30 Temmuz 2012 Pazartesi

2 Coelhos (2012)


Yönetmen: Afonso Poyart
Oyuncular: Fernando Alves Pinto, Alessandra Negrini, Caco Ciocler, Marat Descartes, Roberto Marchese, Neco Villa Lobos, Aldine Muller, Thaíde, Thogun
Senaryo: Izaías Almada, Afonso Poyart
Müzik: André Abujamra, Marcio Nigro

Edgar, teknoloji manyağı, gününü gün eden, aynı zamanda el altından dijital bombalar yapan bir adamdır. Bir trafik kazası sonucu Walter’ın eşini ve çocuğunu öldürdükten sonra yozlaşmış milletvekili Jader tarafından hapis yatmaktan kurtarılır. Bir akademisyen olan Walter ise Edgar’ın babasının restoranında çalışmaya başlar. Öte yandan savcı Julia ve avukat ortağı Henrique ise varoşların en tehlikeli gangsteri Maicom’u kollamaktadırlar. Ama Maicom’un hakkındaki onlarca suçlamadan kurtulabilmesi için vekil Jader’e iki milyon dolar ödemesi gerekmektedir. Bu takastan haberdar olan Edgar işi bozup parayı almak, hem Jader’den, hem de Maicom’dan kurtulmak için herkesi içine alan büyük bir plan yapmıştır.

Genç Afonso Poyart’ın yazıp yönettiği ilk uzun metraj olan 2 Coelhos, bu karmaşık ilişkiler yumağından oluşan hikayesini aynı karışıklıkta kurgulayıp bir de bu kurguya hız kazandırınca ortaya ilginç bir film çıkıyor. Gerçi ilginçliği olumlu veya olumsuz anlamda kullanmak seyirciden seyirciye değişiklik gösterebilir. Bir kere böyle bol karakterli mizahi suç hikayelerini Guy Ritchie filmlerine benzetmeyenleri dövüyorlar. 2 Coelhos’ta da gelenek bozulmuyor, hakkında okuduğunuz her iki eleştiriden birinde aynı referansla karşılaşıyorsunuz. Bunun doğruluk payı su götürmez. Ama Poyart’ın filminin Ritchie’nin tarzını fazlasıyla andırması onun kadar iyi olduğu ya da ona yaklaştığı anlamına gelmiyor. Her ne kadar tasarladığı suç ağlarını Ritchie gibi bağlayıp çözme yönünde kısmen başarılı sayılsa da, karakterleri ismen ve cismen tanıtan animasyonlu geçişler, ağır çekimler, klipsel çekimler, aptal tiplemeler, içinde bulunulan durumla alakasız espriler vs. sanki fazlasıyla bu referansla anılmak istermiş gibi kasten ve yoğun biçimde kullanılmış.


2 Coelhos her şeyden evvel “dağınık” bir film. Bu yeni tarzın zaten bir miktar o yolun yolcusu olduğuna dair örnekler izledik ve onları öyle sevdik. Ancak animasyonlarla, motor takmış kes-yapıştırlarla, video kliplerin (burada “estetiği” diyemiyorum!) sinir bozucu sabırsızlığıyla ilerleyen anlatım, bir süre sonra flashback rüzgarına da kapılınca bu defa “yorucu” bir hal alıyor. Ağır çekim hadisesinde gerçekten “ağır” kalması da ayrı bir tecrübesizlik örneği. Bunların hepsinin ekonomik veya belli bir amaca hizmet eden varoluşlarını umursamayan Poyart, seyirciyle oyun oynar gibi “bil bakalım ben bu çipi sana niye gösterdim, o adam telefonda kiminle konuştu, öteki ne zaman taraf değiştirdi, berikiler yalnız kaldığında ne konuştular” gibi bir sürü sahneyi soru-cevaba bağlayıp, cevapları da alakasız yerlere serpiştirerek sözde zihin jimnastiğini, zihin hamlığının yarattığı sıkıntıya dönüştürebiliyor. Buna birçok örnek arasından, Edgar’ın Julia’yı Maicom’un arabasında gördükten sonra yaşadığımız uzun flashback tecrübesi verilebilir.

Filmin bana yansıyan bu dağınık ve yorucu özellikleri, karakterleri benimseme yönünde de sıkıntı yarattı. Zengin çocuğu kontenjanından bir kahraman ideali yaratmaktan uzak Edgar ve fırıldak çevirmekten fırıldak olmuş Julia çiftinden (ve onları bu planı uygulamaya iten birbirleri dışındaki motivasyonların eksikliğinden) bir kıvılcım çıkmıyor. Oyuncular da iz bırakan bir iş çıkarmıyorlar. Belki yaşadığı trajediden ötürü kendine en fazla inandıran karakter Walter ki, Edgar ve Julia’nın finaldeki konumları bile onun sayesinde bir anlam ifade ediyor. Çatışma sahnelerinin zindeliği ve Brezilya’nın varoştan şehir merkezine uzanan doğal ortamlarının yarattığı sinematik nimetleri kimi zaman çok iyi kullanan idaresiyle 2 Coelhos, Afonso Poyart’ın çıkış filmi olarak fena sayılmaz. Ama karşılaştırıldığı isim ve filmlerin kalitesine erişebilmesi için önünde daha çok yol var.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

[REC]³ Génesis (2012)


Yönetmen: Paco Plaza
Oyuncular: Leticia Dolera, Diego Martín, Ismael Martínez, Àlex Monner, Claire Baschet, Mireia Ros, Aitor Legardón, Borja Glez. Santaolalla, Emilio Mencheta, Paco Moreno
Senaryo: Luiso Berdejo, Paco Plaza
Müzik: Mikel Salas

2007’de gerilim sinemasına adeta yeni bir soluk olan [Rec] ve 2009’da ilkinin gölgesinden kurtulamayan [Rec] ²’nin ardından artık pek de merakla beklenmeyen [REC]³ Génesis ile üçlemeye ulaşıyoruz. Ama hem “Génesis” (Yaratılış) ifadesinden, hem de gelecek için planlanan dördüncü film [REC] Apocalypse (Kıyamet) duyurusundan anlaşılacağı üzere bu seri de insafsızca ve anlamsızca konsept haline dönüşmüş durumda. Jaume Balagueró ve Paco Plaza’nın yazıp yönettiği ilk iki filmin ardından çekilen [REC]³ Génesis, bu defa ilk filmin senaryosuna katkıda bulunan Luiso Berdejo ve Paco Plaza tarafından yazılmış, Plaza tarafından da yönetilmiş. Balagueró’nun bu filmde yer almamasını neye yormalı bilemiyoruz ama en azından ilk iki filmle sağladığı kredi notunu daha fazla düşürmemiş, üstelik araya sıkıştırdığı Mientras duermes gibi sıkı bir gerilimle marka değerini de yükseltmiş sayılır.

Her ne kadar ilk [Rec]’in mirasını yese de, iyi kötü bir devamlılık sağladığından ve en önemlisi bu serinin karakterini meydana getiren amatör kayıt geleneğine bağlı kalmak için elinden geleni yaptığından ötürü [Rec] ²’nin az da olsa hakkını teslim etmek yerinde olur. Fakat [REC]³ Génesis ne konu, ne de gelenek olarak ilk iki filmin devamı niteliğinde değil. Sadece bir TV ekranından birkaç saniyeliğine göründüğü üzere ilk filmde apartmanın karantinaya alındığı günde geçiyor o kadar. Birbirlerini çok seven ve bizi de bu aşka inandırabilen Clara ve Koldo’nun düğününe birkaç saat kala başlayan film, ilk 18 dakika gayet neşeli, hoş, samimi bir düğün atmosferi yaratıyor. Ama ne zaman ki bu 18 dakika içinde elini bir köpeğin ısırdığını öğrendiğimiz düğünlerin olmazsa olmazı tombul Pepe Victor amca düğün resepsiyonunda delirip konuklara saldırmaya başlıyor, film de zıvanadan çıkıyor.


İşte bu noktada Paco Plaza artık filmin geri kalanını hareketli el kamerasıyla götüremeyeceğini anlamış gibi pes edip profesyonel çekime geçiyor. Ondan sonra da ortaya bambaşka bir film çıkıyor. Bu başkalık sadece çekim tekniğinden ibaret değil. Bol kanlı, absürt, hatta kara komediye çalan bir tercih söz konusu. Ancak filmin tümü bu tavırla kotarılmadığı için esprili bölümler ciddi dramatik cinayetlerle iç içe geçince ortaya çıkan kafası karışmışlık filmi hepten çaresiz bir hale büründürüyor. Bu çaresizlik, çaresini artık iyiden iyiye zombi gelenek göreneklerinde ve klişe demeye bile utandığımız korku/gerilim numaralarında arıyor. Gore ve zombi hamlelerinden asla sıkılmam diyenlerdenseniz, bunun yanında survival horror oyunlara meraklıysanız keyif bile alabileceğiniz sahneler mevcut.

Aslında üstünde Aziz George zırhları, elinde düğün pastasını kesen kılıç bulunan damat Koldo ile, üstünde gelinlik, elinde elektrikli testere bulunan hamile gelin Clara’nın o kaos ortamında birbirlerini bulmaya çalışmaları fikri gayet iyi sayılır. Yönetmen edasındaki düğün kameramanı Atún, İspanyol Yazarlar Birliği tarafından telif hakları için düğünlerde çalan şarkıları not almakla görevlendirilmiş Moncho, düğüne gelen çocukları eğlendirmekten sorumlu “Sünger John” gibi ömrü uzun sürmeyen mizahi karakterler de filmi yazarken Plaza ve Berdejo’nun kafasının güzel olduğuna dair belirtiler. Keşke Plaza bu filmi [REC]³ diye değil de başka bir isimle, birtakım değişikliklerle ve mizahi ayarlarla Shaun Of The Death veya Zombieland yolunda ilerleyen bir gore komedi çekseymiş çok daha isabetli olurmuş. (Hatta Tallahassee ve çetesi şu resepsiyona baskın verselermiş ne güzel olurmuş!) Akrabalarını, dostlarını öldürmek zorunda kalmanın trajedisiyle bu tip mizahi icatları ellerinden geldiği kadar bir arada götürmeye çalışan Leticia Dolera ve Diego Martín de yeteneklerini uyum içinde sergilemişler. Ama filmin kendisinde iş olmayınca onların da pek fazla seçeneği kalmıyor. Kısacası devam filmlerinin aslını vezir değil rezil ettiği örneklerden biriyle karşı karşıyayız.

20 Temmuz 2012 Cuma

Mientras duermes (2011)


Yönetmen: Jaume Balagueró
Oyuncular: Luis Tosar, Marta Etura, Alberto San Juan, Petra Martínez, Carlos Lasarte, Iris Almeida, Pep Tosar
Senaryo: Alberto Marini
Müzik: Lucas Vidal

İki [Rec] filminin yönetmeni Jaume Balagueró’nun yönettiği Mientras duermes, mutsuzluktan muzdarip apartman görevlisi César’ın gerilim yüklü dramını konu alıyor. Apartmanda yaşayan güzel ve mutlu Clara’ya duyduğu ilgiyi onun mutluluğuna duyduğu kızgınlıkla birlikte yaşayan César, gece işi bittiğinde kendine edindiği tüyler ürperten rutiniyle Clara’nın bu pozitif yönlerini yavaş yavaş elinden almaya çalışıyor. Her sabah gözlerini hiçbir motivasyon olmadan açmaktan bıkmış olan bu adamın kendine sağladığı bu garip ve hastalıklı motivasyon üzerinden ilerleyen bir Alacakaranlık Hikayesi de denebilir Mientras duermes için. Balagueró akıllı yönetimiyle hem César’ın, hem de Clara’nın dramını es geçmeden bu ilginç hikayenin hakkını veriyor. Üstelik bunu gerilim ve dram türlerinin birbirinin önüne geçmesine misaade etmeden yapıyor.

Apartman sakinlerine karmaşık psikolojik durumunu belli etmeyen César’ın ensesinden ayrılmayan ve sürekli onun açıklarını arayan apartman yöneticisi ile, kendisine şantaj yapan küçük Úrsula’nın varlıkları filmin gerilim tellerinden ikisini oluşturuyor. Ama bu tellerin hepsini elinde tutan César olduğu için (ve filmin baş karakteri olarak onunla özdeşlik kurduğumuz için) mevcut gerilim havası filtreden geçerek bir miktar süzülüyor. César ile özdeşlik kurmanın kolaylığı, onun apartmandakilere bıraktığı sevimli ve yardımsever imajından çok, seyircinin röntgenciliğe ve çoğu insanın kurduğu bir fanteziyi yaşadığından ötürü oradaki yakalanma korkusunun sağladığı adrenalinin cazibesinden de kaynaklanıyor. César’ın gizlice girdiği dairede Clara ve erkek arkadaşıyla evde mahsur kaldığı soluksuz bölüm, [Rec]’in çiğ geriliminden farklı olarak “normal” bir kurmacadan başarılı bir dinamik elde ediyor.

César’a hayat veren İspanyol sinemasının başarılı aktörü Luis Tosar’ın her kalıba uyumlu oyunculuğu yanında, Marta Etura da Clara’nın mutluluktan endişeye, oradan da acıya dönüşen ruh halini yansıtmada çok becerikli. Yine İspanyol sinemasının tecrübeli iki ismi olan Carlos Lasarte ve Petra Martínez’i yan rollerde görmek de güzeldi. Jaume Balagueró’nun [Rec]’lerde iyice ivme kazandırdığı "found footage" haricinde de oldukça yetkin bir yönetmen olduğu anlaşıldı. Sadece senaryoyu yazan Alberto Marini’nin herkesi memnun etmeyebilecek finali üzerine birşeyler söylenebilir ki, o noktada da seyircinin filmin gelgitleri sırasında César’ı nasıl gördüğüyle, yaptıklarını tasvip edip etmemesiyle alakalı bakış farklılıkları söz alacaktır. Böylece “daha iyilerini görmüştüm” diyenler mutlaka çıkacaktır.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Lockout (2012)


Yönetmen: James Mather, Stephen St. Leger
Oyuncular: Guy Pearce, Maggie Grace, Vincent Regan, Joseph Gilgun, Lennie James, Peter Stormare, Peter Hudson
Senaryo: James Mather, Stephen St. Leger, Luc Besson
Müzik: Alexandre Azaria

Sinemayı artık iyiden iyiye aksiyondan ibaret sanmaya başlayan Luc Besson’un kafasından çıkma Lockout, komploya kurban giden bir ajan eskisine sunulan kurtuluş planı formülüyle, yüksek güvenlikli bir hapishaneyi ele geçiren tehlikeli mahkumlar formülünü birbirine çarpan, Amerikan Başkanı’nın biricik kızını da bu karmaşanın ortasına bırakan, Besson’un iki senaristle birlikte yazdığı bir bilimkurgu aksiyon. Aslında bu formüller curcunasıyla bir western ya da günümüz normlarında bir film de çıkabilecek iken, olay 2079 yılında geçen bir bilimkurguya uyarlanmış. Gerçi bilimkurguya da hakaret etmiş oluyoruz bir yerde. Besson ile senaryoyu şekillendirip filmi yöneten iki isim ise doğru dürüst kimsenin tanıyıp duymadığı James Mather ve Stephen St. Leger olmuş. Böylece her yönüyle de oradan buradan kesip yapıştırma olduğu belli vasat bir aksiyon ortaya çıkmış.

Bilimkurguda, hele de doğrudan DVD raflarında yerini ayırtan bilimkurguda mantık aramanın mantıksızlığı bir tarafa, nereyi hedef alırsa alsın kendini “bilimkurgu” olarak adlandırmış bir filmin bile kendi içinde tutarlılıklar bulunması gerekebilir. Bazı filmler, başka özellikleriyle kendi tutarsızlıklarını görünmez ya da görünür/fazla umursanmaz kılabildikleri için en azından seyir zevki yaşatabilirler. Oysa Lockout o kadar sıradan ki seyir zevki yaşatmak bir yana, o zevki yaşayası olan bir seyirciye bile adam gibi bunu yaşatmayı beceremeyen bir film. Bir kere o kadar hızlı bir film ki, 90 dakikalık bir fragmandan ibaret denebilir. Tabii bu durum aksiyon hastası kitle için çöpsüz üzüm gibidir. Lakin filmin herhangi bir iz bırakma kaygısı taşımayan bu hızı yer yer takip edilmesini bile güçleştiriyor. Hele de 2079 yılında sürekli “yüksek güvenlikli” diye gözümüze sokulan bir uzay hapishanesini keş bir tecavüzcü bile ele geçirebiliyorsa olaya çizgi film mantığıyla bakmak kaçınılmaz bir hal alıyor. Başkanın kızının orada bulunma gerekçesi de ayrı bir saçmalık.


Bu filmde görmeyi beklemediğim Guy Pearce’ın canlandırdığı filmin maço kahramanı Snow’un dalgacı tavrı ve zaman zaman gerçekten iyi bulunmuş esprileri bir şeyleri renklendirmeye çalışsa da yeterli olmuyor. Aksiyon tarafında teknik yavanlıklar oldukça fazla. Kötü adamlara senaristler tarafından zoraki bir zeka yüklenmiş ve onların alt edilişleri de çok sıradan kalmış. Sürpriz final klişesini de kullanınca her şey tam takım yerini almış. Filmi kurtarmaya gücü yetmeyen Pearce karizmasından ne derece söz edilebilir bilinmez ama diğer oyuncular da kötü bir filmde çok iddialı şeyler sunmuyorlar haliyle. Lockout’un Fransa yapımı bir film olması da ayrıca ilginç. Keşke Taken kadar ilgi gösterilseymiş belki daha olgun bir yapım ortaya çıkarılabilirmiş. Filmde merkezin hapishaneye gizlice giriş yapan Snow’dan durum raporu istemesi üzerine Snow’un onlara yaptığı espri aslında filmin genel karakterini de özetliyor: “Küresel ısınma, bir ünlü göğüslerini yaptırmış, meclis yine boş işlerle uğraşıyor. Her zamanki şeyler!”

15 Temmuz 2012 Pazar

Gangster No. 1 (2000)


Yönetmen: Paul McGuigan
Oyuncular: Malcolm McDowell, Paul Bettany, David Thewlis, Saffron Burrows, Kenneth Cranham, Jamie Foreman, Eddie Marsan, Doug Allen, Razaaq Adoti, Andrew Lincoln
Senaryo: Louis Mellis, David Scinto, Johnny Ferguson
Müzik: John Dankworth

Sexy Beast ve 44 Inch Chest gibi aksiyonsuz, derinlikli iki gangster filminin senaristleri Louis Mellis ve David Scinto’nun orijinal senaryosundan uyarlanan, The Acid House ve Lucky Number Slevin filmlerinin yönetmeni Paul McGuigan tarafından (The Acid House’tan iki yıl sonra) çekilen Gangster No. 1, ismi seyirciye verilmeyen ama konusunda adı Gangster 55 olarak geçen genç adamın 1968 yılından başlayarak suç dünyasındaki yükseliş öyküsünü anlatan bir yapım. Dönemin en güçlü gangsterlerinden Freddie Mays’in himayesine girip kısa sürede onun sağ kolu olmayı başaran 55’in bu kariyeri bize tersten, yani 2000 yılında artık suç aileminin kralı olan yaşlı adamın geri dönüşüyle kendi ağzından anlatılıyor.

68’den 2000’e yaptığımız bu yolculuk bize alışık olduğumuz tarzdaki “mafyada yükseliş” senaryolarından farklı bir tarzda anlatılmakta. Sadece bu gizemli ve gözükara adamın neden Freddie Mays’in özellikle yanında görmek istediği birisi olduğuna dair ipuçları veren bazı olayları seçip o kısımlardan gangster skeçleri birbirine eklenmiş. Bu sayede film gereksiz yere uzatılıp şişirilmemiş. Üstelik aceleci görünen bu tercih aslında iyi planlanmış kurgu becerisiyle onun karakteri hakkında kilit noktaları ifşa ederek kısa yoldan özetlemiş. Mays’in husumetli olduğu Lennie Taylor ile olan meselesinin ağırlıklı işlenişinden ve sonu kahramanımız lehine sonuçlanacak süreçten sonra filmin tekrar şimdiki zamanı olan 2000 yılına dönüşüyle farklı bir rotaya giriyor. Orada ise tüm kazançlara rağmen hastalıklı bir tatminsizlik durumu var ki, bu rota biraz da Sexy Beast ve 44 Inch Chest senaristlerinin tarzını yansıtır nitelikte hem metne hem de doğaçlamaya dayalı.


Kahraman olmaktan uzak bir suçlunun bu yükseliş öyküsünü hakli biçimde “bir yıldız doğuyor” fikrinden uzak bir mantıkla ele almaya çalışan film, gençliğini Paul Bettany’nin, yaşlı halini de Malcolm McDowell’ın oynadığı 55 özelinde sinsi ve güvenilmez atmosferini koruyan bir yapıda. Bu klas İngiliz aktörlerin güçlü performansları yanında bir başka usta İngiliz oyuncu olan David Thewlis’in fazla elegant Freddie Mays tiplemesi gölgede kalıyor. Saffron Burrows çekici ve bakışlarına yansıttığı tuhaf tutkulu haliyle filmin sadece bu yöndeki ihtiyacını karşılıyor. Eddie Marsan ise adamakıllı tek sahnesi olan 55 tarafından sorguya çekildiği bölümde oldukça sivriliyor. Ama artık kült kontenjanından itibar gören Malcolm McDowell’ın finalde Mays’e yaptığı konuşmayla sanki A Clockwork Orange’daki Alex’in yaşlı halinin günahlarına atıfta bulunuyorcasına yaptığı çıkış Gangster No. 1’ın özetini oluşturuyor bir bakıma. Bu özet ise, pek de ederi olmayan bir vicdan çıkışındansa, McDowell’ın oyunuyla değer kazanıyor.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

The Disappearance Of Alice Creed (2009)


Yönetmen: J Blakeson
Oyuncular: Eddie Marsan, Martin Compston, Gemma Arterton
Senaryo: J Blakeson
Müzik: Marc Canham

J Blakeson’ın yazıp yönettiği The Disappearance Of Alice Creed, biri genç, diğeri orta yaşlı iki adamın hummalı ve titiz bir çalışmayla bir daireyi hapishane haline getirişleriyle açılıyor. Ardından detaylarını görmediğimiz bir kaçırma sonrası genç bir kızı bu eve hapsediyorlar. Meselenin özü sürprizsiz biçimde anlaşılıyor ki bu iki adam Alice Creed (Gemma Arterton) adlı bu kızın zengin babasından 2 milyon pound fidye almak için onu kaçırmışlar. Aşırı şüpheci, gergin ve detaycı Vic (Eddie Marsan) ile saf ve ürkek Danny (Martin Compston) için her şey planladıkları gibi gidiyor. Buraya kadar normal ilerleyen film, sakladığı sürprizleri yavaş yavaş ortaya çıkarmaya başlayınca hem kaçırma olayının, hem de karakterlerin sıradan görünümlerini daha da ilginçleştiriyor. Özellikle iki şok edici gerçeğin ardından bu hikayenin nasıl yönleneceğini ve ne şekilde biteceğini merak ediyoruz.

Film hakkında yapılabilecek pek çok eleştiri ya da övgüyü spoiler vermemek için budamak zorunda kaldığımızdan, kendisini genel anlamda akıcı, gergin ve biraz da trajik bir suç hikayesi olarak takdir etmek mümkün. Normal bir kaçırma olayının yavaş yavaş kontrolden çıkmaya başlamasıyla, filmin içinden çıkılması güç virajlara girişi, bu virajları ufak sıyrıklarla atlatışı, sonra giderek aldığı yaraların büyümesi ve dağılmış biçimde finale ulaşması J Blakeson’ın filmden istediğini pratiğe çok iyi döktüğünü gösteriyor. Ama finale doğru giden yolun öncesinde zeki ters köşeler yapan film, teslimat günü yaşananlardan sonra seçenekleri azaltarak sadece tahmini pek de zor olmayan o seçeneklerden biriyle final yapıyor. Bu tip filmler bazen seyircide sürpriz üretme yönünde kaygılara, olayın nasıl sonuçlanacağı yönünde paranoyalara sebep olabilir. Üstelik bu henüz film bitmemişken olur. Herkesin aklından farklı twistler ya da farklı finaller geçer. İşte J Blakeson’ın o noktada seyircinin çok azına (tahmini zor olmayan finali bekleyen seyirci) hitap ettiği düşüncesindeyim.


Üç kişiden oluşan oyuncu kadrosuyla sayısından büyük bir iş çıkaran film, bu oyuncuların filmin doğasına ihanet etmeyen telaşlı ve gerilimli performanslarıyla klasını arttırıyor. Özellikle usta İngiliz oyuncu Eddie Marsan, çoğu filminde bıraktığı o güven vermeyen atarlı tiplemesine sıkı bir halka daha eklemiş. Genç oyuncular Gemma Arterton ve Martin Compston da kendi rollerinin değişen dönüşen ruh haline hiç sıkıntı çekmeden ulaşmışlar. Çeşitli sahnelerinden tiyatro oyunu havası solumak da mümkün. Hatta birtakım değişikliklerle sahneye bile rahatlıkla uyarlanabilecek (böylece fazla tanıtımı yapılmamış bir film olarak kendini ıskalamış olanları tiyatroda yakalayabilecek) bir film olmuş. Şimdi aklıma gelen birçok sahnesini tiyatro ortamında canlı izleme fikri bile oldukça heyecan verici.

8 Temmuz 2012 Pazar

Reykjavík Rotterdam (2008)


Yönetmen: Óskar Jónasson
Oyuncular: Baltasar Kormákur, Ingvar Eggert Sigurðsson, Lilja Nótt Þórarinsdóttir, Jörundur Ragnarsson, Þröstur Leó Gunnarsson, Victor Löw, Ólafur Darri Ólafsson, Theodór Júlíusson
Senaryo: Óskar Jónasson, Arnaldur Indriðason
Müzik: Barði Jóhannsson

Mali sıkıntılar içindeki evli ve iki çocuk babası Kristófer (Baltasar Kormákur), geceleri güvenlik görevlisi olarak çalışmasına, eşinin de çalışıyor olmasına rağmen geçim sıkıntısı çekmektedir. Daha önce içki kaçakçılığından hapse düşen Kristófer, Rotterdam’dan gemiyle Reykjavik’e kaçırılacak yüklü miktarda içki işine yakın dostu Steingrímur’un yardımlarıyla dahil olur. Ama işler hem Rotterdam’da, hem de Reykjavik’te umduğu gibi gitmez. 101 Reykjavík ve Mýrin gibi iki filmini çok beğendiğim İzlandalı yönetmen, senarist, yapımcı, oyuncu Baltasar Kormákur’un bu defa sadece oyuncu ve yapımcı olarak görev aldığı Reykjavík Rotterdam, 2008 yılının en dikkat çeken suç filmlerinden biriydi. O kadar dikkat çekti ki, bunun etkisinde kalan Kormákur, 2012’de Contraband adında Hollywood uyarlamasını yönetti.

Mýrin romanının da yazarı Arnaldur Indriðason’un Óskar Jónasson ile birlikte senaryosunu yazdığı Reykjavík Rotterdam, Contraband olarak Aaron Guzikowski adlı daha önce hiçbir senaryo tecrübesi bulunmayan biri tarafından Amerikan seyircisine uyarlanmış ki, zaten o filmin kendi çapında orijinalinin gölgesinden kurtulamamış zavallılığı asıl konumuz değil. Kormákur’un bizzat kendisinin neden böyle bir filme yönetmenlik yaptığı saçmalığına da Haneke, Scorsese, Fincher gibi örnekler vererek hemen uzaklaşmak en iyisi. Reykjavík Rotterdam, genel anlamda suç örgüsü iyi planlanmış, diken üstünde tutan, kaptırıp götüren bir anlatıma sahip. Aslında bazı Amerikan ve İngiliz kökenli küçük suç öyküleriyle de organik bağları mevcut. (Yine de bu durum 4 yıl sonra kötü bir Hollywood versiyonunun çekilmesini gerektirmiyor tabii.) Ne var ki 85 dakika gibi kısa bir süre filme hiç olmamış. Hızlı temposuna gayet iyi alıştırmışken, bu temponun filmin son 20 dakikasına sıkıştırılışı sabırsız seyirci tipini bir nebze memnun edebilir. Fakat ilk bir saate kadarki suç kurgulanışındaki anlamsız sürat yangından mal kaçırır gibi olmuş adeta.

Halbuki rahatlıkla biraz daha geniş alan bir anlatımla (15-20 dakika uzatılmak suretiyle) aynı senaryoyu sabırsız olmayan seyircisine sindirterek sunabilirmiş. Böylece Kristófer’ın içine düştüğü zor durumdan çıkış planı, Steingrímur ve Arnór’un akıbetleri, Íris’in bulunuşu, Rotterdam macerası (ve oradan kaldırılan esas ganimet) çok daha oturmuş biçimde filme dahil edilebilirdi. Bunda Indriðason ile birlikte senaryoyu yazan Óskar Jónasson’un yönetmenliğinin de payı olsa gerek. Colin Farrell’i çok fazla andıran görüntüsüyle Baltasar Kormákur filmde iyi bir oyun çıkarmış çıkarmasına da, keşke filmi kendisi yönetseymiş belki durumlar daha farklı olurmuş gibi geliyor. Kormákur yanında Ingvar Eggert Sigurðsson ve Lilja Nótt Þórarinsdóttir’in oyunculukları da oldukça göz dolduruyor. Filmin gücünü bir miktar zedeleyen bu hız sorununa rağmen her yönüyle Kormákur yönetimindeki Contraband’den çok daha iyi bir film Reykjavík Rotterdam.

5 Temmuz 2012 Perşembe

Fri os fra det onde (2009)


Yönetmen: Ole Bornedal
Oyuncular: Lasse Rimmer, Lene Nystrøm, Jens Andersen, Mogens Pedersen, Bojan Navojec, Pernille Vallentin, Fanny Bornedal, Jacob Ottensten, Kim Kold, Lone Lindorff, Alexandre Willaume
Senaryo: Ole Bornedal
Müzik: Johan Liljedal, Stefan Nilsson

Sarhoş kamyon şoförü Lars kendi kasabasında çok sevilen yardımsever yaşlı Anna’ya çarpıp suçu orada yaşayan Bosnalı mülteci Alain’in üstüne atınca küçük kasaba karışır. Lars’ın erkek kardeşi avukat Johannes, mülteci adamı korumaya alır. Bunun üzerine başını Anna’nın kocası Ingvar’ın çektiği kontrolden çıkan sarhoş bir güruh, öfkeyle Johannes’in karısı Pernille ve iki çocuğunun bulunduğu evine doğru yola çıkar. Ole Bornedal’ın Kærlighed på film’den sonra yine kendisinin yazıp yönettiği Fri os fra det onde (Deliver Us from Evil), kötülüğün sakin bir Danimarka kasabasında bile kıvılcım aldığı taktirde insanları ne derece kontrolden çıkarabileceğini, ırkçılığın ve ötekileştirmenin ne kadar bastırılmaya çalışılırsa çalışılsın biryerlerde sinsice pusuda beklediğini yüzümüze vuran bir yapım.

Bir anlatıcı ve parçalı bulutlu gökyüzünden sızan fesat güneş ışığı eşliğinde karakterleri şiirsel bir dille tanımaya başladığımız girişin ardından, sıkıcı bir Danimarka kasabasının sıkıntılı insanları etrafında film şekillenmeye başlıyor. Yavaş yavaş kasabanın ve bazı kasabalıların tekinsiz hallerini görmeye başlayınca bu kasabanın aslında filmin başında anlatıcının dediği gibi hiç de “doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt edebilen sımsıcak insanların sığındığı bir liman” olmadığı fikri güç kazanıyor. Küçük kasabaların insanda bıraktığı imaj gereği bunun böyle olma potansiyeli var. Ancak Bornedal, kasabayı kasaba yapanın insanlar ve onların seçimleri olduğu gerçeği üzerine kendi poetik tarzını muhafaza ederek sertçe gitmeyi seçiyor. Lars, onun serseri arkadaşları, kasabanın ileri gelenlerinden Ingvar ve onun çam yarması koruması Leif Christensen, hatta saf Bosnalı Alain, her an her şey beklenebilecek bir tedirginliğin sessiz sözcülüğünü yapıyorlar.


Bu kendi haline bırakılmış mini coğrafyanın göbeğine konan dört kişilik çekirdek ailenin, patlamaya hazır birer bomba gibi dolaşan çevre sakinleri tarafından tehdite maruz kalmaları an meselesi. Tek ihtiyaç ise bir kıvılcım. Ekonomik kriz, işsizlik, sosyal ortam yetersizliği, insan ilişkilerindeki yozlaşma gibi temel sebeplerden dolayı bireylerin bastırdığı öfkelerini kusabilecekleri alanlardan en önemlisi ise, milliyetçi, dini, ırkçı ve hafif kafası gidik olmasından ötürü mental özür taşıyan bahaneleri tek başına bünyesinde toplayan Bosnalı Alain. Hiçbir işte dikiş tutturamayan, hep başarılı ağabeyi Johannes’in gölgesinde kalmış, bu yüzden de onun sahip olduklarını kıskanan Lars’ın başına gelen bir kazanın tüm sorumluluğunu atabileceği en uygun hedef. Alain, koruyucu meleği olarak gördüğü karısını bu kazada kaybetmesiyle karanlık tarafa geçip bambaşka bir insana dönüşen Ingvar’ın kucağına atılabilecek en kolay yem aynı zamanda. Ama sağduyulu Johannes’in onu öfkeli kalabalığın elinden alıp adalete teslim etmek istemesiyle, toplumun bastırılmış tüm kötücül duyguları canlanıyor. Ekstra bir motivasyona bile ihtiyaç duymayan cahil kasabalı, Ingvar’ın güçlü dini manipülasyonlarıyla ipini koparıyor.

Filmin detayına bu kadar inmemin sebebi, bu durumun bizim toplumumuza da hiç yabancı gelmeyecek bazı katliamlarının zemininde yatan linç psikolojisi ile olan benzerliğini hatırlatmak. Ama Bornedal’in vurgulamak istediği başka şeyler de var. Dini bir figür olan Ingvar’ın gözü dönmüşlüğüyle (ki bazı eleştirilerde ona ve peşine takılan kasabalıya yapılan “zombi” benzetmeleri, gerçekte var olmayan bu “yaşayan ölü” aldatmacasına ve kolaycılığına kapılarak asıl meseleden uzaklaşma tuzağı taşır bana göre) sarhoş kasabalıyı Alain’i korumaya alan Johannes’in evine saldırmak için kışkırtması, yozlaşmış halkın tam da istediği şeydir. Çünkü Johannes hayatta onların olamadığı kadar başarılı olmuş, işini, evini, ailesini dürüstçe elde etmiştir. Bu durumda yapılabilecek en etkili şey, tüm bunları Johannes’in elinden alarak kitlesel rahatlama duygusuyla kendisini avutmaktır. Fakat öte yandan Johannes’in de hem sahip olduklarından, hem de bir yabancıyı kendi eliyle ölüme göndermeye elvermeyecek vicdanından kolayca vazgeçmeye niyeti yoktur. Tam bu noktada Bornedal seyirciyi göstere göstere “siz olsanız ne yapardınız”a iter. O zaman filmin başlarında Pernille’in kavga eden çocuklarına “kötü insan yoktur, sadece sevgiye aç insan vardır” sözü dahil her şey birbirine karışır. Anne'in ölümündeki sürpriz, ikilemler yumağını daha da büyütür.


Ole Bornedal’ın kendi hikaye disiplini içinde aile kurumuna bakışı, bir fay hattı üzerine kurduğu gerilimli olay örgüsü, şiirsellikle şiddet arasında kurmak istediği muğlak ilişki, başarılı oyuncu seçimleri ve onları yönetişi Kærlighed på film’den sonra da aynen sürüyor. Belki o filmden farkı, içinde yoğunlaşılan bir aşk hikayesi olmaması (ki buna pek vakti yok zaten). Ancak Ingvar’ın karısı Anna’ya duyduğu ilahi aşkın neden olduğu sonuçlar düşünüldüğünde, Bornedal’ın aşk kavramının karanlık yüzüne farklı bir açıdan baktığı da söylenebilir. Avrupa sineması bünyesinde çok özel bir yeri olan İskandinav sinemasının en önemli ayaklarından birini oluşturan Danimarka’nın sahip olduğu en önemli sinemacılardan Ole Bornedal, filmlerinde ya çok iyi oyuncular seçiyor ya da Danimarka bu konuda gerçek bir maden. Çok sağlam performanslar izlediğimiz filmde özellikle Lars’ı canlandıran Jens Andersen ile, aynı zamanda ülkesinde tanınmış bir pop şarkıcısı olan ve Pernille’i canlandıran Lene Nystrøm’un diğerlerinden daha fazla beğendiğimi belirteyim. Filmin başında ve sonundaki anlatıcı varlığını ve istismar sinemasına yakın durduğunu ifade edercesine zorladığı bazı sahnelerini gereksiz bulmama rağmen Bornedal’in her zaman takip edilmesi gereken bir sinemacı olduğunu bir kez daha gösterdiğine inanıyorum.

3 Temmuz 2012 Salı

Kærlighed på film (2007)


Yönetmen: Ole Bornedal
Oyuncular: Anders W. Berthelsen, Rebecka Hemse, Nikolaj Lie Kaas, Charlotte Fich, Dejan Cukic, Karsten Jansfort, Flemming Enevold
Senaryo: Ole Bornedal
Müzik: Joachim Holbek

Evli ve iki çocuk babası olan adli tıp fotoğrafçısı Jonas mutlu olsa da hayatında bazı şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Bir gün Julia adlı genç bir kadının araba kazasına tanık olur. Suçluluk duygusuyla, ağır yaralı kadını hastanede ziyaret eder ve orada Julia'nın ailesi onu kızlarının Güneydoğu Asya'da tanıştığı erkek arkadaşı Sebastian zanneder. Genç kadın yarı kör ve hafızası hasar görmüş halde kendine geldiğinde Jonas, Sebastian rolünü oynamaya devam eder. Bir yandan Julia'yla bir yandan da kendi ailesiyle ikili bir hayat yaşamaya başlar. Ta ki bir gün çok ileri gittiğini ve işlerin kontrolünden çıktığını fark edene dek. Kendini geri çekmeye çalışsa da, Julia'ya aşık olunca bunu başaramaz.

Az ama etkileyici filmler çeken Danimarkalı sinemacı Ole Bornedal’ın yazıp yönettiği Kærlighed på film (Just Another Love Story), iki farklı hayatı bir trafik kazası ile kesiştirdikten sonra ağır ama adım adım gerilim ivmesi kazanan bir anlatım benimseyen, aşk, evlilik, yalan, sadakat sorgusu katkılı bir psikolojik gerilim. Zaman zaman ağdalı bir dille ağırlaşsa da, özellikle farklı sahneleri iç içe geçiren başarılı kurgulayışıyla bunu telafi edip diri kalabiliyor. Mesela Julia’nın hastaneden taburcu oluşuyla, Jonas ve karısı Mette’nin alışveriş merkezindeki tartışmalarını Vivaldi’nin Dört Mevsim’i eşliğinde harmanlayan bölüm bu başarıya çök güzel bir örnek. Tutkulu ve bu sebepten biraz da arızalı bir aşkın tehlikeli sonuçlarıyla, sıradanlaşan bir evlilik hayatının sağlamlığının test edilişini çok iyi karıştıran/kaynaştıran Bornedal senaryosu, kurgusal elitliğinin de katkılarıyla sanki bir roman uyarlaması tadı da saklıyor. Finale doğru sertleşen üslubun bile bu uyarlama tadı içinde öğütüldüğünü söylemek yanlış olmaz.


Başroldeki dört (hatta Frank rolündeki Dejan Cukic’i de sayarsak beş) oyuncunun güçlü oyunları da filmin en önemli kozlarından. Öyle ki, bu dört oyuncu, rollerinin ağırlık ya da hafifliklerini hissettirmeyecek ölçüde karakter analizleri yapabilmekteler. Bu söylediğimize destek olması için ise yine alışveriş merkezi sahnesi yanında, Jonas ve Sebastian’ın % 90 oranında görme yetisini kaybetmiş Julia’nın önünde birbirleriyle atıştıkları yemek sahnesindeki Anders W. Berthelsen, Nikolaj Lie Kaas ve Rebecka Hemse performansları örnek verilebilir. İskandinav sinemasının karakteristik özelliği olan soğuk, donuk, boğuk mekanları ve kısıtlı renk seçenekleri, Hanoi’deki flashback sahnelerinde keskinleştirilerek, karakterlerin yaşadıkları tekinsiz ya da monoton hayatın, yaptıkları yanlış tercihlerin yarattığı ruh hali biraz daha sivriltiliyor. Joachim Holbek’in doğru yer ve zamanda yaptığı etkileyici müzikal çıkışları da buna eklenince kaliteli bir Avrupa filmi izlediğimiz anlaşılıyor.