6 Aralık 2012 Perşembe

We Need To Talk About Kevin (2011)


Yönetmen: Lynne Ramsay
Oyuncular: Tilda Swinton, John C. Reilly, Ezra Miller, Rock Duer, Jasper Newell, Siobhan Fallon, Ashley Gerasimovich
Senaryo: Lynne Ramsay, Rory Kinnear, Lionel Shriver
Müzik: Jonny Greenwood

Lionel Shriver’ın aynı adlı romanından Rory Kinnear ile Lynne Ramsay’ın senaryosunu yazdığı, daha öncesinde pek kayda değer işleri bulunmayan İngiliz Lynne Ramsay’ın yönettiği We Need To Talk About Kevin, elliye yakın festivalden ödül ve adaylıklar kazanmış bir yapım. En temelde, kutsal annelik duygusunun zihnin karanlık kıvrımlarında almaya çalıştığı şekilleri sorgulayan güçlü bir dram. Kadının doğuştan sahip olduğu annelik güdülerinin gelgitleriyle alakalı birçok ayrıntıya bakışındaki gerçekçi tutum, bu gerçeklerin başka gerçeklere nazaran daha hassas ve korkunç sonuçlar doğurabileceği düşünüldüğünde insanı diken üstünde tutmaya yetiyor. Çünkü bir kadının annelikle imtihanı diğer imtihanlara hiç mi hiç benzemiyor.

Uğruna kariyerini feda ettiği çocuğuyla henüz bebekken iletişim kurmakta zorlanan Eva Khatchadourian, daha sonra bu iletişimsizliğin önüne bir türlü geçemeyerek korkunç sona doğru ağır ağır ilerliyor. Oğlu Kevin’in annesine olan anlam verilmesi güç nefretinin psikolojide, hatta mitolojide bile karşılıkları bulunabilir. Fakat Lynne Ramsay, belki okumadığım romanın da etkisiyle ana oğul arasındaki ilişkiyi belirsizleştirmeyi hedef almış bir üslupla ilerliyor. Zira romanlarda bu tarz bir muğlaklık çok sık başvurulan derinleştirme yöntemleri içerir. Yine de gerilim yüklü ana oğul iletişimsizliği, psikolojik ve pedagojik türlü okumalara imkan tanımasına rağmen, kendi dokusunu yaratmayı biliyor ve izleyeni hep diken üstünde tutuyor.

Filmin birinci sınıf bir kurgusu var. İspanya’daki meşhur domates festivali “La Tomatina”dan görüntülerle kıpkırmızı bir açılış yapan Ramsay, mutluluktan sarhoş olmuş Eva’nın el üstünde taşındığı sahnelerden, bir anda duvarına kırmızı boya fırlatılmış Eva’nın evine ve sefil yaşantısına zıplıyor. Film boyunca ileri geri süren bu kurgu, bir yandan Kevin’in doğumundan itibaren kronolojik bir düzlemde ilerlerken, bir yandan da finalde bizi bekleyen büyük trajedi sonrasında Eva’nın varoluş çabalarını iç içe geçiriyor. Bu çabaların içinde Eva’nın kendi iç çatışmalarını dillendirmektense, çevre sakinlerinin tepkilerinden ve Tilda Swinton’ın olağanüstü duruşundan faydalanıyor. Böylece doğru malzemeler ve onları kullanış biçimleriyle o dillendirmediklerini seyircinin kucağına bırakıyor.


Filmin seyirciye attığı topların nasıl algılanıp kullanılacağı da çeşitlilik gösterebilir. Ramsay, Eva’nın hazırlıksız biçimde edindiği annelik kimliğini, henüz bebekliğinde bile annesinin yanında hiç susmadan ağlayan Kevin sayesinde sorgulattığı gibi, büyüdükçe annesine duyduğu öfkesi daha da belirginleşen Kevin’in karmaşık ruh yapısına da aynı çizgiden start veriyor. Bir çocuk, plânsız programsız biçimde dünyaya geldiğini, bu yüzden kendisini doğuran annesinin onu sevmeye, onunla ilgilenmeye hazırlıksız olduğunu hissedebilir mi? Filmin bu soruya cevabı belli gibi. Fakat Eva’nın teoride ve pratikte yaşadığı birtakım acemiliklere rağmen bu durumu Kevin’a hissettirmemeye çalışması, ona alışıp sevmeye başlaması, üstelik babasının bilinçsiz şekildeki ilgili tutumu, Kevin’a sorunlu bir çocuk gözüyle bakmanın önüne engel koymuyor. İlgisizlik kadar aşırı ya da bilinçsiz ilginin de bir sorun kaynağı olduğu düşünülürse durum daha iyi anlaşılır.

Ancak Kevin’in sorununun kaynağında başka şeyler var. O, doğduğu andan itibaren annesine tepki gösteren bir çocuk. Sadece o husumetin rahatsız edici varlığını ve belirsizliğini gerilim unsuru olarak kullanarak tanımlamaya çalışan film, bunu yaparken “içine şeytan kaçmış bir çocuk” sığlığında değil, anlamlandırılması sıkıntılı bir olasılık şeklinde algılatıyor.Zira erkek çocukların genellikle annelerine daha düşkün oldukları bilinir. Bunun yanında en fazla nazı da yine annelerine yaparlar. Küçük bir çocukken bile annesiyle soğuk savaş içinde olan Kevin’in ona en fazla yakınlaştığı anın hastalandığı an olması, psikolojik sorunları olan bir çocuğun dahi normal sığınma duygusuna ihtiyaç duyduğunu gösterirken, iyileşip savunmasız halinden çıktıktan sonra nefretine kaldığı yerden devam etmesinin altında yatan nedenlerin altında yatan boşluk bizi başladığımız yere geri götürüyor. Belli bir noktadan itibaren çocuk sahibi olduktan sonra fazla önceliği kalmayan Eva’nın iyi niyetli ilgisi bir türlü karşılığını alamayınca geriye fazla seçenek kalmıyor: Kevin kötü bir çocuk! Gerekli şartlara, kendisiyle iyi kötü iletişim kurmaya hevesli ve gayretli ebeveynlere sahip olmasına rağmen özüne nefret tohumları atılmış evcil bir câni.


Filmin romandan kaynaklı olup olmadığını bilmediğim bazı boşlıkları doldurmamış olmasıyla bu kötülüğün geldiği yer hakkında sabit fikirler üretmemizi beklemesi bana pek zekice gelmiyor. Eva’yı ihmalkâr, despot, asabi, şiddet yanlısı bir anne olarak görmüyoruz. Tersine, Kevin’in içindeki kötülüğü otorite boşluğu yaratan, bir de üstüne şiddet içerikli video oyunlarıyla, yanlış ellerde tehlikeli bir silah haline gelebilecek okçuluk sporuyla besleyen sözde ilgili bir baba görüyoruz. Aynı şekilde Kevin’i bir psikolog karşısında ya da nefretini kustuğu okul ortamında da göremiyoruz. Annesiyle yemeğe çıktıklarında konuştukları da yapıcı sayılmaz. Filmde hiç kimse “Kevin hakkında konuşmamız gerek” cümlesini kurmuyor. Bu yüzden bu cümle film için mükemmel bir isim ve belki de bu sayede yaratılan ironiyle mesaj yerini buluyor. Ancak filmin bu boşluklarının gerçekten birer boşluk mu, yoksa pür kötülük üzerine derinlemesine nüfuz etmek için yapılan kasti hareketler mi olduğunun kararı seyirciye kalıyor.

Tilda Swinton, kariyerinin en görkemli performanslarından biriyle filmin yükünü sırtlanmakta. Onu en güçlü gördüğüm rollerinden biri olan 2008 tarihli Julia filminde canlandırdığı karakterin Eva ile olan ruhani çelişkiler içindeki benzerliği de dikkatlerden kaçmayabilir. Başta geleceğin önemli kötü adamlarından biri olacağının sinyallerini veren Ezra Miller olmak üzere Kevin’i canlandıran üç sevimsiz çocuğun yaydıkları negatif enerji, filmi her daim gergin tutmasını biliyor. Lynne Ramsay ise fazla etkin olmadığı sinema dünyasına kurgusuyla yönetimiyle, gizemiyle ve doğrudan görünümlü dolaylı mesajlar içeren finaliyle bir bütün halindeki filmini hediye ediyor. Polytechnique, Elephant, The Life Before Her Eyes gibi benzer temalı filmlere farklı bir perspektiften yaklaşarak onlara çok dirayetli bir halka daha ekliyor. Ama bu filmlerin yaptığı gibi kurbanlardan veya onları kurban eden katilden çok, o katili doğuran anaya hakkıyla bakabilmiş bir filmle hem de.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder