9 Haziran 2010 Çarşamba

The Wolfman (2010)


Yönetmen: Joe Johnston
Oyuncular: Benicio Del Toro, Anthony Hopkins, Emily Blunt, Hugo Weaving, Art Malik, Cristina Contes
Senaryo: Andrew Kevin Walker, David Self
Müzik: Danny Elfman

Lawrence Talbot’un (Benicio Del Toro) çocukluğu annesinin öldüğü gece sona ermiştir. Bir yazar olan Lawrence, sessiz sakin Victoria dönemi kasabası Blackmoor’u terk ettikten sonra kendisini toplayıp her şeyi unutmak için uzun yıllar boyunca ortalıkta görünmez. Ancak kardeşinin nişanlısı Gwen Conliffe’in (Emily Blunt), kaybettiği kocasını bulmak için yardımını istemesi üzerine arama çalışmalarına katılmak için geri döner. Kasabaya ulaştığında doymak bilmeyen bir kana susamışın kasaba halkını tek tek öldürdüğünü; olayı araştırmak için Aberline (Hugo Weaving) adlı bir Scotland Yard müfettişinin kasabaya geldiğini öğrenir.

Lawrence, vahşet dolu bulmacanın parçalarını birleştirdikçe dolunayda ortaya çıkan kurt adamlarla ilgili çok eski bir laneti duyar. Bu katliamı durdurmak ve sevmeye başladığı kadını korumak için Blackmoor’u çevreleyen ormandaki vahşi yaratıkları yok etmek zorundadır. Ancak canavarları avlamak için ormana gittiğinde geçmişi acılarla dolu bu adam, asla hayal bile edemeyeceği kendi vahşi yönüyle yüzleşmek zorunda kalır.


1941 yapımı orijinal hikâyeye sadık kaldığı söylenen The Wolfman, yürek yakan kadrosu, amacına ulaşan kasvetli atmosfer yaratımı ve korku/gerilim/aksiyon yönünden fazla sırıtmayan niteliklerine rağmen, bir şeylerin eksik hissedildiği bir yapım olmuş. Aslında filmin çok beğendiğim bir karanlığı var ki, 2010 yılında bir kurt adam filmi çekilecekse tam da böylesi bir karanlığa sahip olmalı. İlk yarının düşük temposuna rağmen, belki de sadece bu gotik ambiyans sayesinde film izlenilebilir bir yapıdaydı benim açımdan. İlginçtir, böyle leziz bir fonda ilerleyen düşük tempoyu, ikinci yarının zıvanadan çıkmış halinden daha fazla beğendim diyebilirim. Nolan’ın Batman felsefesine giriş türünden bir kurt adam anatomisi yaratılabilecek uygun zemin de vardı bu yüzden. Oysa artık 1941 ruhundan uzak olmamızın getirdiği bu orijinal sadakat, her ne kadar teknolojik nimetleri yerinde kullansa da, hikâyeyi sürükleyip bıraktığı gelişme ve sonuç izleğinde beklenilen etkiyi uyandırmıyor bana kalırsa. Lawrence’ın kurt adamlığına anlam yükleme kaygısı taşınmıyor (bu anlam, basit bir intikam hissinden daha güçlü olmak zorunda), Lawrence ve Gwen arasındaki ilişki kendi matematiğini kuramıyor, bu yüzden inandırıcı olamıyor, Sir John’un güç tutkusu Hopkins’e rağmen tam anlamıyla perdeye yansımıyor. Bunlar ve belki daha başka sebepler, The Wolfman’i zarif bir efsane olmak yerine, basit ve içi boş bir super(anti)hero kısırlığına hapsediyor.

Sanırım The Wolfman en çok genç oyuncu Emily Blunt’a yarayan bir film. Toro, Hopkins, Weaving gibi harika bir erkek egemen kadroya sahip filmin içinde Blunt'ın estetik yönünü bu kadar etkili yansıtacağını tahmin etmezdim. Bu egemenlik yüzünden, yani “erkeğin çok olduğu yerdeki tek kadın” olmak durumu o estetiği doğal olarak öne çıkarmıştır diye düşünülebilir. Ama güzelliğini bu kadro karşısında ezilmeyecek bir oyunculukla sunabildiği için doğru bir seçim olmuş. Yüzüne yansıyan hüzün, tutku ve saflık, daha çok fettan esmer kız rolleriyle başarısını kanıtlamış Blunt’ın, The Young Victoria’da da gördüğümüz farklı yönüne dikkat çekiyor. Herkes Megan Fox’u, Lindsay Lohan’ı başka başka şeylerle konuşurken sessiz sakin kariyerini güçlendirecek kaliteli rolleri alacaktır gelecekte. Tabiî ki Toro, Hopkins, Weaving üçlüsünün eli armut toplamıyor. Ama oyuncuların bireysel performanslarına tavan yaptıracak bir filmden söz edemeyiz. Halbuki The Wolfman, tam da böyle amaçlara hizmet edebilecek yapıda filmlerden biri olabilirdi. Finalde bariz ve basitçe göze sokulan, insan ve canavar arasındaki sınıra dikkat çeken mesajın yerini bulması için oyunculardan daha çok, senaryo atılımlarına gerek vardı. Öbür türlü mesajın yerine gitmesi uzun zaman alabiliyor veya o mesaj hiç gitmeyebiliyor.

Filmi 1941’den uyarlayan senaristlerden birinin Se7en şaheserinin senaristi Andrew Kevin Walker olması, yükselen beklentilere verilecek cevapları zorluyor. Keşke Sherlock Holmes ve burada Hugo Weaving’in karizma kattığı Müfettiş Frederick Abberline’ı bu kez Johnny Depp’in oynadığı 2001 yapımı From Hell’deki gibi karanlık Londra dekoruna yakışır bir film olsaydı. Belki o zaman ileride Frankenstein Meets The Wolf Man’i de çekmelerini beklerdik. Yine de hakkını yememek adına, filmografisine yabancı olduğum yönetmen Joe Johnston’ın en azından ambalaj olarak iyi bir film çektiği söylenebilir. Fakat ne yazık ki, iz bırakan bir kurt adam filmi olmayacak. Şahsî kanaatim gereği, John Landis’in çektiği 1981 tarihli An American Werewolf In London’ı görmeyen birinin kurt adam filmi izlediğini iddia etmemesi gerekir. Özellikle David Kessler’in (oyuncu David Naoughton’un) kurt adama dönüştüğü sahne olağanüstü bir deneyimdi benim için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder