11 Temmuz 2018 Çarşamba

Rumble: The Indians Who Rocked The World (2017)


Yönetmen: Catherine Bainbridge, Alfonso Maiorana
Müzik: Benoît Charest

Catherine Bainbridge'in Alfonso Maiorana ile birlikte yazıp yönettiği Rumble: The Indians Who Rocked The World, yıllar boyu hor görülmüş, asimile edilmiş, dışlanmış, katledilmiş Amerikan yerlilerinin tarihte bıraktıkları etkileri bu defa müzik tarihi içinde inceleyen kapsamlı bir belgesel. Tabii bir müzik belgeseli olması, onun tarihi, kültürel, toplumsal ve psikolojik gerçekleri devre dışı bırakmış olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersi, Bainbridge ve Maiorana bu gerçeklere sıkı sıkıya bağlı bir belgesel meydana getiriyorlar. ABD Hükümetinin 1907'de, Amerikan yerlilerinin müziklerini kaydetmek için bir komisyon kurduklarını, çünkü bu şarkıların geleceğe aktarılmayacağından emin olduklarını belirterek sözlerine başlayan film, aslında bu müziklerin nasıl ve kimler tarafından geleceğe aktarıldıklarını örneklerle bir bir önümüze seriyor. Bu örneklerin birçoğunu tanıyor (bazılarının yerli olduklarını yeni öğrenip şaşırıyor), tanımadıklarımızla tanışıyor, bıraktıkları tutkulu ve kalıcı etkileri görünce hayran kalıyoruz. Bu yerli müziklerinin rock, r&b, blues, pop, caz gibi farklı türler üzerindeki öncü ve dönüştürücü rolü karşısında hayranlığımız daha da artıyor.

Belgesel, Jimmy Page'den Iggy Pop'a pekçok kalburüstü müzisyenin hayatını değiştirmiş olan Link Wray'in etkilerinin müzik dünyasındaki yansımaları ile başlıyor. Wray'in 1958'de yayınladığı Rumble, gitarda ‘feedback' ve ‘distortion'ın ilk kez kullanıldığı, aynı zamanda tamamen enstrümantal bir parça olmasına rağmen radyolarda çalınmasının yasaklandığı ilk şarkı olması nedeniyle müzik tarihinde önemli bir yere sahip. Ama Link Wray ile ilgili çoğu kişinin bilmediği şey ise onun kızılderili köklerinden geliyor olması. Rumble'ın ikonik gitar melodisiyle kendinden geçmiş, hatta hayatı değişmiş müzisyenlerin bu şarkı ve Wray hakkında yorumları, bu etnik gerçeğin öne çıkarılmayı hak ettiği bir filtre ile sunuluyor. Bainbridge - Maiorana ikilisi, önce farklı müzik türlerine ait öncü isimleri ve onların hem etnik, hem de müzikal köklerini bir arada ele alarak bunları sağlam kanıtlar, dürüst ve zekice yorumlarla destekliyor. Etnik müzik araştırmacıları, tanınmış müzik yazarları, tecrübe abidesi müzisyenler, tarihçiler, hepsi çok çarpıcı örnekler vererek müzik dünyasındaki "yerli" etkisinin doğuşu, gelişimi ve bilinmeyenlerini açıklayarak ağzımızı açık bırakıp, tüylerimizi diken diken ediyorlar adeta.

Rock kulvarındaki Link Wray etkisinin ardından, onlarca çeşit blues formundan hangisi olursa olsun, Eric Clapton'dan Bob Dylan'a yüzlerce müzisyene ilham kaynağı olmuş Charley Patton'ın da bir kızılderili olduğunu öğreniyoruz. O Charley Patton ki, günümüzde blues müziğin atalarından sayılan Pop Staples, Son House, Howlin' Wolf'a gitar çalmayı öğretmişti. O Charley Patton ki, gitarını aynı zamanda bir davul gibi ritim tutmak için de kullanmıştı. Ve o davul ki, kölelik zamanlarında asi bir enstrüman olarak tanımlandığı, insanları isyan çıkarmak için organize etme kapasitesine sahip olduğu için yasaklanmıştı. Ama Patton'ın geride bıraktığı müzikal öncülüklerin o dönemin dinamiklerine meydan okuması, günümüze kadar ulaşabilmesi kaçınılmazdı. Çünkü bunlar insana, insan özgürlüğüne dairdi. Aynı şekilde 20'li ve 30'lu yıllarda cazın konumlandırılışında bir köşe taşı olarak kabul edilen Mildred Bailey, içinde Amerikan yerli kanı da bulunan karışık bir etnik kimliğe sahip Jimi Hendrix, Come and Get Your Love ile (Guardians Of The Galaxy'nin jenerik şarkısı) büyük bir hit şarkıya imza atan Redbone, pop sahnesinden Taboo (Black Eyed Peas), 80'ler hard rock döneminde çok başarılı bir gitarist iken yolunu şaşıran Steve Salas (Apache) ve onu köklerine döndüren davul virtüözü Randy Castillo (Ozyy Osbourne), kızılderili olmanın gururunu taşıyan isimler.

 
Ünlü olmaya başladığı zamanlarda "kızılderili olduğun için gurur duy, ama bunu kime söylediğine dikkat et" diyen tavsiyelere uyduğunu söyleyen Robbie Robertson, The Hawks ve The Band isimli gruplarıyla neredeyse etkilemedik müzisyen, hatta Martin Scorsese gibi başka branşlardan insan bırakmamıştı. Taj Mahal, John Lennon, Eric Clapton, George Harrison, Jackson Browne, John Trudell gibi dev isimlerin hayran olduğu kızılderili kökenli gitarist Jesse Ed Davis ve onun başarı ve hüzün dolu hikayesi de belgeselde yer almakta. Aktif biçimde yorumlarıyla izlediğimiz Robertson ve Trudell, filmdeki bu kısa hikayeleri daha da anlamlandıran müdahalelerde bulunuyorlar. Özellikle ırkçı faşist yönetimlere ve Vietnam Savaşı'na tepki olarak protest bir dönüşüm geçiren folk müzikte ise Joan Baez'den önce Buffy Sainte-Marie, Bob Dylan'dan önce Peter La Farge vardı ve ikisi de kızılderili köklerinden geliyordu. Üstelik FBI onları kara listesine aldı, radyo ve televizyonlar onları yasakladı. Buffy Sainte-Marie'ye göre bu yasakların sebebi -bize de tanıdık gelecek şekilde- direk radyo ve TV'ler değil, onları satın alıp köleleştirmiş petrol şirketleri, uranyum hırsızları, yani kitlelerin protest müzik sayesinde etkileneceğini bilen rant sahipleri olduğunu ifade ediyor.
 
29 Aralık 1890'da Amerikan Ordusu Wounded Knee'de 300'den fazla kızılderiliyi katletmişti. Bunların arasında Ghost Dancers denilen kabile müzisyenleri ve dansçıları da bulunuyordu. Belki şu an o günlerden uzaktayız. Ama ırkçılık ve faşizm dünyanın çoğu yerinde irili ufaklı şekillerde hala varlığını sürdürmekte. Üstelik bu baskı odakları sıkıştıkça "köklerimizi unutmamalıyız, geçmişimize sahip çıkmalıyız" diye kendi sınırlı geçmiş algılarını insanlara dayatmaktalar. Oysa bu belgeselde sadece müzisyen camiasındaki örneklerini gördüğümüz kızılderili toplumunun başka alanlarda da ne kadar aktif ve ilham verici olduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yok. Özellikle tarihçi ve genetikçi Erich Jarvis'in çok güzel özetlediği, burada yorumlaması çok uzun sürecek bilgiler ışığında, Afro-Amerikan toplumun kızılderililerle olan organik bağları, o sahip çıkılması gereken asıl geçmişin ne olduğunu gayet net biçimde ortaya koyuyor. Dünyayı etnik renklerden, kızılderililerden, yerlilerden, azınlıklardan, dışlanmışlardan, ötekileştirilmişlerden ayrı düşünmemiz mümkün değil. Belgeselin pekçok mesajı arasından, toplumu siyah-beyaz, zengin-fakir, kadın-erkek, Türk-Kürt, Alevi-Sünni gibi ayrıştırmalarla bölmeden maddi manevi rant elde edemeyen faşizmin, filmin adına istinaden er ya da geç "gümbürdemeye" mahkum olduğu mesajını da alıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder