13 Aralık 2012 Perşembe

The Bourne Legacy (2012)


Yönetmen: Tony Gilroy
Oyuncular: Jeremy Renner, Rachel Weisz, Edward Norton, Stacy Keach, David Strathairn, Zeljko Ivanek, Scott Glenn, Corey Stoll, Oscar Isaac, Louis Ozawa Changchien
Senaryo: Tony Gilroy, Dan Gilroy
Müzik: James Newton Howard

Robert Ludlum’un artık 2000’lerin bir polisiye klasiği haline gelmiş Bourne roman serisinin bir nevi spin-off’u durumundaki The Bourne Legacy, üç Bourne filminin uyarlama senaryosunu yazmış olan Tony Gilroy tarafından bu defa bizzat yönetilmiş. Senaryonun Ludlum’dan esinlenerek yazıldığı söylense de, film Eric van Lustbader adlı yazarın farklı bir Bourne üçleme denemesinin ilk ayağını oluşturuyor. Lustbader’in ise yazar olarak pek beğenilmediği çeşitli yorumlarda sıklıkla dile getiriliyor. Gilroy’un üç iyi Bourne filmine senaryo yazmış olmasının getirdiği gönül bağı, onu gerekli olup olmadığı tartışılır bu dördüncü filmi yazmaya itmiş görünüyor. Fakat son iki filmi yönetmiş Paul Greengrass’in bu filme yanaşmaması, buna bağlı olarak Matt Damon’ın da oynamayı reddetmesi üzerine projeden vazgeçmek yerine ince ayarlarla “aslında Jason Bourne buzdağının görünen yüzüydü” klişesine başvurması Gilroy’a hiç yakışmıyor.

The Bourne Legacy, Treadstone ajanı Jason Bourne’un New York’a geldiği The Bourne Ultimatum ile eşzamanlı bir dilimde geçiyor. CIA'in Outcome ajanlarını Treadstone ajanlarından daha güçlü yapmak için bir takım haplar verdiğini, ajanların bu hapları almadan hayatlarını normal biçimde devam ettiremediklerini öğreniyoruz. İsyan bayrağını çeken Jason Bourne yüzünden açığa çıkma tehlikesiyle karşılaşan Outcome'ı kapatmaya karar veren CIA, Outcome ajanlarını tek tek öldürmeye başlıyor. Bu durumu farkeden Aaron Cross (Jeremy Renner) ise becerisiyle kendini Outcome’a öldü göstererek hayatta kalıyor ve kendisine verilen ilaçların kaynağını bulmak için Dr. Marta Shearing (Rachel Weisz) ile işbirliği yapıyor. Ne var ki Outcome’ın Dr. Shearing’i de öldürmek üzere harekete geçmesiyle ortaya çıkan Cross, iyileşmek için doktorla birlikte Outcome’ın Manila’daki gizli medikal üssüne doğru yola çıkıyor. Üstün teknik imkanlarıyla Cross ve Sharing’in izini bulan Outcome’ın insan avını başlatmasıyla Bourne serisinin bir benzerinin başlama zili çalıyor. Jason Bourne sayesinde sonu gelen Treadstone programı gibi, Aaron Cross yüzünden de Outcome’ın sonunun gelmesi tehlikesi, The Bourne Legacy’nin nasıl bir mirasın üzerine konduğunu açık seçik gösteriyor.


Objektif olmak gerekirse teknik anlamda ortada çok kötü bir film yok. Fakat “Bourne’un Mirası” olarak ortaya çıkması (haliyle miras olunca Jason Bourne’suz ortaya çıkması) filmin en büyük handikapı. Halbuki Gilroy, elindeki imkanlarla, kalburüstü kadrosuyla sıfırdan bambaşka bir politik aksiyon çekebilirdi. Böyle bir filmin senaryosunu pekala yazabileceğini (her ne kadar politik aksiyon olmasa da çok güçlü bir politik gerilim olan) Michael Clayton ile, artı üç Bourne filmini hem roman, hem de aksiyon vizyonundan nemalandırmış olması itibariyle ispatlamış bir sinema adamı. Bourne hikayesinden başka bir kanal açmak işin kolay kısmı. Objektif olmayı becerebilenler için bile ortada artık defalarca tekrar edilmiş, derinliksiz bir kaçma-kovalamacadan başka dikkate değer bir durum yok. Gilroy, diğer Bourne yapımlarının gölgesinde kalmamak için, yine onlardan esinlendiği belli aksiyon sekanslarında durumu kapatmaya çalışıyor. Cross’un Dr. Shearing’i evinde kurtardığı bölüm (özellikle de evin dışından hızla üst kata tırmanıp içeriye girerek alt kattaki ajanı vurduğu şık sahne) ve finaldeki uzun takip bölümü Gilroy’un Paul Greengrass’i oynamaya çalıştığı anlar olarak akla takılıyor. Bu yalıtılmış atmosferde Bourne filmlerinin karakteristik tekinsiz kötü ajan tiplemelerine öykünen ve finalde ortaya çıkan LARX’ı hiç de öyle tehditkar bulamayabiliyoruz.

Devamının da geleceği finalinden malum olan The Bourne Legacy, ortalama aksiyon filmleri kategorisinde iş görür, ama Bourne mirası sözkonusu olduğunda cepten yiyeceğinin sinyallerini daha ilk filmden vermiş bir yapıda. Jeremy Renner, Aaron Cross kıyafetini üzerine iyi oturtmuş görünüyor. Rachel Weisz ve kariyerinde düşüş yaşayan Edward Norton ise iyi oyunculuklarını vasat roller içinde bile az çok parlatabileceklerini gösteriyorlar. Fazlasına rolleri müsaade etmiyor. Ne yazık ki filmin mirasyedi oluşundan kaynaklı olarak hiçbirinde derinlik yok. İyi hasılat getireceği muhtemel bu üçleme de sona erince Robert Ludlum’un mirası nasıl sürdürülecek (ya da sürdürülecek mi) merak konularından biri. Çünkü şablon artık belli: Treadstone ve Outcome gibi bu defa adı “Statehawk” olan bir derin yapılanma uydur, ardından bu birimin sıkı ajanlarından Lester Crush ilaçlarını almayı unuttuğu ya da sevdiği elinden alındığı için kin dolu vaziyette isyanları oynayarak bu yapılanmayı çökertsin. Aralara stilize aksiyon sahneleriyle karakterin kimliğini ve amacını sorgulama tabanlı dramatik bölümler serpiştirilsin. Oscarlı ve giderli oyuncular yan rollerde filmin elini ve gişesini güçlendirsin. Hobbit’ten umutlu olsak da her üçlemenin ya ilk filmi ya da ilk üçlemesi güzeldir. Bir dördüncü film, konuşmaya dahil olmaya çalışan üçüncü kişi gibi ahengi bozabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder