışlanmayı göze alacak kadar hem de... “Aykırı rockçı Teoman” aykırılığı değildir bu. Kendi adıma bu müziğe, dışlanmayı umursamadan, daha önce dinlediklerimden daha sert bir tınıya ihtiyacım olduğunu hissederek alıştığımı hatırlıyorum. Geçici bir heves değildi. Ama başka türlere yelken açma özgürlüğü de kazandırmıştı. Bu yüzden, o zamanlar dinlediğim bazılarının yerini normal ölçülerde değişen zevkim ve kazandığım özgürlükle başka alanlara kanalize edebilmiştim. İşte tam da bu yüzden Rob Zombie’nin söylediklerini katı buldum: “Metalci sonuna kadar metalcidir. Mesela bir ara Slayer'a takıldım diyemez”. Ama ben diyebiliyorum. Hala da ara ara takılıyorum. Ama Slayer’a takılmamın bana öğrettiklerini bu kafaya sahip bir zombiye anlatabilir miyim, onu bilemiyorum.. Kanımca rock müziğe bir katkısı olmadığı gibi, The Devil’s Rejects gibi bir hafif sikletten kült yaratayım derken kıçı üstüne oturan, Charles Manson hayranı birinin belgeseldeki o çokbilmişliğini de sahte buldum. Yine bir müzik yazarı, Chuck Klosterman diyor ki: “Metal insana kendini tuhaf hissettirebilir, ama öte yandan, hayır değilsin der. Metal sana yalnızlığın bir parçası olduğunu değil, bir bütünün parçası olduğunu hissettirir.”

6. Culture: Sam Dunn, bir antropolog olarak metal kültürünü anlamanın en iyi yolunun, bir metal festivaline katılmak olduğunun bilinciyle bizi en itibarlı festivallerden biri olan Almanya’daki Wacken Festivali’ne götürüyor. Burası bir heavy metal cenneti adeta. Bir gece önce stada inen Sam, hacca gitmiş gibi mutlu ve huzurlu. Seçkin grupların konserlerinden başka burada metal pazarları, metal kahvaltısı, metal karaokesi, metal langırtı, ne ararsanız var. Festival pazarında satılanlar bir metalcinin sahip olması gereken, siyah üzerine grup logolu tişörtler, deri ürünler, gümüş takılar, ikinci el CD’ler vahası adeta. Tüm bunlar, bir topluluk ruhunu oluşturan bileşenler aynı zamanda. 2-3 yaşlarındaki oğluna metal işareti yaptıran metalci baba, oynaşan çiftler, akşamdan kalma ama ölümüne mutlu metalciler, kafa sesleriyle beraber ilerleyen çok güzel anlar. Sam, bir ara festivalde Ronnie James Dio’yu yakalayıp sohbet etmeyi ihmal etmiyor. O meşhur metal işaretinin kaynağı olarak gösterilen Dio, batıl inançlı büyükannesinin yolda birini görünce yaptığı işaretin aynısı olduğunu da espirili bir şekilde anlatıyor. Bu işaret nazardan korumaya yaradığı gibi, nazar değdirmeyi de sağlarmış meğerse. Sam için kabusa dönen Mayhem grubunun iki gerizekalısı (hayranları hiç kusura bakmasın) ile yapılan röportajı (!) saymazsak, adeta izole olmuş bir metalci adası gibi duran Wacken’dan çok şey öğreniyoruz.

7. Censorship: İşte benim için bu belgeselin en hoş anlarından biri daha. 80’lerde şiddet ve müstehcenlik içeren şarkı sözleri için, Al Gore’un eşi Tipper Gore’un önderliğinde Ebeveyn Müzik Kaynağı Merkezi adında gıcık ötesi bir komisyon kuruluyor. Bu komisyona “savunma” yapması için seçilen isim ise Twisted Sister solisti Dee Snider... Sam, vaktiyle çok çetin geçmiş bu muharebenin detaylarını anlatması için Snider’ı ziyaret ediyor.


Sadece 1987 tarihli Love Is For Suckers albümünü edindiğim Twisted Sister, vakti zamanında bu albümden özellikle You Are All That I Need ile çok hassas bir anıma tesadüf etmiş, yüreğimi dağlamıştı adeta. Snider’ın, ebeveynlerin korkulu rüyası o abartılı ve komik dış görünümüne rağmen, müzikal ciddiyetini takdir etmek için yerinde bir albümdür. Bu belgeselden sonra, Snider hakkındaki düşüncelerim, sıkı bir hayranlığa dönüştü. Meğer Dee Snider ne güzel bir adammış! Ben onun kadar sohbeti tadından yenmeyen, gırgır-şamata, hazırcevap çok az insan gördüm. Motorhead Lemmy’nin muhabbeti en kıyak metalcilerinden biri olduğu camiada iyi bilinir . Ama Snider, sabaha kadar beraber içilip kafa açacak çok sıkı bir herif gerçekten. Her cümlesinden bal damlıyor. Benzetmeleri, kendiyle ve sansürcülerle kafa bulması, hele o komisyonda yaptığı ve üyeleri eşekten düşmüş karpuza çeviren muhteşem savunması olağanüstü.

8. Gender & Sexuality: Sosyolog Deena Weinstein, metalin erkek egemen bir müzik oluşuna güzel vurgularda bulunuyor. Çirkin, kıllı ve kaslı heriflerin “bir kaç iyi Conan” gibi bir araya gelmeleri güç ve cesaretin doğal duruşu sayılabilir. Ama zamanla madalyonun diğer bir yüzü ortaya çıkıyor ki bu çok daha şaşırtıcı.. “Hair Spray Band” derlerdi eskiden. Bon Jovi, Cinderella, Poison, Mötley Crüe gibi gruplar, kadın dergilerinden seçtikleri imajlarla, kadın kıyafetleriyle, düğüne gider gibi yaptıkları saç ve makyajlarla sahneye çıktılar. Robert Walser, bir hayran görüşünü aktararak, konu hakkında yapılacak en yerinde tespiti yapıyor: “Glam gruplar erkeksi görünüşe isyan ettiler. Onlar için en maço şey, kadınsı görünmekti. Çünkü bunu yapmak gerçekten cesaret isterdi.” Yani kabaca “en aykırı benim” şeklinde, gruplar arası bir sidik yarışı almış yürümüştü o dönem.. Kadın gibi görünerek maçoluk ispatı, altında acayip bir ironi barındırıyordu. İroninin de ironisi başka bir durum daha var. O da Judas Priest solisti Rob Halford... Onun gay olduğunu bilmeyen milyonlarca hayranı yıllarca bu adamı, gönüllerindeki en erkeksi mertebeye koymuşlardı. Adamımız Dee Snider’ın “homoerotik” yorumu yine evlere şenlik.

Bu bölümde olmazsa olmaz “groupie” kavramına da değiniyor Sam. Olayı en yetkili ağızdan öğrenmek için, kendi branşında efsane olmuş, deneyimlerini kitaplaştırmış eski groupie Pamela Des Barres’in kapısını çalıyor. Groupie olgusunun ilk Led Zeppelin ile başladığını burada da duyunca, dedikodu olmadığını artık anlıyorum. Sırf zevk için, grupların sahne arkasında pusuya yatanların en deneyimlisi olması dışında hiçbir özelliği olmayan bu kadın, ilerde kızının da groupie olmak istemesi durumunda ona bayıla bayıla izin vereceğini söyleyerek gereksizliğini kanıtlıyor. Ama Sam için bu konuya da değinmiş olması artılarına artı katıyor yine.

Metal ile tek yakınlığı groupielik olan kadınlar artık yavaştan sahnelere çıkmaya başlıyorlar. Girlschool, Doro Pesch gibi şahsen hiç derinlikli bulmadığım kadın rockçılar, kendileri olacakları yerde yine maçoluğu seçiyorlar. Arch Enemy grubu lideri olan, erkek vokalistler gibi böğürerek “yaşasın artık kızlar da bu müziği yapıyorlar” diye övünen Angela Gossow, erkek gibi davranarak kadınlığıyla nasıl gurur duyuyor anlamadım. Pakize Suda maçoluğuyla kadınlık taslamak tuhaf. Sahnede zaten yeterince erkek varken, erkekleşmiş kadınlara ne gerek varmış ki? Bence kimi günümüz kadın rockçılar kendi abiyeleriyle, tüllerle, dantellerle, bikinilerle, makyajlarla anlattıkları kadınsı kırılganlıkları, yalnızlıkları, şeffaflıkları, kabul ettikleri zayıflıkları, reddettikleri ezilmişlikleri ile çok daha samimiler. Cristina Scabbia, Candice Night, Amy Lee, Sharon Del Adel, Simone Simons, Tarja Turunen gibi kadınlar, testosterona boğulmuş rock-metal evrenine ne de güzel ostrojen takviyesi yapıyorlar.

9. Religion & Satanism: Wacken Festivali'nde Ronnie James Dio ile tanışan Sam, bu kez Dio’nun davetlisi olarak evine gidiyor. Şarkılarından dini ve şeytani temaları eksik etmeyen Dio, ne de sevimli, minicik, babacan ve hoş sohbet bir insanmış meğer. Toprağı bol olsun. Kiss grubunun kertenkele dilli basçısı Gene Simmons’a yine takılmadan edemiyor. Black Sabbath’ın haç takıntısı ve dindar duruşuna karşı, satanist yazar Gavin Baddaley’in ilginç bir iddiası var. Ona göre Sabbath, ticari ve hayran baskılarıyla satanist fikirler kullanmış. Ama en önemli itiraf, Tom Araya’dan (Slayer) geliyor. Kendi şarkılarındaki tüm ateist ve din karşıtı söylemleri sırf havalı durdukları için kullandığını söyleyen Araya da başka bir kıyak adam. Slayer gibi bir otorite, “Tanrı bizden nefret ediyor” repliğine “hayır Tanrı’nın nefret ettiği falan yok. O laf şarkıya çok sağlam gittiği için kullandık. Çoğu kimse şarkılarda söylediklerine gerçekten inanmaz zaten” diyorsa durup düşünmek gerek. Ne olursa olsun Tom Araya, metalin en efsane isimlerinden biridir ve onun söyledikleri benim için çok önemlidir. Özellikle o yeni yetme metalcilerin bu demeci mutlak duymaları gerek belki.. Tüm bu sahte ama “havalı” intiba Norveçli Death Metal gruplarına hiç uymuyor tabi.


Nüfusunun % 87’si Luteryan kilisesine mensup Norveç’te death metal gruplarını bilmeyen yok gibi. Sam Dunn, trajik kilise kundaklama olayından sonra olayın iki tarafı olan yardımcı rahip Rolf Rasmussen ve Hades Almighty grubundan Jorn Tunsberg ile konuşuyor. (Çıbanın başı Varg Vikernes başka bir metalci müzisyeni öldürmek suçundan hapiste çünkü. Hayranları kusura baksalar bile hiç ipimde değil açıkçası!) Hıristiyan düşmanlığı almış yürümüş bu “müzisyenler” için onu yıkmak bir misyon haline gelmiş. Ama olaya alaycı tavırla bakmış olsa bile, Alice Cooper bu grupların meramını çok iyi özetlemiş. Sam Dunn, Vikinglerden kalma bu 100 yıllık düşmanlığı ve yapılan şiddet eylemlerini hiç tasvip etmediğini belirtmeden geçemiyor elbette. Makyaja harcayacakları zamanın yarısını müzik yapmaya ayırsalar, kendilerine “aa bak bir rock grubu” dedirtebilecek bu arkadaşları YouTube’un sevdiği tarzda seviyorum!

10. Death & Violence: O meşhur metal albüm kapaklarının ve kanın gövdeyi götürdüğü şarkı sözlerinin yeri bu bölümmüş meğer. Cover Art sayesinde o bakmaya doyamadığımız metal albüm kapakları, koleksiyonu yapılası işler olmuştur hep. Hatta çoğunda “albümü bırak, kapağa bak” durumu yaşanır. Bu konuda otoritelerden sayılabilecek Cannibal Corpse grubunun albüm kapaklarını yine bir uzmana göstererek, genel olarak şarkı sözlerindeki şiddet temalarını genç bir sosoyoloğa yorumlatarak ne kadar akademik bir rota izlediğini bir kez daha gösteriyor Sam Dunn. Son bölümün en kayda değer tespitini yine güzel insan Robert Walser, yine çok sorgulanan “metal dinleyen adam intihara meyillidir” görüşüne yönelik yapıyor: “İntihar konulu bir şarkı insana yalnız olmadığını, başkalarının da aynı durumda olduğunu gösterir.” Chris DeBurgh şarkılarında bu uyanışı yaşayamamızın, bir topluluğa ait olduğumuzu hissedememizin sebebi belki de budur.


Son olarak hayranların ve film boyunca konuşmuş bazı kişilerin kafa sesleri eşliğinde konserlerde birbirine karışmış insan tarlaları görüyoruz. Mesaj çok açık: Metal, bizim gözardı etmeyi yeğleyeceğimiz şeylerin karşısına dikiliyor. İnkar ettiklerimizi baş tacı ediyor. Korkularımızın içine dalıyor. İçimizdeki “şey”i dışarı çıkarıyor bir yerde. Sam, kendinden bir parça gibi gördüğü bu müzik için kendisini yargılayıp aşağılayanlara yine kendi efendi üslubuyla kocaman bir “s.tir” çekiyor. İnsanın kendi ruhunu besleyen bir değere teşekkürü ancak bu kadar mükemmel olabilir. Sam bu belgeselle o kadar doğru bir iş yapmıştır ki, belgesel çektim diye ortalarda gezinenlerde bulamadığımız anlamı katmer katmer bulur, bir aydınlanma yaşadığımızı hissederiz. O aydınlanma belki de zaten var olan bir aydınlığın yerini göstermekten ibarettir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder