29 Ocak 2010 Cuma

Mediterraneo (1991)

 
Yönetmen: Gabriele Salvatores
Oyuncular: Diego Abatantuono, Claudio Bigagli, Giuseppe Cederna, Claudio Bisio, Gigio Alberti, Ugo Conti, Memo Dini, Vasco Mirandola, Vanna Barba, Luigi Montini, Irene Grazioli
Senaryo: Enzo Monteleone
Müzik: Giancarlo Bigazzi, Marco Falagiani

Akdeniz’i bir tatil beldesinden çok, uçsuz bucaksız bir evren olarak görmek lazım. Zeytinin, portakalın, güneşin, denizin, yakamozun, yeşilin, aşkın, hüzünün ve doğa melodilerinin melankolik huzuru olarak iliklere kadar hissetmek lazım. Birçok şarkıda veya filmde zikredilen “cennet aslında burada” teranelerine bir an da olsa kendimizi kaptırmadan edemediğimiz Akdeniz’i, yine sadece bir an da olsa kendine sırılsıklam aşık bırakan filmlerden birine ne dersiniz? Hem de Akdeniz’in mayasına taban tabana zıt savaş olgusuyla...

2. Dünya Savaşı sırasında, Antalya Kaş’ın hemen karşısındaki Meis (Rumca “göz”) Adası'na görev icabı uğramak zorunda olan birbirinden ilginç bir grup İtalyan askerinin yaşadıklarını konu alan Mediterraneo, bizi hiç de yabancısı olmadığımız (ama maalesef hala kimi ülkemiz insanının bile görme şansına erişemediği) Akdeniz cennetine doğru götürüyor. Akdeniz doğasında film çekerseniz zaten maça 1-0 önde çıkarsınız. Yönetmen Gabriele Salvatores, Enzo Monteleone’nin nefis öyküsüne de bu üstünlükle başlayıp, güzelliğini görsel olarak kusursuzluk sınırlarında gezdiriyor. Adama Oscar bile kazandırıyor. Buna Akdeniz büyüsü denir. Küflü, dumanlı bir ortamda da izleseniz sizi içeri buyur eder. Eğer ona ait bir nostaljiniz varsa size hiç acımaz. Ufak bir esintiyi bile saçlarınızda, yüzünüzde zalimce hissettirir. Deniz sonrası damağınızda duyduğunuz zeytin tadı onun suç ortaklarından sadece biridir.

 
İçindeki sanatçı ruhu bastıramayan bir komutandan, başıboş ama hayat üzerine çarpıcı tespitleri olan komik bir çavuştan, aşkını bir fahişeye verebilecek kadar yoğun Antonio’dan, aynı kızı sevip paylaşabilecek kadar saf iki İtalyan dağ köylüsünden bozma askerden, bunun yanında aralarında eşeklerle arasında gizemli bir bağ bulunan, eşi hamile olan ve içindeki eşcinseli keşfedenlerden oluşan bir asker grubunun bu Akdeniz adasına düştüklerini düşünelim. Yunan adası olması hiç mühim değil. Filmde de sıkça belirtildiği üzere Akdeniz “tek yüz, tek ırk”tan oluşan bir coğrafya. Türk, Yunan, İtalyan, hepsinde aynı yüz ve aynı saflık var. “Türklere asla güvenmeyin” diyen Yunan papazı kaale almayın. Zaten filmin altında yatan (ve benim anladığım) “tek ayrım dinden gelir” görüşünün temsilcisi papazın işlevi de bu olsa gerek. Yani filmdeki tek ırkçı cümleye sahip olanın bir din adamı olması, bizi Enzo Montoleone’ye daha da yakınlaştırmalı aslında. Filmdeki Türk hırsız Aziz kötü de, bu büyük savaşı çıkarıp, bu saf İtalyan askerleri bile vatanseverlik sorgusuna iten Avrupa çok mu adil? Filmin siyasi itirazı zaten tamamen bu yönde. Yoksa filmin en klas karakteri Çavuş Lorusso, kendilerini uyutup silahlarını çalan Aziz için hiç kötü düşünmediği gibi, onun kendilerine sağladığı bir parmak balı yeterli bulmuyor. Larusso demişken ondan devam edelim. Bu insan irisi çavuşun, tatlı Akdeniz esintisinde masaj yaptırırken ağzından dökülen kelimeler, filmin felsefi boyutuna da görkemli bir selam çakıyor:

"Yaşam yeterli değil. Bir tek yaşam yeterli değil benim için. Yeterince gün yok yaşanacak...Yapılacak çok fazla şey ve bir sürü düşünce var. Her günbatımı bana hüzün getirir; çünkü bir gün daha geçip gitmiştir."


Tembelliğe de bir şahsiyet kazandırmadaki bu ustalık, yaşamın yaşanası bir güzellik olduğuna, düşüncenin, hayal kurmanın kutsallığına gönderilen övgüdür. Savaşmaktansa, tembel tembel hayal kurmak evladır. O hayaller bir gün bizi öyle bir kıskacına alır ki, onun önüne kimse geçemez. Yaşayacağımız günden çok, hayalimiz var çünkü. Ve bunu bize Akdeniz söyletir. Onun verdiği ilham, ölümle içli dışlı bir askerin sapına kadar yaşam arzusunu körükler. Bir askere bunu yaptıran Akdeniz’in, savaşa kıyısından köşesinden bulaşmamış birine yapabileceklerini düşünmek bile anlamsız. Zaten hiç asker olarak görmediğimiz bu İtalyanlar da Akdenizli değil mi? Film Akdeniz’den hep hümanist çıkar dememiş. İnsan olduğumuzu anlamanın yolu, kötülüklerden izole olmuş bir coğrafyada yaşamın tadını almakla olur demiş. Bunu derken çok sıra dışı yöntemler de kullanmış ama olsun. Sözlerle anlatmadığını görüntülerle, görüntülerle anlatmadığını sözlerle anlatmış, ama anlatmış işte. İpe asılı bembeyaz çarşafların aralanması, tertemiz bir başlangıca işaret zaten. Peki ya bayrakları bile tanıyamayan askerlerin “Türkler bizim tarafımızda mıydı?” diye birbirlerine sormaları?


Akdeniz öyle bir büyüdür ki, siz oradayken dünya büyür, çalkalanır, aradan 3 yıl, 13 yıl geçer, ruhunuz bile duymaz. Silah tutan eliniz resim yapmaya, oyun havasında parmak şıklatmaya, zeytin yemeye, kadın saçı okşamaya başlar. Onu tanımadan önce sarhoşluğu sadece içki sonrası bir biyolojik davranış biçimi sanarsınız. Halbuki suyuyla sizi dünyevi kirliliğinizden arındıran, havasıyla değme parfümlerin tozunu attıran, esintisiyle bir fahişe mi yoksa bir aşık mı olduğuna karar veremediğiniz, hep orada duran, ama kayıp bir gezegendir Akdeniz. Kaybolmak için mükemmel bir gezegen.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder