14 Mart 2013 Perşembe

Red Riding: In The Year Of Our Lord 1974 (2009)


Yönetmen: Julian Jarrold
Oyuncular: Andrew Garfield, David Morrissey, Rebecca Hall, Sean Bean, Eddie Marsan, Peter Mullan, Robert Sheehan, John Henshaw, Jennifer Hennessy, Warren Clarke, Shaun Dooley, Sean Harris, Tony Mooney, Cara Seymour, Rachel Jane Allen
Senaryo: Tony Grisoni, David Peace
Müzik: Adrian Johnston

1974 yılında, Yorkshire Post’un genç, kibirli ve heyecanlı muhabiri Eddie Dunford, küçük kızları öldüren bir seri katille ilgili ipuçları yakalamanın peşindedir. Eddie işin içine girdikçe, olayın sıradan bir seri katil vakası olmadığını anlar. Öldürülen kızlardan biri, bölgenin en güçlü iş adamlarından John Dawson’a ait bir arazide, işkence görmüş, tecavüze uğramış, boğulmuş ve sırtına iki kuğu kanadı iliştirilmiş şekilde bulununca, şüpheler Dawson’ın üzerine çekilir. Katilin izini süren Eddie’nin öldürülen kızlardan birinin annesi olan Paula ile yakınlaşması durumu iyice karıştık hale getirir. Üstelik Paula, gizemli bir sırra sahiptir. Bölge polisini ilişkileri ve gücü sayesinde parmağında oynatan Dawson, Eddie’nin araştırmasından rahatsız olunca, onun sesini kesmeye karar verir.

David Peace’in üç bölümlük güçlü romanı, Tony Grisoni tarafından senaryolaştırılmış, üç farklı yönetmen tarafından filme alınmış halde bir üçleme olarak karşımızda. Serinin ilk ayağını oluşturan Red Riding: In The Year Of Our Lord 1974, polisiye/gizem/gerilim örgüsüyle çok sağlam bir açılış yapmakta. Yönetmen olarak gördüğümüz isim, daha çok televizyon alanında ün yapmış, son dönemde de Kinky Boots, Becoming Jane, Brideshead Revisited gibi dikkat çekici İngiliz yapımları yönetmiş Julian JarroldRed Riding: 1974, seri katil hikâyesi olarak başlayıp, yol aldıkça polis-basın-hükümet yozlaşmasına kadar eteğindeki türlü taşları dökmeye başlayan dinamik bir yapıya sahip.


Bu yapı, seçilmiş karakterler ve onların idealist, çürümüş, güce tapan, kederli, kurnaz sıfatlarının dramatik temsilleri olarak yerlerini çok iyi tutmaktalar. Olayların merkezindeki gözüpek muhabir Eddie Dunford’ın filmin başından finaline kadar geçirdiği değişimin adımlarını hiç aksamadan verebilen film, sürükleyici bir polisiye dram olmanın hakkını fazlasıyla veriyor. Söylenilenlerden ötürü filmin aksiyon dozu yüksek bir kimlikte olduğu düşünülmesin. Zira diyaloglarla ve sık sık dışına yansıttığı durağanlığıyla da temposunu yükselten, yükseltmese bile bu tavrı hem sakinliğine, hem de gerilimine ustaca ortak eden bir kurgu bütünlüğü hâkim.

Pek kimsenin umursamayacağı bir cinayetten, tecavüz olayından veya kaçırılmadan hareketle çiçek gibi açılarak genel bir sistem çürümesine ulaşılması fikrine (Hollywood örnekleri de dahil olmak üzere) fazla yabancı olmayan seyirci için, doğru ellerde aynı konuyu tekrar izlemenin sıkıcı bir tarafı olmadığı kabul edilir. Çünkü gitgide karmaşıklaşan ilişkiler, komplolar, sırlar, bu filmlerin en önemli kozlarıdır. Bulmaca çözmeyi sevenler için çok sık rastlanan filmler değildir bunlar. Fakat Red Riding: 1974, başlarda böyle bir bulmacanın ayak seslerini çok iyi duyurmasına karşın, zamanla açığa çıkan sırların ve komplo ağacının dallarının hiç de finalin son dakikasına saklanacak türden olmadığını da yüzlere vuran bir film. Yani sırların ve soruların cevaplarını da attığı dinamik adımlara eşlik ettiren bir gerçekçiliği bulunmakta. Belli bir noktadan sonra kimin kiminle, nasıl bir ilişkide olduğunu film zaten fazla oyun oynamadan açık ediyor.

Ama önemli olan her zaman sürprizleri nasıl sakladığın değil, sürpriz sınıfından çıktıklarında onları filmin kalanında nasıl kullandığındır ki, filmin en akılcı yaklaşımlarından biri de bu cesur tavır. Peace-Grisoni-Jarrold üçlüsünün ana hedefinin de “kim yaptı, neden yaptı” sorularını dolandırıp durmak yerine, “kim” ve “neden” sorularının hizmet ettiği trajik olaylar zincirinin bağlantı noktalarındaki global çürümüşlüğün Yorkshire durağını yansıtmak olduğunu düşünüyorum. Özelden genele ulaşmayı sağlayan bu zincirin her bir halkası, artık sadece 1974’e ait olmayan teoriler bütününden birer parça taşımaktalar.


Öleceğini düşündüğünüz bir karakter göstere göstere, kendi ağzıyla veda ederek ölüme gidiyor. Olayın seri cinayet kısmına getirilen açıklamayı çok şaşırtıcı bulmama olasılığı mevcut. Eddie’nin öldürülen kızlardan birinin annesi olan Paula ile ilişkisinde olayla bağlantılı bir çapanaoğlu olduğunu zaten biliyoruz. Yani bu filmlerin bize yüklediği “kimseye güvenme” mottosu ne kadar güçlü olursa, sürprizle karşılaşma olasılığımız o kadar düşüyor. Yine de az, ama filmin iletmek istediklerinden birini gayet öz biçimde dile getirecek biçimde görünen Teğmen Bob Fraser benzeri karakterler bile o olasılık dahilinde acı gerçekleri tokat gibi vurabiliyor. Artık sürpriz olmayanların ulaştığı son noktalar sürpriz halini alabiliyor. Bu sebeplerden Red Riding: 1974, peşinden iki devam romanı ve filmi getirecek kadar fazla soru bırakmazmış gibi görünüyor. Oysa kendi bünyesinde pek çok sırrı ve soruyu çözmeye çalışmış olmasına rağmen, işte bu aldatıcı tutumu sayesinde 1974’te bıraktığı bazı kişi ve olaylara nasıl bakacak olması yönünden kışkırtıcı bir merakla serinin diğer iki filmini bekletiyor.

California’da doğup dört yaşından itibaren İngiltere’de büyüyen genç oyuncu Andrew Garfield, her ne kadar başlangıçta bir iş olarak görse de olaylar geliştikçe ve bazı tekerlere çomak sokmaya kadar ileri gittikçe gizemin derinliğinin farkına varan, bu sayede dürüstlük ve vicdan kuşanma ihtiyacı duyan Eddie Dunford rolüyle filmi çok iyi taşıyor. Senaryonun ördüğü ağlar sayesinde ondan başka kimseye güvenemeyecek hale gelmemizin sebeplerinden biri de bu taşıma becerisi. Onun yanında Rebecca Hall, Sean Bean, Eddie Marsan ve her ne kadar minimal bir oyun sergilese de sonraki bölümlerde ağırlığını biraz daha hissettirecek olan Maurice Jobson rolüyle David Morrissey filmin kalite çıtasını hep üstte tutuyorlar.


Red Riding: 1974’da dönem filmi olmasının gereklerini harfiyen uygulayan sinematografik bir moda anlayışı hâkim. Saç kesimlerinden duvar kağıtlarına, dar kıyafetlerden sigara serbestliğini doyasıya yaşayan loş mekanlara kadar tüm ayrıntıların filmin ana gövdesine uyum sağladığı bir teknik yeterlilik sözkonusu. Ama bunun yanında İşçi Partisi’nin İşçi Partisi gibi davranmaması, devasa alışveriş merkezleri dikme uğruna ezilmişlerin daha da ezilmesi, zenginden alıp zengine yatırım yapma, gazeteci ve polis satın alma, işkence, yolsuzluk ve faili meçhuller o zamandan bugüne değişmiş değil. Bir gazeteciyi önce insan olarak yoklayan bir dizi haksızlıklar zincirinin onu zıvanadan çıkartışı ve Karachi Club’da biten kanlı finalin aslında bir final olmayacağını da biliyoruz. Bazı parçaların yerine daha sağlam oturabilmesi için önce 1980’e, ardından 1983’e gideceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder