11 Mart 2013 Pazartesi

Zero Dark Thirty (2012)


Yönetmen: Kathryn Bigelow
Oyuncular: Jessica Chastain, Jason Clarke, Jennifer Ehle, Kyle Chandler, Harold Perrineau, Mark Strong, James Gandolfini, Fredric Lehne, Stephen Dillane, Fares Fares, Reda Kateb, Édgar Ramírez, Yoav Levi, Joel Edgerton, Mark Duplass,
Senaryo: Mark Boal
Müzik: Alexandre Desplat

11 Eylül 2001 tarihinde İkiz Kuleler'e yapılan saldırıdan sonra başlatılan insan avını konu alan ve adını da Usame Bin Ladin'in yakalanıp öldürüldüğü saat 00:30'un askeri operasyon karşılığı olan Zero Dark Thirty'den alan yeni Kathryn Bigelow filmi haliyle yılın en tartışmalı yapımlarından biri oldu. Bu tartışmalar Bigelow'un 6 Oscar aldığı 2008 tarihli The Hurt Locker'dan bu yana sürmekteyken Zero Dark Thirty ile iyice hararetlendi. "Dünyanın En Tehlikeli Adamı"nın "Tarihin En Büyük İnsan Avı" sonrası yakalanmasını gerçek tanıklardan, belgelerden ve ses kayıtlarından faydalanarak senaryolaştıran Mark Boal'ın elinde iyi bir senaryo, hatta bir senaryo bile var sayılmaz. Eldeki bu bilgi ve belgeleri kronolojik sırayla, kırılma noktalarını dramatize ederek uç uca eklemek zaten Bigelow gibi işini bilen yönetmenlerin işiyken Mark Boal gibi adamların senarist edasıyla ortalarda dolaşması gerçek senaristlere hakaret niteliğinde.

Bu yüzden filmin belgesele yakın üslubu ile kurgusal yapısı ortaya sadece bilgilendirici, ama objektif olma meselesini muallakta bırakmaya meyilli bir operasyon süreci çıkarmış. Olan, filmde rol alıp birer karakter canlandırmaya çalışan oyunculara olmuş. Başrolde gerçekten yaşadığı söylenen operasyon şefi Maya'yı canlandıran Jessica Chastain gibi iyi bir oyuncu da dahil olmak üzere tüm karakterler düz, ruhsuz, boyutsuz kalmış. Öyle ki iki buçuk saatlik filmde oyunculuk bakımından belki de sadece Maya'nın üstü Joseph Bradley'ye şarladığı sahnedeki yükselme dışında meselenin dramatik yönüne (ki o da CIA görevlilerinin özelinde) yakınlaşmış bir sahne bile yok. Filmin başındaki uzun işkence sahnelerini bu yorumun dışında tutuyorum. Zira filmle alakalı tartışmalar en çok bu sahneler üzerinden yürüyor.

Kathryn Bigelow katıldığı çeşitli program ve röportajlarda bu işkence sahneleri hakkında özetle "korkak olmamak" amacıyla hareket ettiğini söyledi. Bu sahnelerin kurgu masasında kırpılması veya hiç konmaması ihtimalini düşünürsek Bigelow'un bu amacını gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Bu tip rahatsız edici sahneleri ne kadar uzun tutarsanız üzerinde o kadar çok durulur, her boyutuyla irdelenir. Farklı kutuplara olan eğilimleri de potaya dahil edilir. Şimdi Ammar'ın işkence gördüğü bu bölümler Amerikan hükümetinin Bin Ladin'i yakalamak uğruna işkenceyi meşrulaştırması için mi yoksa Amerikan ordusunda Obama'nın iddia ettiğinin tersine işkencenin varlığına dikkat çekmesi için mi var? Sözkonusu Bigelow gibi milliyetçi kanada yakın bir yönetmen olunca alternatifler azalıyor.


Irréversible'daki 10 dakikalık tecavüz sahnesinin bu olguya bakışı veya Salò o le 120 giornate di Sodoma'nın tamamı bu sapkınlıkları meşrulaştırmak değil, bireysel şiddet veya faşizm karşıtlığını deklare etmek istemişlerdir. Bunu yapma tercihleri de ayrıca tartışılır. Uzun tutulmuş veya tüm filme yayılmış tepkiler farklı yöntem ve tercihlerle bıktırana kadar işlenir ki bir süre sonra seyirciden bu sahneleri tersten okuması beklenir. Peki Zero Dark Thirty'de neden bu ters okuma tek amaç olarak görülmedi? Bunun cevabı da çok zor değil aslında. Mesele Bigelow gibi The Hurt Locker'dan bu yana milliyetçi kanada yakın "adı çıkmış" bir yönetmen olunca bukalemun misali üzerine konduğu her filmin rengine bürünmesi pek mümkün olmuyor. Herşeye rağmen filmin genelinde Bigelow'un "her türlü bilgiye işkenceyle ulaşılabilir, işkence edileni öldürmeden de yüzlerce hayat kurtarabilirsiniz" fikrini doğrulamaya kendini adadığını düşünmeyi doğru bulmuyorum.

Ortada Taxi To The Dark Side, Standard Operating Procedure, The Road To Guantanamo gibi işkence odaklı bir belgesel yok. Zaten Bigelow direk "işkence işe yarıyor" gibi bir buluşla ortaya çıkıp bu yolda ilerlensin demiyor. Sadece olanı biraz uzun tutarak göstermeyi seçiyor. Böylece topu bir nevi seyirciye atarak kaçak güreşiyor. Üstelik işkence sorumlusu Dan karakterinin bir süre sonra Washington'daki bir takım elbiseliye dönüşmesi, hükümetin başı Obama'nın TV'de "işkence yoktur" demeciyle düşülen çelişki, zeka yoksunu güvenlik açıklarının deşifresi de resme dahil ediliyor. Ancak bu noktada yine çift başlı yorumlar ortaya çıkıyor. Mesela işkenceci dediğimiz bu takım elbiselilerin zor çalışma şartları, muhbir aldatmacasının sebep olduğu trajik bombalı saldırıda istihbaratçıların iyi niyetlerinin suistimal edilmesi ve ulusal güvenliği tehdit eden tüm unsurların elimine edilmediği takdirde yaratacakları zincirleme kaos gibi daha sistem yanlısı değerlendirmeler de çıkarılsın isteniyor. Elbette bunlar Amerika'nın işine gelen değerlendirmeler. Tüm bu iki başlı yorumların kaynağını Bigelow'un tarafı belli duruşunu ara sıra muhalif tarafa da pas atarak kafa karıştıran belirsizliği oluşturuyor.


Post 11 Eylül atmosferinin militarist hezeyanlarını bürokratik süreciyle birlikte ele alan bir yönetmenden objektif veya muhalif bir bakış pekala beklenebilir. Bigelow özellikle muhalif görünmekten kaçındığı için (öyle olmadığı için) ama bir yandan da yer yer acemi sayılabilecek bir objektiflikle (Amerikalı CIA bürokratının ofisinde namaz kılması, TV'de Obama'nın "işkence yoktur" demecine odadaki hiçkimsenin tepki vermemesi) ve illa ki vermesi gereken ters etkiyi verebilen işkence sahnesiyle adından bolca söz ettirmeyi başardı. Başa dönersek, demeçlerinde "korkak olmamak" amacıyla hareket ettiğini söyleyen Bigelow'un gizli korkaklığı ya da beceriksiz cesareti de ortaya çıkıyor. "Korkak olmamak", "işine gelmemek" şeklinde okunabiliyor.

Tüm bunlar filmin politik tabanlarını deşifre etse de bazı sahneleriyle kendinin bir sinema filmi olduğunu hatırlatıyor. Çok konuşulan işkence sahneleri dışında (ki bıraktığı etki yüzünden iyi olarak nitelendirilebilir) restorandaki patlama sahnesi, Jessica’nın muhbiri karargaha soktuğu gergin bölüm ve son yarım saati kapsayan operasyon çekimleri Zero Dark Thirty’nin (sadece bir sinema filmi olarak) çıtasını yükselten anlar. Havada uçuşan arap isimleriyle yoğun iz sürme trafiğinin sağladığı telaş ortamı, bu iz sürüşü ofis masalarından sahaya taşırken de kimi zaman dinamik bir polisiye izlenimi bırakıyor. Belki kurmaca bir senaryoda hayalete dönüşmüş bir uyuşturucu baronunun yakalanma süreci daha gerçekçi karakterlerle bu “kimi zaman”lardaki gibi işlenmiş olsaydı film için daha sağlam çıkarımlar yapabilirdik. Ancak Bigelow kahraman yaratma ve bu kahramanlığın motivasyonlarını savaş çıkaran, işkence yapan, masum halka zulmeden, tüm bunlardan nemalanan Amerika merkez üssünden belirleme eğiliminde olunca pek samimi durmuyor. Amerika yine kendi büyüklüğünü düşmanını yücelterek kanıtlamaya çalışıyor. Asıl düşman(lar)ın kim olduğunu herkes bildiği halde!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder