25 Eylül 2010 Cumartesi

Shutter Island (2010)


Yönetmen: Martin Scorsese
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams, Max von Sydow, Emily Mortimer, Patricia Clarkson, Jackie Earle Haley, Ted Levine, Elias Koteas
Senaryo: Dennis Lehane, Laeta Kalogridis

Martin Scorsese yaşayan en büyük yönetmenlerden biri. Bu gerçeği dillendirmek bile tuhaf aslında. Uzun kariyerinde sinema tarihinin kilometre taşı olmuş filmleri yönetmesi yanında daha mütevazi ve kişisel sayılabilecek örnekleri de sığdırmış bir duayen. Uzunca bir süre “mafya filmlerinin unutulmaz yönetmeni “ olarak anılmasının önüne yine kendi iradesyle geçmesini bildi. Taxi Driver ile bir kaybeden destanı yazan da, The Age Of Innocence ile kostümlü dönem romantizminin hakkından gelen de, Kundun ve The Last Temptation Of Christ ile inanç tartışmaları sunan da, No Direction Home ve Shine A Light ile tutkunu olduğu müzikleri belgeselleştiren de o. Yeniden çektiği filmleri, artık göze çok batan DiCaprio ısrarını bir türlü benimseyemesem de, ona en fazla kızdığım anlarda bile içten içe onu ne kadar sevdiğimi fark ederim. Epeydir De Niro’dan sonraki fetişi DiCaprio ile olan ortaklığının ürünlerini izliyoruz. Ama bana göre Shutter Island, Scorsese - DiCaprio işbirliğinden çıkan en iyi film.

Aralarında çok tehlikeli mahkumların da bulunduğu, gizemli bir adaya kurulmuş akıl hastaları hapisanesinde kaybolan Rachel’ı aramakla görevli iki dedektifin karanlık doktorlar, robotlaşmış personel, garip hastalar, tuhaf rüyâlar, gizemli koridorlar, ürperten sırlar ve acı gerçeklerle örülü macerası, 138 dakikalık süresinin hemen her dakikasının hakkını veriyor. Spoiler vermeden, sadece tekrar izlendiğinde bambaşka açılardan bakılabilecek yapımlardan bir olduğunu söylemek gerek. Ama ilk izleyişin sağladığı ayrıcalık çok başka. Orada yakaladığımız, ıskaladığımız ya da anlamlandıramadığımız pek çok detayın yerine oturması, açıklayıcı olduğu halde kabul etmekte zorlanabileceğimiz finalin ardından filmin baştan sona gözlerimizin önünden geçmesiyle mümkün olabiliyor ancak.


Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Teddy Daniels’ın geçmişine ait zihninde canlananlar ve soruşturma esnasında karşılaştığı gariplikler, akıl hastanesi / hapisanesi dekorunda filmin seyirciyle türlü akıl oyunları oynamasına yol açıyor. Bunu yaparken bir yandan da filmin polisiye rotası, çeşitli sürprizlerle ilgiyi sürekli canlı tutuyor. Özellikle Patricia Clarkson ve Jackie Earle Haley’nin yer aldığı sahneler, aynı zamanda filmin en önemli kırılma noktalarından ikisini oluşturuyorlar. Ancak bu bile senaryonun bize gerçeği tam olarak sunduğu anlamına gelmiyor.

Film öyle esrarengiz bir Alacakaranlık Kuşağı yaratmış ki, neyin doğru veya yanlış, kimin haklı veya haksız olduğunu anlamamıza yarayacak her şey parça parça verilmesine rağmen, o parçalara dahi %100 güvenilmeyeceği yönünde bizi temkinli hale getirmiş. Öyle ki, baştan sona özdeşlik kurduğumuz yegâne karakter Teddy’nin zihinsel gelgitlerinin esiri olduğumuzu anlamaya, bu yüzden ona karşı bile ihtiyatlı yaklaşmaya başlıyoruz. Gerçeği bulmaya çalıştığımız yolda bize kılavuzluk etmesi gereken Teddy’ye dair kaygılarımız arttıkça ona karşı hem yakınlık duyuyor, hem de mesafe koymak zorunda hissedebiliyoruz. Bir noktada film bizi tek başına bırakarak aslında hiç beklenmedik ama doğru bir şey yapıyor. Çünkü kendisini izlerken rahat olmamızı istemiyor. Verdiği soru cevaplar meseleyi tümden kapatan türden olsaydı, gerçek yağmuruna yakalandığımız harika finalden bu kadar etkilenmezdik belki. Böylece film içinde verilmiş ipuçlarının ve etraflıca açıklamaların oturduğu temeller, yaşanacak son bir trajedik sürprizin de yardımıyla nihaî gerçeği muğlak biçimde formüle ederek zirveye ulaşıyor. Bu sayede filmin insansız son kadrajına bakarken karmakarışık duygularımızın tahlili için gerekli cevapların yine filmin kendi içinde bulunduğunu anlıyoruz. Elbette başta Hitchcock eserleri olmak üzere birçok gizem / gerilim yapımından feyzalınmış konu ve atmosfer akıcılığının yaptığı nostaljik çağrışımlar da yoğunlukta. Dennis Lehane gibi taze bir romancının bu çağrışımları sunmaya muktedir sinemasal yanı kadar, onu perdeye aktaran Scorsese’nin feyzalmışlığı da görülmeye değer.


Shutter Island, oyunculuk yönünden de birinci sınıf bir film. Filmin içinden, çok önemli birer sahneleri bulunan, bu sahnelerle hem hikâyeye, hem gerilim dokusuna, hem de oyunculuk sanatının önemine vurgu yapan performanslarla Patricia Clarkson, Jackie Earle Haley, Max von Sydow, Ted Levine, Emily Mortimer geçiyor. Teddy’nin ortağı Chuck’ı canlandıran Mark Ruffalo ile karısı Dolores’i oynayan Michelle Williams’ın fazla yükselmeyen soğukkanlı oyunlarının bile filmin konu bütünlüğü içinde karşılığı mevcut. Ama o soğukkanlılığın hakkını en fazla veren isim ise usta aktör Ben Kingsley oluyor. Olmasını beklediğimiz ölçüde ürkütücü değil fakat o soğukkanlılığın sağladığı esrarengizlik ile arayı kapatan ekileyici bir Dr. Cawley portresi çiziyor.

Ve DiCaprioShutter Island’ın bence en iyi Scorsese - DiCaprio işbirliği ürünü olmasının tek nedeni tepeden tırnağa çok kaliteli bir film olması değil. Aynı zamanda DiCaprio’nun tüm kişi ve olayların onun etrafında döndüğü zor bir rolün üstesinden gelebileceğini çarpıcı biçimde göstermiş olması. Hâlâ fiziki anlamda bazı ikna problemleri olsa da, kaçınılmaz biçimde özdeşleşmek durumunda kaldığımız Teddy’nin iniş çıkışlarına sonuna kadar hâkim bir oyun çıkararak, gerçeği arayış yolunda karşılaştığı korku, öfke, üzüntü ve şaşkınlıkları bizim de peşimize takıyor. Finalden sonra filme geri dönme isteğinin en önemli nedenlerinden biri de bu performans. Öncesi sonrası birbirine karışmış bir döngüde sıkışan Teddy’nin en ufak tepkilerini dahi hesaba katmış görünen ve önce-sonra farklılıklarını psikolojik boyutları türlü duygularla yansıtan DiCaprio, her ne kadar göl sahnesinde devleşse de, aslında filmin pek çok yerinde karmaşasını seyirciye geçirebildiği sahneleri iyi kurduğu için kendini genele yayıyor. Teddy kendi çaresizliği içine sıkışıp kaldığında, bizi de kabullenmemizi zorlaştıracak bir ruh haline sokuyor.


Kapalı mekanlar kadar açık alanlarda da izole bir ada atmosferi yaratma ustalığına sahip sinematografik yeterlilik, filme kendi kabuğuna çekilmiş bir çekicilik sağlıyor. Dışarıda kopan fırtınayı hissettirebildiği kadar, içerinin güvenli havasını da gerek oyuncularıyla, gerekse tedirginlik yaratan dört duvarlarla gerebiliyor. Ada kayalarını döven hırçın dalgalar, kapalı ve sıkıntılı gökyüzü de bu gerilime çanak tutuyor. Görüntü yönetmeni Robert Richardson'ın (Casino, Platoon, JFK, U Turn, The Aviator, Inglourious Basterds, Kill Bill 1-2, Snow Falling On Cedars, Natural Born Killers) iklim yaratmayı bilen usta ellerinde şekillenen film, Scorsese’nin yönetimiyle soluksuz bir dönem filminin inşasını gerçekleştiriyor. Benim için vasat Gangs Of New York, The Aviator, The Departed üçlüsünün ardından Scorsese’nin sevdiğim günlerine dönüşü niteliğinde bir film Shutter Island.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder