10 Temmuz 2007 Salı

Apocalypto (2006)

 

Yönetmen: Mel Gibson

Oyuncular: Rudy Youngblood, Julia Hernandez, Jonathan Brewer, Morris Birdyellowhead, Israel Rios, Amilcar Ramirez

Senaryo: Mel Gibson, Farhad Safinia

Müzik: James Horner

 

Büyük Maya İmparatorluğu, görkemli dönemlerinin ardından, pek çok imparatorluğun içine düştüğü buhranlardan kaçamamıştır. Yöneticiler, kendi hatalarının sonucu hızlanan çöküşü önlemek ve salgın hastalıkların verdiği zararlardan kurtulmak için tapınaklar yapıp, insanlar kurban etmektedirler. Acımasız katillerden oluşan bir grup savaşçı, Tanrı Kukulkan’a kurban edilecekleri bulmak ve köle ticareti yapmak için çevre köyleri talan etmektedir. Öte yandan genç Jaguar Paw, babası Flint Sky, hamile karısı Seven, küçük oğlu Turtles Run ve dostları, akrabaları ile kendi kabilesinde huzurlu bir yaşam sürmektedir. Ta ki, köle tüccarı katiller bir gün onların köyünü işgal edene kadar.. Jaguar Paw hayatının sınavını yaşayacak, değerleri uğruna neler yapabileceğini keşfedeceği acıyla ve insanüstü mücadeleyle dolu bir yolculuğa çıkacaktır...

 

 

Muhtemel beklentinin aksine Apocalypto, Maya Uygarlığının kuruluşu, yükselişi ve çöküşü üzerine tarih dersi vermeye çalışmayan, kabası alındığında ortaya basit bir hikayenin çıktığı filmlerden. Hatta Mel Gibson bu macerayı pekala 2000’li yılların New York’unda bile rahatlıkla çekebilirdi. Tarihi dekorlarda epik kahramanları merkezine alan Mel Gibson’un yönetmenlik anlayışıyla ve yolculuğuyla bağlantılı olarak Apocalypto’nun bu basitliğinin altını kazımakta fayda var. Saf cesaretin ve şiddetin tarihsel olaylar ve kişilerde açılımları olduğuna yönelik ikna çabası, tarihi sadece kitaplardan öğrenmiş insanoğluna görsel olarak sunulacak ise, çok güçlü kozlarla onların önüne çıkmalısınız. Mel Gibson, sıkıcı tarih dersleri vermiyor dedik. Ama Farhad Safinia ile birlikte kurduğu macerasına bir kültürün nasıl avlandığını, nasıl yaşadığını, yaralarını nasıl iyileştirdiğini, inançlarını, batıl inançlarını, kılığını, kıyafetini muazzam bir görsellik eşliğinde cebimize koyuyor. Pastoral duygusallığı, folklorik motifleri, ipini koparmak üzere olan bir macera temposuna çok güzel yediriyor.

Açılıştaki yaban domuzu avı sahneleri ile filme hızlı, estetik ve espirili bir giriş yapılıyor. Ardından küçük bir Maya kabilesinin huzurlu yaşamlarına tanık olmamız, ailevi bağlılıklar, komiklikler, kabile bilgesinin küresel çağrışımlar barındıran anlamlı masalı, danslar, şarkılar, Gibson’un karakterleri benimsetme çabasını hiç de boşa çıkarmayan hamleler. Bu huzurlu atmosferin Braveheart formülüne benzer şekilde kanlı ve acımasızca parçalanması (hatta yine bir boğaz kesme sahnesi ile birlikte), sempatimizi kazanan yerlilerin savaşçı köle tüccarlarına esir düşmeleri, Jaguar Paw’ın hamile karısı ve küçük oğlunu saklamayı başarıp, onlara geri dönme sözü vermesi gibi film ile bağlantıyı sağlamlaştıran olay örgüsü tıkır tıkır işliyor. Bu tip bir işleyiş, standart bir filme zerk edilen etkili dramatik örgüye de çok muhtaçtır. Anlamsız, ruhsuz bir tasarlama hiç de samimi durmaz ve film belli bir tempo tuttursa dahi, bu farkında olmadığımız, bittiğinde iz bırakmayacak mekanik bir tempodur. Tıpkı Braveheart’da olduğu gibi Apocalypto’da da Mel Gibson hikayesinin girişini güçlü dramatik kolonlarla sağlamlaştırmayı yine başarıyor. İz bırakıyor, acıtıyor, geriyor, rahatsız ediyor. Bu başarıyı sağlarken fazlaca kan döktüğü, duygu sömürüsü yaptığı eleştirilerine maruz kalıyor olsa da nihayetinde mübah yolların denemesindeki cesareti Mel Gibson’a farklı bir hava veriyor.

1993’de yönettiği ilk filmi The Man Without A Face’i biraz dışarıda tutarak, Mel Gibson’un Braveheart ile başlayan, tartışmalı ve dünya çapında 600 milyon dolar hasılatlı The Passion Of The Christ ile süren, son olarak Apocalypto’da şahit olunan yönetmenlik serüveni hakkında söylenecek çok şey olduğu kesin. Kendi yapım şirketi Icon’u kuran Gibson, elde ettiği özgürlük sayesinde yönettiği, oynadığı ve finanse ettiği filmleri ile sinema alanında; koyu bir Katolik, semitist, alkolik olduğu yönündeki eleştiriler ile de bazı lobilerde adından çok söz ettiriyor. Eleştirisi yapılanların ne kadarının filmlerine yansıdığı da ayrı bir tartışma konusu olabilir. Fakat gittikçe şekillenen bir Mel Gibson sinemasından söz etmek, Apocalypto’dan sonra artık mümkün.. Aktör olarak rol aldığı onlarca filmin kendisine kattıklarını, yönettiği oyuncularına profesyonelce aktardığı her halinden belli olan Gibson, tanınmamış oyuncularına mimiklerini, bakışlarını, nerede nasıl duracaklarını, hangi ruh haline bürüneceklerini iyi anlatmış olacak ki, bu durum Apocalypto’yu oyunculuk yönünden çok doyurucu kılıyor. Lethal Weapon serisi, Bird On A Wire, Conspiracy Theory, Maverick, Payback, Mad Max gibi filmlerinde canlandırdığı, inandığı şey uğruna gözünü karartan, kuralları çiğnemekten geri durmayan, deli dolu karakterlerin yansımalarını, yönettiği filmlerdeki baş karakterine de uygulayan, ama bu cesareti veya çılgınlığı genellikle kutsal veya ahlaki bir amaca dayandıran formüllerinden vazgeçmiş değil.

 

Bu formüllerin yeri geldiğinde Gibson’un elinde bir propaganda aracına dönüştüğü eleştirileri de az değil. Ancak Hollywood lobisine kimi zaman tavırlı ve mesafeli durmaya çalışan Gibson’un bu tavrı ve mesafesi artık daha keskin çizgilerle kendini gösteriyor. Zamanında Hollywood standartlarıyla çektiği onca gişe filminden cebine koydukları ile ilerleyen oyuncu Mel Gibson, sanatsal açıdan arayış içine girmiş ve artık cepten yemenin tatminsizliğine uyanmış yönetmen Mel Gibson’a dönüştüğünde belki de pek az kimse ondan bu denli radikal değişim bekliyordu. Rol aldığı eti butu belli gişe filmlerindeki klasik yönetim anlayışa bir tepki mi, yoksa o filmlerin zamanla sıradanlaşan ve özgürlüğü elinden alınmış bir oyuncuyu kendini tekrara iten kemikleşmiş rol kalıplarından çıkarma gayreti mi? Belki de her ikisi. Kan görmeye fazla dayanamayan Hollywood yapımlarının tersine, yönettiği son üç filminde benimsediği çiğ şiddet yüzünden bazı kesimlerden tepki çekmesi Mel Gibson’un bilinçli olarak üzerinden atmaya çalıştığı yakışıklı Hollywood starı payesine ters düşmüş bu etiketten olsa gerek. Ama William Wallace’ın, Jesus’ın ve Jaguar Paw’ın yaşadıklarının çarpıcı biçimde işlenmesi için kan, nefret, şiddet olmazsa olmaz haline gelebiliyor. Şiddetin dozu meselesi ise göreceli bir durum. Tatmin olan, aşırı bulan veya yetinmeyenler bile var. Lakin Mel Gibson’un yoğun bir öfkeyle yoğrulmuş ve süslenmiş şiddet anlayışı, çektiği filmlerin genel atmosferinde mutlak gerekli bir hal alabiliyor. Hatta Braveheart ve Apocalypto’da ustaca estetize bile ediliyor. Çünkü her zaman ortada kazanılması gereken bir zafer, ulaşılması gereken kutsal bir hedef ve başarılması gereken insanüstü bir çaba bulunuyor. Bunların acısız, kansız, ızdırapsız olması, hem gerçek yaşamda, hem de perdede şiddet görmeye meyilli ve ikna edilmeyi bekleyen izleyiciyi ne derece memnun eder?

 

Apocalypto, artistik açıdan kusursuz sayılabilecek bir film. Prodüksyon ve teknik ekipte Gibson’ın ilk iki filminde de görev almış isimlerin yanında Saving Private Ryan, Dances With Wolves, Dracula, The Hunt For Red October gibi filmlerde çalışmış usta bir ekip var. Oscar ödüllerine de aday olan kalabalık makyaj ve kostüm ekibinin, usta sinematograf Dean Samler’in, Mel Gibson ile beraber senaryoyu yazan Farhad Safinia’nın, sanat yönetmeni Roberto Bonelli’nin ve tabi ki yine kalabalık figürasyonda yer alan gerçek Maya yerlilerinin filme katkıları büyük. Detaylı bir çalışmanın ürünü kostümler, saçlar, takılar, makyajlar filmi görsel bir şölen haline getiriyor. Elbette bunları taşıyan yüz ve fiziklerin de özenle seçilmiş olması ve bizim de gözlerimizi onların zerafetinden veya sefaletinden alamamamız şiddetle mümkün. Kimi zaman dijital kameranın devreye girdiği ormandaki nefes kesen sahneler, esirlerin kurban edilmeden önce Maya kentine girdikleri bölüm, tapınaktaki dehşet verici kanlı ayin sahnesi, rollerin değiştiği bir hesaplaşmanın yaşandığı, finale kadar uzanan bölüm ve daha birçok ayrıntı Apocalypto’nun tansiyonu hiç düşmeyen yapısını ayakta tutan anlar.

Filmde sıkça kullanılan kıvrak kamera oyunları çok şık. Mesela peşindeki avcılardan kaçan Jaguar Paw’ın denize ulaştığı anda gördüğü manzarayı, onun etrafından dönen kamerayla izleyiciye de sindire sindire gösteren sahne gerçekten olağanüstü. Belki buna benzer sahneleri daha önce görmüş olabiliriz. Ama bu sahnenin teknik başarısının ardında, denizde görülenlerin payı da çok önemli. O ve ona benzer sahneler, sinema sanatının insanın nutkunu bağlayan maharetlerine en güzel örneklerden.. O sahne gibi, Braveheart’da William Wallace’ın ihanete uğradığını anladığı sahnenin söze gerek bırakmayan tarafı kadar, söze ihtiyaç bırakması gibi bir durum da belirebiliyor ki, tam burada Mel Gibson’un o çok tartışılan “tarafını” veya “tarafsızlığını” netleştirip bulanıklaştıran dengeler alt üst oluyor.

 

Çekimleri Meksika’nın günümüze kalan son yağmur ormanlarının bulunduğu alan olan Catemaco ve Veracruz’da yapılan Apocalypto, yeryüzünün en mükemmel medeniyetlerinden sayılan, yüzyıllar boyu sanat, eğitim, ticaret, matematik, astronomi alanlarında üst düzeylere ulaşmış, ama hem kendi kendini parçalamış, hem de kolonilerin sömürgeleştirme misyonuna kurban edilmiş Maya Uygarlığı içinde geçen destansı bir kahramanlık öyküsü.. Dansçı, ressam, müzisyen ve şimdi de aktör olan, Komançilerin soyundan gelen genç Rudy Youngblood’un son derece başarılı biçimde canlandırdığı Jaguar Paw ismindeki kahramanın, filmde geçen tüm Maya tanrılarından daha kutsal olan ailesinden koparılmasının, kendi uygarlığının içinde yaptığı ölüm yolculuğunun ve peşindeki öldürmek üzere programlanmış tasarım harikası kötü adamlara rağmen olağanüstü bir çabayla tekrar ailesine dönme gayretinin öyküsü.. Tanrıları, kıyafetleri, takıları, kültürleri, kaderleriyle, dilleriyle bir uygarlığın içinden alınmış cesur yürek öyküsü..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder