20 Şubat 2012 Pazartesi

Midnight In Paris (2011)


Yönetmen: Woody Allen
Oyuncular: Owen Wilson, Rachel McAdams, Marion Cotillard, Kathy Bates, Corey Stoll, Kurt Fuller, Mimi Kennedy, Michael Sheen, Nina Arianda, Tom Hiddleston, Alison Pill, Adrien Brody, Léa Seydoux, Carla Bruni, Adrien de Van, Marcial Di Fonzo Bo
Senaryo: Woody Allen
Müzik: Stephane Wrembel

Woody Allen, uzun yıllar kendine özgü mizah anlayışıyla çektiği filmler sayesinde oturttuğu sistemin dışına çıkmaya meyletmiş bir author. Kariyerinin kırılma noktası sayılabilecek Match Point ve Cassandra's Dream’den sonra suç gerilimleri üzerine eğileceği beklentileri, yerini Avrupa aşığı romantik komedilere bırakmış görünüyor. Önce Vicky Cristina Barcelona, şimdi de Midnight In Paris ile turist rehberliğine soyunuyor. Parlak bir hikâye etrafına serpiştirilmiş karakter zenginliğinden faydalanan klâsik Woody Allen öyküleri, bu turistik atmosferin gözlere indirdiği perde sayesinde aslında birbirinin kopyası bu yeni tarzın sıradanlığını gizlemeyi başarıyor.

Midnight In Paris, sanat aşıklarının, nostalji tutkunlarının fantezilerine tercüman olan şirin bir film. Üstelik bu fikrin orijinalliğinden yararlanmasını da çoğu zaman becermiş denebilir. Ancak filmden bu fikri çıkardığımızda geriye ikinci sınıf bir romantik komediden başka bir şey kalmıyor. Allen’ın filmini bu fikir üzerine kurduğu düşünüldüğünde tüm eforunu geçmiş zamana harcaması, şimdiki zamanı da evlilik öncesi kararsızlık içinde olan (aynı Vicky Christina Barcelona’daki Vicky gibi) taze roman yazarı Gil Pender ve onun mutsuz karar aşamalarına ayırması fazla şaşırtmıyor. Ernest Hemingway, Pablo Picasso, Salvador Dalí, Luis Buñuel, Cole Porter, T.S. Eliot, Paul Gauguin, Gertrude Stein gibi isimlerle Paris’te geçirilen geceyarılarından çıkacak malzemelere haklı olarak yatırım yaparken, şimdiki zamana döndüğünde cepten yemeye başlıyor.


Nostaljiye ve altın çağlara duyulan özleme olan romantik yaklaşımı, aynı zamanda “altın çağ” göreceliğini farklı kafalardan okumaya çalışması Woody Allen’ın sanatçı ve nostalji tutkunu kişiliğiyle birebir örtüşüyor. Fakat eserleriyle kendi kulvarlarında derin izler bırakmış bu sanat ikonlarının filme dahil edilişleri ne kadar heyecan vericiyse, onların karton karakterler olarak (bazılarının sırf görünsün diye) filme iliştirilmesi ve bu sayede ruhsuzlaştırılmaları da o kadar cansız olmuş. Oysa nostalji sever Woody Allen’ın Radio Days’de çocukluğundaki radyo fenomenini ele alış biçimindeki ince mizah ve retro hüzün, böyle bol malzemeli bir filmde şimdiki zaman bilimkurgusuna bu şekilde dönüşmeli miydi tartışılır. O dönemin Paris’ine gelecekten (2011’den) gelen bir Hollywood senaristi, taze roman yazarı Gil Pender’ın Luis Buñuel’e Le charme discret de la bourgeoisie filmi için fikir vermesinden ya da tek bir sahnede görünen Salvador Dalí’nin gergedan takıntısından mizah üretmeyi düşünen bir Woody Allen var.

Sanat çevresindeki maceralarıyla tam bir “Art Groupie” olan Adriana’nın Gil ile kurduğu kimya ve ikna yoksunu ilişkinin de romantizm ayağını oluşturduğu Midnight In Paris, her ne kadar geçmiş zaman Paris’ine yapılmış etkileyici bir yolculuk da olsa, özellikle konu yönünden fantastik dokusu korunmak suretiyle daha ilginç bir deneyim haline getirilebilirdi. Hatta Radio Days gibi tamamen nostaljik skeçler toplamından nefis kurgular çıkarılabilirdi. Böylece Buñuel, Dalí, Hemingway, Picasso, Porter ve dahası uydurma öykülerle kültür ve sanat camiasının hoş alternatif anekdotlarına konu olabilirdi. Filmin en ilginç yönlerini Gil’in bu insanlarla birlikte geçirdiği anlardan alması doğal. Çünkü dediğimiz gibi bu zaman yolculuğu olmasa, Gil’in sıkıcı nişanlısı Inez ile çeyiz bakmasından artan zamanda Gabrielle ile geçireceği inişli çıkışlı Paris romantizmini izleyecektik büyük ihtimalle.


Gil Pender rolü için çapsız Hollywood komedilerinin aranılan ismi Owen Wilson kesinlikle yanlış bir seçim. Midnight In Paris öncelikle bir roman olsaydı, okuyan kaç kişi Gil’i Owen Wilson olarak gözünde canlandırabilirdi? Filmde sinir bozucu biçimde her konuda bilgi sahibi ukala Paul rolünde izlediğimiz Michael Sheen’i farklı bir tiple Gil Pender olarak görmek isterdim doğrusu. Oynadığı her rolü başarıyla üzerine giyen Sheen gibi bir aktör, Pender’ın geçmişte özgürleşmiş, şimdiki zamanda sıkışmış şaşkın ama mutlu profilini, ruhsuz ve dümdüz Wilson’dan çok daha iyi yorumlayabilirdi. Bunun yanında özellikle Kathy Bates, Corey Stoll ve tadımlık da olsa Adrien Brody kendi sahnelerine renk katan oyunculuklar sergiliyorlar. Zaten diğer isimler, sadece isim ve cisimden ibaret olduklarından konu mankeni gibi kalmaktalar ne yazık ki. Carla Bruni’nin de artık Sarkozy’den mi, Woody’den mi torpilli olduğu belli değil.

Açılıştaki turizm tanıtım reklâmları ya da kartpostalları tadındaki harika Paris görüntülerinden oluşan kolaj ve geçmişin büyülü atmosferini yansıtan güçlü sinematografi filmin görsel yönünü parlatan unsurlar. Film açıkça Paris’in geçmişine ve şimdisine bir övgü. Bir yazarın ilham veren bu şehirde kendi ilham kaynaklarına yaptığı fantastik bir yolculuk. Ama bu sıradışı yolculuğu yapabilenin sadece Gil olmaması da filmin eksiklerinden. Hele de zamanda iyice geriye giderek kaybolan dedektif gibi saçmalıklar çok sırıtmakta. Bu ayrıcalığı ne yaparak kazandığı meçhul Gil ile birlikte gezen, onu takip eden biri bile bu yolculuğu yapabiliyor. Mesele doğru arabayı bulmakta. İşte bir yanıyla gerekli gereksiz yığınak yaptığı entelektüel birikimini nostalji temasıyla senaryolaştıran bir film iken, bir yanıyla da kendi içinde tutarsızlık yaratan bu tip saçma teorileri de akıllara getirebiliyor. Filmde geçen her sanatsal ve kültürel bilgiye hakim olamayabiliriz. Ama Woody Allen’ın filmin bir yanıyla yakaladığı sıcaklığı, başka bir yanıyla donuklaştırması da pek alışıldık sayılmaz. Bunun geçmiş ve şimdi arasındaki farkı keskinleştirme amacı olarak görülmesi de zorlama bir bahane. Aradaki bu fark, böyle bir amaçtan uzak, hatalı tercihlerin doğal sonucu bana göre.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder