8 Mayıs 2013 Çarşamba

Iron Maiden: Flight 666 (2009)


Yönetmen: Sam Dunn, Scot McFadyen

Metal: A Headbanger’s Journey ve Global Metal belgeselleriyle takdire değer işler yapan Sam Dunn ve Scot McFadyen’in, dünyanın yaşayan en büyük gruplarından biri olan Iron Maiden’ın 2008 yılında başlayan Somewhere Back In Time turunun perde arkasını anlatan belgeselleri Iron Maiden: Flight 666, DunnMcFadyen ikilisinin, özellikle de Iron Maiden’ın büyük hayranı Dunn’ın rock belgeselleri konusunda gerçek bir usta olduğunu bir kez daha tescilleyen harika bir yapım. Fakat bu tur, sıra dışı özellikleriyle bugüne kadar yapılmış hiçbir tura benzemiyor. Bunlara geçmeden önce bu turun Sam Dunn’ı gerçek bir Iron Maiden hayranı yapan 1985'teki klasik World Slavery turunun üzerine kurulduğunu belirtmek gerek. Dunn bunu özellikle vurguluyor. Çünkü o zamanlar hayranı olduğu grubun 2008 versiyonuna bu defa sosyoloji tahsilli rock yetişkini olarak, hele de bugüne kadar medyaya karşı mahremiyetini korumuş, kameraları özel hayatlarına sokmamış yaşayan efsane konumundaki bir grubu görüntüleyen başarılı bir belgeselci olarak katılıyor olması çok önemli.

Hindistan, Avustralya, Japonya, ABD, Kanada, Meksika ve Güney Amerika’yı kapsayan Somewhere Back In Time turu, 45 günde 5 kıtaya yayılmış 12 ülkede 23 konseri kapsıyor. Bu da 70.000 kilometre demek. Bulunan çözüm ise grubun “Ed Force One” adını verdikleri Boeing 757 uçağına 70 kişiyi ve 12 ton ağırlığındaki ekipmanları yükleyip yola koyulmak. Yasal izinlerin alınması, uçağın o kadar yükle havalanabilmesi için mühendislerce gerekli denemelerin yapılması derken bir yılı bulan ön hazırlık sonrası Sam Dunn ve Maiden ekibi 28 Ocak 2008’de havalanıyor. En önemlisi de uçağı uçuran pilotun grubun vokalisti Bruce Dickinson oluşu. İlk iki belgeselinden de aşina olduğumuz üzere Sam Dunn müthiş görüntüler, röportajlar ve bunların bir araya getirildiği kurguyla baştan sona bizi bu turun hem uçağına, hem sahne önüne, hem de arkasına tüm samimiyetiyle dahil ediyor.


Artık biliyoruz ki bir Sam Dunn rockumentary’si asla sadece bir rockumentary değildir. Bu yüzden grubun gittiği her ülkede Iron Maiden fenomeninin toplumsal ve ekonomik yansımaları, o ülkelerin dinleyicilerinin grup özelinde bu müziğe olan tutkuları da tüm gerçekliğiyle ekrana yansıyor. Farklı kıtaların, farklı ülkelerin, farklı kültürlerin, farklı insanların benzersiz Iron Maiden müziğine ortak tepkileri veriyor oluşlarının sebeplerine ilk iki belgeselde heavy metal genelinde tanık olmuştuk. Iron Maiden özelinde ise birçok çevre tarafından dünyanın en iyi grubu olarak kabul edilen bu emektarların kuruldukları 1975’ten ve albüm yapmaya başladıkları 1980’den beri yarattıkları destansı müziği (zaman içinde yaşadıkları ufak tefek ayrılıkları saymazsak) günümüze hayranlık verici bir istikrarla taşımaları yeterli bir nedendir. Etkiledikleri yüzlerce grup onların müziğine doğrudan vakıf olamayacaklarını anladıkları noktada beslenebilecekleri ne varsa almaya çalışmışlar, bunları sürekli yenilenen kuşaklara aktaramaya çalışmışlardır. Ancak Iron Maiden müziğinin “unique” yapısı onları başka herkesten daha kıymetli yapmış, 80’den 2010’a 15 albüm ve sayısız konserle her seferinde kutsadıkları dinleyicilerini hep kendilerine sadık hale getirmişlerdir.

Belgeselde grup elemanlarının da dile getirdiği üzere Iron Maiden’ın 80’lerden bu yana dinleyici kitlesinin yaşlanması diye bir şeyin sözkonusu olmadığının da altı çiziliyor. Özellikle konserlerdeki dinleyici kitlesinin hep aynı yaşta kalması, hatta gençleşmesi grubun zamansızlığına en güzel örnek. Çocuklar, gençler Iron Maiden hayranı ebeveynleriyle birlikte konserlere gidiyorlar. Kuşaktan kuşağa aktarılan Maiden sevgisi, yıllar yılı müziğinden ödün vermemiş grubun dinleyici kitlesindeki bu yaş kavramını silip atıyor. Sadece yaş kavramını da değil. Belki de hayatında bir defa yaşayacağı Iron Maiden’ı sahnede canlı görme fırsatını kaçırmamak için işinden ayrılanlar, konser sonrası hala olayın şokunu üzerinden atamayıp hüngür hüngür ağlayanlar, Steve Harris’ten imza aldıktan sonra bile buna inanamayıp “fuck!” çekenler, kendi deyimleriyle “dünyanın kıçında” yaşayan, tüm toplumsal ve ekonomik sıkıntılara rağmen dünyada yalnız olmadıklarını hissedecek kadar büyük bir müzik olayına tanıklık edecek olmanın coşkusuna teslim olan Güney Amerikalı gençler, konserlerden günler önce kurulan kilometrelerce uzunluktaki çadırlar, “Iron Maiden Is My Religion” yazılı pankartlar ve daha birçok şey bu sevginin boyutlarını gözler önüne seriyor.


Sam Dunn bu hayati fırsatı yakalamışken Iron Maiden’ı oluşturan altı yaşayan efsaneyi de mercek altına almayı ihmal etmiyor. Vücudunun 162 yerinde Iron Maiden dövmesi bulunan Brezilyalı genç bir rahibin oğluna ismini verdiği, Japon bir kızın “keşke onun kızı olsaydım” dediği, Hintli bir ergenin imzasını aldıktan sonra kendinden geçtiği Steve Harris, kesinlikle gruba şimdiki karakterini veren en önemli parçası. Şarkıların çoğunu yazan, yazmadıklarında bile düzenlemelerine katkıda bulunan Harris, konserlerdeki şarkılara ağzıyla eşlik eden o hırçın görüntüsünün aksine utangaç, mütevazi ve tam bir aile babası. Dave Murray az ama öz konuşan bilgeliğiyle müthiş bir denge unsuru. Adrian Smith özellikle ses düzeni konusunda çok titiz ve grubun müziğinin ayaklar üstünde durabilmesinin önemli bir parçası. 1990’da gruptan ayrılan Adrian Smith’in yerine gelen ve 1999’da Smith geri döndüğünde herkesin onayıyla grubun altıncı üyesi olarak kalan, sosyoloji diplomalı Janick Gers grubun en matrak aynı zamanda kendi halinde takılmayı seven elemanlarından biri. Steve Harris’in bas omurgasıyla sınırlarını çizdiği şarkıları Murray, Smith, Gers üçlüsünün rock formuna evrilten olağanüstü katkıları hem ritim gitarın, hem de şahane soloların “Maidenize” oluşlarındaki sırrı ortaya koyuyor adeta.

Grubun en yaşlısı olan davul üstadı Nicko McBrain, bir Guy Ritchie filminden fırlamışçasına esprili, deli dolu ve müthiş kafa bir adam. Gittiği her yerde golf merakını gidermeye çalışan bu güzel insan, grup arkadaşları hakkında da çok içten tespitlerde bulunuyor. McBrain belki de yeryüzünde başka hiç kimsenin üstesinden gelemeyeceği inanılmaz davul teknikleriyle grubun soundunu belirleyici hayati bir öneme sahip. Ve Bruce Dickinson… Gündüzleri üniformalı bir pilot, geceleri bir dakika bile yerinde duramayan çılgın bir solist olarak enerjisi en yüksek olması beklenen ve beklentileri her yönüyle karşılayan gerçek bir “frontman”. Gruptan ayrıldığı 93-99 arasında Iron Maiden The X Factor ve Virtual XI adlı iki albüm yaptı. Bu iki albüm grubun en vasat albümleri olarak kabul edildi ve bunun yegane sebebi kesinlikle Dickinson’ın yokluğuydu. Her yola gelebilen, istediği yere girip çıkan, bir enstrüman gibi şarkılara yön ve ruh veren Dickinson vokali, bir vokal olmanın ötesinde destansı bir karakter yoğunluğu içeriyordu. Grubu en iyi tanıyanlar yine grup üyeleri olduğu için Sam Dunn sıklıkla birbirleri için ne hissettiklerini soruyor ve belki de kimsenin yorumlayamayacağı gibi samimi cümleler duyuyoruz.


2013 itibariyle destansı Steve Harris (57), Dave Murray (57), Adrian Smith (56), Bruce Dickinson (55), Nicko McBrain (61), Janick Gers (56) kadrosunu koruyan Iron Maiden, bu enfes belgesel boyunca Hindistan’da Aces High, Japonya’da The Trooper, Meksika’da Wasted Years, Brezilya’da Heaven Can Wait, New Jersey’de Rime Of The Ancient Mariner, Kolombiya’da Run To The Hills, Arjantin’de Fear Of The Dark, Kanada’da Hallowed Be Thy Name ve daha pek çok farklı yerde başka marş olmuş Maiden parçalarından unutulmaz sahne performansları göstererek onları canlı izlemenin ne kadar büyük bir deneyim olduğunu biz ekranları başındaki fanilere hissettiriyorlar. Öyle ki Toronto’daki son konserde bile sanki oradaymışçasına bu masalın bitiminden dolayı içimiz burkuluyor.

Sam Dunn ve Scot McFadyen yine müthiş bir belgesele adlarını yazdırıyorlar. Sadece Iron Maiden hayranlarına veya sadece heavy metal dinleyicilerine değil, gerçek bir idolün kişi için neden idol haline gelmiş olduğuyla, o idol bütününü oluşturan parçaların aslında birer birer ne kadar da “insan” oluşlarıyla alakalı sosyolojik bir vaka görmek isteyenlere hitap edecek bir belgesel. Gündüz uçakta, gece binlerce kişilik kalabalıkların önünde adrenalin dolu bir yaşam süren bu şanslı insanların, onları canlı görmeyi de ayrı bir şans olarak addedecek hayranlarıyla birlikte paylaştıkları ortak paydalara tanık olabilmemiz için mühim fırsatlardan biri.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder