28 Şubat 2015 Cumartesi

Una pistola en cada mano (2012)


Yönetmen: Cesc Gay
Oyuncular: Javier Cámara, Ricardo Darín, Luis Tosar, Eduardo Noriega, Leonardo Sbaraglia, Eduard Fernández, Jordi Mollà, Alberto San Juan, Candela Peña, Cayetana Guillén Cuervo, Clara Segura, Leonor Watling
Senaryo: Tomàs Aragay, Cesc Gay
Müzik: Jordi Prats

Cesc Gay'in yönettiği Una pistola en cada mano (A Gun In Each Hand), beş farklı kısa hikayenin anlatıldığı, sonunda da bu hikayenin kahramanlarının bir şekilde birleştirildiği mütevazi bir dram. Barcelona'da geçen film, göz kamaştıran erkek oyuncu kadrosuyla adeta Barcelona futbol takımı oluşturulmuş izlenimi veriyor. (Arjantinli kontenjanında da Ricardo Darín var.) Hani Javier Bardem ve Antonio Banderas da olsaymış İspanya Milli Takımı diyebilirdik. Bu güçlü kadro, beklentilerin aksine naif tonlarda seyreden, oyuncuların özel çaba sarfetmedikleri, yine de ustalıkları sayesinde içtenliklerini seyirciye geçirebildikleri performanslar sunuyorlar. Hikayeler farklı da olsa filmin ortak noktası, kırılgan yanlarıyla, zayıflıklarıyla, pişmanlıklarıyla, sadakatleri ve sadakatsizlikleriyle erkek doğası. Bir başka ortak nokta da, her hikayedeki karakterlerin çok yakın olmasalar da bir şekilde geçmişte tanışıklıklarının bulunması veya yakın ilişkilerinin bitmiş olması.

Uzun zamandır görüşmedikleri halde tesadüfen karşılaştıklarında samimice birbirlerine içlerini dökme ihtiyacı duyan iki eski arkadaş (Leonardo Sbaraglia ve Eduard Fernández), bir hemşireyle aldattığı için boşandığı karısına umutsuzca tekrar dönme çabası içindeki pişman bir adam (Javier Cámara), aynı kadına aşık olan ve parkta karşılaşan kadının kocası ve sevgilisi (Ricardo Darín ve Luis Tosar), çalıştığı iş yerinde hoşlandığı kadınla yatmak için ona kur yapan evli bir acemi çapkın (Eduardo Noriega) ve farklı yerlerde birbirlerinin eşleriyle karşılaşıp davetli oldukları partiye gidene kadar ilişkilerini çekiştiren iki adam (Jordi Mollà ve Alberto San Juan) farklı suretlerdeki erkek numuneleri. Kendisini aldattığı halde karısını çok seven, suçu kendinde arayan bir adamdan, ilk fırsatta aldatmaya hazır evli ve çocuk sahibi bir adama uzanan bu geniş yelpaze, hayatta ve ilişkilerinde bir türlü dikiş tutturamamış orta yaş grubu erkeklerin muzdarip olduğu birtakım sıkıntıları yansıtıyor. Yine de bu kriz dönemini sakin bir üslupla ele alan film, yersiz gerilimlerden uzak, küçük dramatik hazineler içeriyor.

Sara, Mamen, María, Elena adında dört kadın karakter de bu erkeklerin farklı zaaflarını, pişmanlıklarını, dostluklarını veya sadakatsizliklerini kadın doğasının bazı dinamikleriyle dengeleyerek filmin katmanlaşmasına katkı sağlıyorlar. Evlilik, adatma, boşanma üçgenine sıkışıp kalmış, hatta bu üçgeni bir döngüye çevirmiş erkekleri açıkça yargılamayan, ama söyleyeceklerini yeri geldiğinde üstü kapalı biçimde kaçamak hale de getirmeyen Cesc Gay, ders çıkarıp çıkarmamayı da seyircinin paşa gönlüne bırakıyor. Karakterlerle özdeşleştirecek, onlara acıma duygularımızla veya eden bulur mantığıyla yakınlaştırabilecek kadar hızlı ustalıklar gösteren samimi senaryo ve yönetim başarısı, hafif bir yemek sonrası tokluk hissine denk bir huzur veriyor. Filmdeki hikayelerden birinde söylendiği üzere, "hayatın bir kullanma kılavuzu olmaması" üzerine yapılan yanlışların sebebiyet verdiği olaylardan derlenmiş anlamlı bir kolaj olarak tarif edebileceğimiz Una pistola en cada mano, ilişkilerde kimin nasıl davranması gerektiğine fazla kafa yormayan tarafın, yani erkek tarafının gözünden yansıyan bir film.

22 Şubat 2015 Pazar

Birdman (2014)


Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Oyuncular: Michael Keaton, Emma Stone, Edward Norton, Naomi Watts, Zach Galifianakis, Amy Ryan, Andrea Riseborough
Senaryo: Alejandro González Iñárritu, Nicolás Giacobone, Alexander Dinelaris, Armando Bo
Müzik: Antonio Sanchez

20 yıl öncesinden bir çizgi roman kahramanı olan Birdman'in sinemaya uyarlanmasıyla büyük sükse yapmış oyuncusu Riggan Thomson (Michael Keaton), artık o görkemli günlerinden uzaktadır ve Broadway'de bir Raymond Carver oyunu olan "What We Talk About When We Talk About Love"ı sahnelemek üzeredir. Oyunda hem oyuncu, hem de yardımcı yapımcı olarak görev yapan Thomson, bilinçli bir tercih olarak kendini daha farklı ve sanatsal kaygılar taşıyan bu alanda da kanıtlamak istemektedir. Ama kaprisli oyuncularla, acımasız eleştirmenlerle, ailevi sıkıntılarla, en önemlisi de yıllar boyu onu hiç bırakmayan ve iç ses olarak hayatına sürekli müdahalelerde bulunan Birdman'in kışkırtmalarıyla boğuşmak zorunda kalmış bir adamdır. Okuyan senariste, yönetmene, izleyiciye, oyuncuya sınırsız bir ilham aşılayan bu özet, Alejandro González Iñárritu, Nicolás Giacobone, Alexander Dinelaris, Armando Bo dörtlüsü tarafından kaleme alınmış, en son 2010 yılında olağanüstü Biutiful tokadını yediğimiz Iñárritu tarafından yönetilmiş. (Bu arada senaryoda parmağı olan Nicolás Giacobone ve Armando Bo ikilisinin El último Elvis (2012) filminde de Elvis takıntılı Carlos'u bir başka ikinci kişilik saplantısı olan karakter olarak izlemiştik.) Birdman, çok boyutlu yapısıyla birçok psikolojik tanıma nesnel kaynak sağlamaya, aynı zamanda temiz sayfalar açmaya çalışan bir anti-kahraman harikası.

Batman (1989) ve Batman Returns (1992) filmlerinde başrol oynayıp bir aktör olarak süper kahraman ikonluğuna hiç yabancı olmayan Michael Keaton'ın canlandırdığı Riggan Thomson özelinde, artık eski fırtınalı günlerinden uzakta farklı arayışlar içine giren aktörlerin / yazarların / yapımcıların iç ve dış hesaplaşmalarının kara mizahla dramatize edilmiş halini izliyoruz filmde. Ama üslup, kurgu ve teknik çevre düzeninin aktüel yalınlığı, göz kamaştıran oyuncu kadrosuyla dengelendiği için seyirciyi ne umup ne bulacağı konusunda kendine mahkum bırakıyor. Birdman olarak yıllar boyu bir Hollywood nesnesi olarak anılmış, sanatsal kaygılar taşımadan para ve şöhret kazanmış, eski günlerindeki kadar olmasa da hala tanınan Thomson'ın bu kez bir Broadway prodüksyonuyla oyuna geri dönme arzusu, hiç beklenmedik bir meydan okuma içeriyor. Aslında sanat dünyasında böyle bir kariyer hamlesine başvuran çok oyuncu mevcut. Ama işin "beklenmedik" kısmı, bir süper kahraman geçmişi ile Broadway performansı geleceğinin taban tabana zıt kutuplarının nasıl çarpışacağına dair bilinmezlik. Böylesine derin bir ikilemden binlerce farklı senaryo üretilebileceği gibi, komediden drama, korkudan müzikale her kulvara hitap etme avantajları da mevcut. İşte Iñárritu ve ekibinin yalın tercihlerinin getirdiği esas başarı burada ortaya çıkıyor.

 
Iñárritu, Birdman'i ele alırken müdahaleci bir kontrol manyağı yönetmen gibi davranmak istemediğini anlatmaya çalışıyor. Tadına doyulmaz plan sekans anlar ve sanki kesilmiyormuş gibi gösterilmeye çalışılan kurgusal bütünlük, bir Broadway oyununun prova ve ön gösterim aşamalarını, bu aşamaların gerçek hayatla olan bağlantılarını sahici kılmak için mükemmel bir tercih. Zira artık Birdman (Hollywood + geçici şan şöhret) yok, Riggan Thomson (Broadway + sanatçının bireysel sanat damarlarını bulma ihtiyacı) var. Nasıl ki bir süper kahraman filminin yarıdan çoğu bilgisayar başında kotarılıyorsa, bir Broadway oyunu da kesintisiz oyuncu gücüyle, canlı plan sekanslar bütünüyle vücuda geliyor. Iñárritu'nun bu özel efekt detayına da somut bir göndermesi mevcut. Ama Thomson'ın / Keaton'ın kendinden sonra Batman olmuş George Clooney'ye yaptığı şık göndermenin anlatmaya çalıştığı gibi, özellikle sinema ve tiyatro sektöründe aktörlük yapan insanların zamana yenik düşen popülaritelerini yeniden kazanmaları oldukça zor olabiliyor. Buna içerlemek kaçınılmaz. Aktör egosu, Thomson'daki gibi bir noktadan sonra aynı şeyleri tekrar etmekten sıkıldığı ya da artık tercih edilmediği için, kendini daha meydan okumacı bir alana atıp orada kendini kendine ispat etme çabasına girebiliyor.
 
Sinema tarihi, üzerine yapışan roller yüzünden sonrasında tutunamayan, alkol ve uyuşturucu kıskacına düşen, terapi gören türlü oyuncu örneklerine sahip. Bazıları da Riggan Thomson gibi kendi terapisini tiyatro sahnesinde yeniden doğuş gerçekleştirmekle sağlamaya çalışıyor. Çünkü Birdman gibi uçabilen, parmak şıklatarak ortalığı tarumar edebilen bir süper kahramanın gölgesinde uzun yıllar yaşamanın verdiği ego, gerçek dünyaya dönüp kendini aynada Thomson olarak gördüğünde arızalarıyla yüzleşmeye başlıyor. Bu da o egonun sürekli parlatılma ihtiyacına denk düşüyor. Thomson bunu artık Birdman olarak yapamayacağı için, artık Birdman'i tuvalete atıp sifonu çekmek istediği için ve bir sanat dalı olarak oyunculuk gücünü kendine olduğu kadar, küçümsendiği bu farklı sanat çevresine yeniden kanıtlamak istediği için Broadway riskine giriyor. Çünkü Thomson, kendini sürekli manipüle etmeye çalışan Birdman personasının ona oyunculuk gücünü unutturması, kötü bir ebeveyn olması, beraber olduğu insanlara karşı sorumsuzlaşması gibi yan etkilerden muzdarip bir oyuncu. Peki oyunculuktan bahsederken aslında neden bahsediyoruz? İşte Riggan Thomson, hatta uzun süre sonra Michael Keaton filmde bu soruya seyircinin şahsi yanıtlar verebileceği geniş seçenekler sunuyor. Thomson'ın kibirli rol arkadaşı Mike'ın (Edward Norton) normal hayatında zorlanıp sahnede ereksiyon olması, Lesley'nin (Naomi Watts) sevgilisi Mike tarafından konsantre olduğu rolünden zorla çıkarılması üzerine verdiği duygusal tepki gibi yan unsurlarla desteklenen seçenekler bunlar.
 
 
Özellikle Broadway semalarında oyunculuk kavramının ırkçılığı çağrıştıran bir ayrımcılığa itildiğine de tanık olmak mümkün. Filmde Hollywood - Broadway arasında yaşanan bu ayrım, aslında evrensel bir sinema - tiyatro oyunculuğu ayrımını kapsamakta. Flaubert'in filmde de geçen "tıpkı bir adamın asker olamayınca muhbir olması gibi, bir insan sanatçı olamazsa eleştirmen olur" sözünü doğrularcasına kibirli bir tiyatro eleştirmeni olan, Broadway'deki oyunların geleceğinin onun yazılarına bağlı olduğu Tabitha Dickinson'ın Thomson'ı sırf Hollywood kökenli olmasından dolayı daha oyunu izlemeden kötüleyeceğini söylemesi, bu ayrım yanında eleştirmenlik kavramının çizgilerini de yoklayan bir yapıda. Oyunculuk yapmamış eleştirmenler tarafından tumturaklı sıfatlarla etiketlenen eleştirilere karşı, aktörün veya yapımcının çektiği çilelerin öne sürülmesi fazla romantik bir antitez olsa da, bir eleştirmenin kendini herşeyin üstünde görüp filmi / tiyatro oyununu mahvetme gücüne sahip olduğunu düşünmesi de ayrıca eleştirilebilir. Broadway eleştirmenlerinin Hollywood ve onun yaramaz çocuklarını dışlamaları, cahil bulmaları, aktör değil "ünlü" olduklarını düşünmeleri, entellektüel - popüler, sanat filmi - festival filmi ya da doğrudan sinema filmi - tiyatro kamplaşmalarına çanak tutuyor. Bu kamplaşmalara katılım sağlamamıza uygun zemin hazırlayan gişe hedefli, zeka özürlü Hollywood mamüllerinden haberdarız. Ama Birdman gibi istisnai filmlerin durdukları yer gerçekten çok kıymetli.
 
Bir zamanların Batman'i Michael Keaton, kariyerinin en iyi performansını böyle bir rolle gösteriyor dersek abartmış olmayız. Çünkü filmin iç içe geçmiş süper kahraman ve aktör kalıplarının, bu bağlamda gerçek hayat ile sinema filmi Birdman'in örtüşmesi Keaton'ın işini çok kolaylaştırıyor. Zira filmin kahramanı Riggan Thomson değil de doğrudan Michael Keaton olsaydı dahi pek yadırganmayabilirdi. Bu örtüşmenin getirdiği sinemasal şeffaflık, Birdman kostümü ya da slip don içinde bile Keaton'ın kariyer düşüşüne temasta hiç zorlanmıyor. Aktöre ait birçok ışıltılı sahne mevcut ki, buna en büyük etken Keaton'ın belki de kendisini oynuyor olması. Thomson gibi taze başlangıç arzulayan bir aktörün bloğu, Facebook ve Twitter hesabı olmamasının onu bir hayalete çevirdiği günümüz medya dinamikleri de dikkate alındığında, kendisini oynayan Keaton'ın başarısı, tamamen bu dinamiklere sırtını dayamış sözde oyuncuların varlığını sorgulatıyor. Ayrıca Edward Norton ve Naomi Watts da kendilerine özel bazı sahnelerle göz dolduruyorlar. Emma Stone'un özellikle babasına şarladığı sahnede devleşmesini de buna ekleyelim. Plan sekanslar, ilk başlarda kulak tırmalasa da, alıştıkça tuhaf bir meditasyon etkisi yaratan deneysel caz baterisi, doğaçlama lezzeti taşıyan performanslar ve kesişen hayatlar temalı filmlerle adını duyuran, artık karakterlerin yolunu sadece dar tiyatro koridorlarında kesiştiren Alejandro González Iñárritu... Hakkında ne söylenirse söylensin, Birdman'i tanımlamak için Thomson'ın soyunma odasındaki aynada asılı cümle çok şey anlatıyor: "Bir şey neyse odur, o şey hakkında söylenenler değil."

17 Şubat 2015 Salı

Kraftidioten (2014)


Yönetmen: Hans Petter Moland
Oyuncular: Stellan Skarsgård, Pål Sverre Hagen, Bruno Ganz, Birgitte Hjort Sørensen, Peter Andersson, Birgitte Hjort Sørensen, Anders Baasmo Christiansen, Jakob Oftebro, Kristofer Hivju
Senaryo: Kim Fupz Aakeson
Müzik: Brian Batz, Kaspar Kaae, Kåre Vestrheim

Norveç yükseklerinde kar küreme görevinde bulunan Nils (Stellan Skarsgård), evli ve yetişkin bir erkek çocuğu sahibi örnek bir vatandaştır. Öyle ki yaşadığı çevrede ona Yılın Vatandaşı Ödülü bile verilir. Birgün oğlunun aşırı dozdan öldüğü haberini alır ama uyuşturucu kullanmadığından emin olduğu için buna inanmaz. Oğlunun intikamını almak için en alttan başlayarak tek başına suçluları birer birer avlamaya başlar. Adamlarını kaybetmeye başlayan Norveçli "Kont" lakaplı Greven, bunun sorumlusu olduğunu düşündüğü Sırp mafya lideri "Papa" ile takışınca savaş çıkar. Kimse olayların fitilini ateşleyen Nils'in varlığından haberdar değildir. Ama Nils, oğlunun intikamını almak için Kont'u öldürmeye kararlıdır.

Kim Fupz Aakeson'ın yazıp Hans Petter Moland'ın yönettiği İsveç / Norveç ortak yapımı Kraftidioten, basit ama zekice kurgulanmış güzel bir İskandinav kara mizah örneği. Tuhaf bir ciddiyetle spontane bir mizahı çarpıştırıp, Coen benzetmelerine muhatap olan filmin bu benzetmeleri çeşitli yönlerde haklı çıkardığı söylenebilir. Gerilim, suç ve komedi gibi farklı türleri kağıt üstünde kaynaştırmanın, bu kaynaşmayı filme alarak etkisini korumanın zorluğu düşünülünce Aakeson ve Moland ikilisinin iyi bir iş çıkardığı söylenebilir. Aslında hiç de komik olmayan bir evlat kaybı çıkış noktasından seri intikam cinayetleri süreci başlatmak, sonra bunu iki mafyayı birbirine düşürecek şekilde geliştirmek birtakım ince ayarlarla mümkün hale geliyor. Mesela filmde her ölen kişiden sonra o kişinin bağlı olduğu dini sembol eşliğinde adı ve soyadını gördüğümüz geçişler, en önemlisi de işlediği cinayetlere rağmen bir türlü bunların Nils'in üstüne kalmayıp mafya hesaplaşması olarak algılanmasının yarattığı senaryo yapısı yüzlerde tebessüm yaratmaya yetiyor. Stellan Skarsgård ve Bruno Ganz gibi iki usta oyuncunun varlığı da önemli katkı sağlıyor. Ancak Kont rolünde izlediğimiz Pål Sverre Hagen'in hem fiziksel, hem de abartılı performansı yüzünden rolünün hakkını verdiğini düşünmüyorum. Kraftidioten, Coenler haricinde en önemli örnekleri genelde Avrupa'dan çıkan küçük çaptaki kara komedilerden hoşlananların kaçırmaması gereken bir film.

14 Şubat 2015 Cumartesi

Nightcrawler (2014)


Yönetmen: Dan Gilroy
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Rene Russo, Riz Ahmed, Bill Paxton, Ann Cusack, Kevin Rahm
Senaryo: Dan Gilroy
Müzik: James Newton Howard

The Fall, The Bourne Legacy, Real Steel gibi farklı senaryolara adını yazdırmış Dan Gilroy'un yazdığı Nightcrawler, aynı zamanda kendisinin ilk yönetmenlik deneyimi. Özellikle Bourne serisinin senaristi olarak bilinen Tony Gilroy'un kardeşi olan Dan Gilroy, yönetmen olarak bu filmle Hollywood'a fırtına gibi girdi denebilir. Bütünüyle kendisine ait ilk film olarak Nightcrawler, yönetmenlik açısından ilk film olduğunu sezdirmese de, bana göre senaryo açısından bazı yetersizliklerini örtbas etme konusunda başarılı bir yapım. Medyanın çıkarları doğrultusunda her türlü haberi ve bunları sunuş biçimini mübah sayması gerçeğini, kazara suç muhabiri olan Louis Bloom özelinden yeniden inşa eden Gilroy, kişisel bir yükseliş hikayesini suç odaklı medya eleştirisiyle paralel götürüyor. Louis Bloom karakteri de filmin dile getirmek istediği herşeyi üzerinde iyi taşıyor.

Saha haberciliğinin zorlukları üzerine kahraman muhabirler övgüsü yapmaya soyunmayan Gilroy, tam tersi, Bloom gibi hırslı, girişken ve bu konuda eğitimsiz olmasına rağmen sadece kişisel gelişim anlamında kendini yetiştirmiş birinin bile bu işi yapabileceğine dair ilk önemli atışını başarıyla yapıyor. Bunun dışında sahip olmanız gerekenler polis telsizi, bir kamera ve her türlü ayak işlerinizi yapacak bir stajyer diyerek kendine arka çıkıyor. Bu muhabirlik sırasında elde edilen görüntülerin haber değeri taşıması için mümkün olduğunca şiddet içerikli ve duygu sömürüsüne müsait olması, en önemlisi de sonraki haber bültenlerine malzeme çıkaracak devamlılığının olması gerekiyor. Bunları yaşayarak öğrenen Bloom, yakaladığı kanlı bir kazazede görüntüsünü bir televizyon kanalına satarak yükselişe geçiyor. Tüm bunları yaparken vicdani ve etik değerlere kafa yormamasının da bu yükselişte payı olduğunu biliyor.

Dan Gilroy, Louis Bloom'u kelimelerle arası iyi, girişken ve kendini pazarlamasını bilen bir adam olarak tasarlarken onun aynı zamanda ne iş olsa yapmaya hazır bir işsiz, hatta soğukkanlı bir hırsız olarak tanımlamasıyla aslında medya sektörüne en büyük darbelerden birini vuruyor. Böyle kalifiye görünümlü bir adamın bunca zamandır işsiz olmasını, eline geçen her fırsatta birilerinden iş istemesini ve reddedilmesini gösterdikten sonra önüne sunduğu fırsatlarla Bloom'a itinayla kariyer haritası çizen Gilroy için filmi yola koymak kolaylaşıyor. Gilroy, gerekli eğitimi almamış, internetten öğrendiği kişisel gelişim kriterlerine adapte olmuş, minareyi çalıp kılıfını hazırlamayı iyi beceren birinin bile bu sektörde kolayca iş bulabileceğini, yükselebileceğini iddia ediyor ki bunu, hatta bundan daha kötülerini zaten yıllardır kendi medyamızdaki sığ figürler sayesinde biliyoruz.


Ancak Gilroy bu mühim (!) tespitleri yaparken Bloom'un manipülatif zekasına dayalı bazı etkili yöntemler kullansa da, onu mesleki anlamda yükseltmeye çalıştığı süreci işlerken fazla tutarlı davranabiliyor. Şöyle ki, doğru zamanda doğru yerde olabilen, hatta kırk yıllık polis muhabiri gibi görüntü alıp bunları pazarlayabilen Bloom'un "acemi şansı" fazla mizansen kokuyor. Özellikle üçlü cinayet davasında polisten dakikalar önce olay yerine varması, katilleri kaçarken görüntülemesi, bununla kalmayıp eve girerek uzun süre detaylı çekimler yapması, Gilroy'un hiç de adil dövüşmediğini düşündürüyor. Bu süreç boyunca sanki bir yakalanma tehditi varmış gibi aceleden devşirme bir gerilim yaratılması bana göre fazla planlı bir kandırmacadan ileri gitmiyor. Sanki tüm bu çevre düzeni Bloom mesleğinde büyük bir sıçrama gerçekleştirsin diye bilerek hazırlanmış gibi duruyor. Böylece bunun bir "senaryo" olduğu daha fazla hissediliyor.

Aynı şekilde, Bloom'un yanında çalışması için ikna ettiği Rick ve haber kanalı sorumlusu Nina ile çıkar ilişkileri başlarda iyi kurgulanmasına ve sürdürülmesine rağmen, finale doğru yine senaryonun bu "korumacı" Hollywood üslubu devreye giriyor. Bu boşluklar görmezden gelindiği vakit (ki bu görmezden gelme işi kimine kolay, kimine zor gelecektir) derdini anlatmış bir medya eleştirisine ev sahipliği yapmasına rağmen Nightcrawler, Jake Gyllenhaal'un başarılı oyunu haricinde çok büyütülecek bir film değil. Gyllenhaal, Louis Bloom performansında o kadar iyi ki, filmin kusurlarının üstünü örtmeye yönelik bir ilüzyon dalgası yayabiliyor. Bu heyecan dalgasına kapılan bazı sinemaseverlerin filmi tanımlarken Taxi Driver, Network veya Breaking Bad benzetmeleri yapmalarına ne demeli bilmiyorum. Eleştirel açıdan yeni birşey sunmadığı gibi Amerika'yı yeniden keşfetmeye çalışan bir film Nightcrawler. "Bu olmadı, filmin gönlünü al" denirse de (Jake Gyllenhaal performansını ve James Newton Howard müziklerini bir kenara koyarsak), lekeli veya ne idüğü belirsiz geçmişlere sahip popüler ve zengin medya figürlerine yaptığı atıflarla bir başka cesaret örneği diyelim olsun bitsin.

9 Şubat 2015 Pazartesi

La isla mínima (2014)


Yönetmen: Alberto Rodríguez
Oyuncular: Javier Gutiérrez, Raúl Arévalo, Nerea Barros, Jesús Castro, Antonio de la Torre, Adelfa Calvo, Beatriz Cotobal, Salva Reina
Senaryo: Alberto Rodríguez, Rafael Cobos
Müzik: Julio de la Rosa

1980 yılında geçen La isla mínima, birbirlerine zıt iki dedektif olan Juan ve Pedro'nun 15 ve 17 yaşlarındaki iki kızkardeşin kayıp vakasını araştırmak üzere taşraya gönderilmelerini konu alıyor. Bulundukları civarda hafifmeşrep olarak anılan kardeşler çok geçmeden vahşice işkence görüp tecavüze uğramış şekilde ölü bulunuyorlar. Kasabada kısa bir süre önce benzer bir cinayet daha işlendiği anlaşılınca dedektifler bazı şüpheli olayların izini sürmeye başlıyor. Baskıcı Franco döneminden yeni çıkmış İspanya'nın bunalımlı atmosferini bir taşraya taşıyan film, genel anlamda dönemin politik yapısından bağımsız bir polisiye gerilim başarısı taşıyor. Ama Juan'ın karanlık polis geçmişi ve Pedro'nun tayin bekleyen isyankar memur özelinde bu sancılı geçiş dönemine anlamlı vurgular da yer buluyor. Juan ve Pedro arasındaki patlamaya hazır ideolojik farklılıklara gem vurulmaya, bu gizemli seri cinayetler davasına odaklanılmaya çalışılması da bilinçli olarak senaryoya yediriliyor.

İspanya'nın en prestijli sinema organizasyonu olan Goya 2015'te, En İyi Film, Yönetmen, Orijinal Senaryo, Erkek Oyuncu (Juan rolündeki Javier Gutiérrez), Yeni Kadın Oyuncu (kızların acılı annesi Rocío olarak izlediğimiz Nerea Barros), Görüntü Yönetimi, Sanat Yönetimi, Kurgu, Müzik, Kostüm olmak üzere tam 10 dalda ödül kazanan La isla mínima'nın senaryosu Alberto Rodríguez ve Rafael Cobos'a, yönetmenliği de Rodríguez'e ait. Bu ikili Goya 2013'te de Unit 7 filmleriyle En İyi Senaryo ödülünü evlerine götürmüşlerdi. La isla mínima gerçekten iyi bir film. Bu 10 ödüle kalem kalem baktığımızda (tabii rakip filmleri izlememiş olmakla birlikte) hepsini hak ettiğini söyleyebiliriz. Özellikle iki başrol oyuncusu Javier Gutiérrez ve Raúl Arévalo'nun bireysel ve ikili performansları ile, 1980 yılının dönem unsurlarını yansıtan başarılı detaylarıyla, politik hararetini hikayesinin önüne geçirmemesiyle ve finale kadar sürüklediği bu gizemli hikayesini kurgulayış biçimiyle etkileyici bir yapım. Ama...

90'lardan itibaren Se7en ile birlikte uyumsuzluktan uyum yakalayan iki ortağın çözmeye çalıştığı seri cinayetler konulu o kadar fazla film izledik ki, bir çoğumuz bu tip filmlere dair bir kullanma kılavuzu bile hazırlayabiliriz. Salinui chueok'tan True Detective'e birçok farklı milletten, farklı formatlarda yorumlara tanık olduk ve yükselen seyirci çıtamız artık bu yapımlarda bizi deyim yerindeyse mızmızlaştırıyor. La isla mínima, iyi sürüklediği polisiye gizem öyküsünün dramatik kablolarını sağlam bağlamasına rağmen suçlu ya da suçluların belirlenme / cezalandırma aşamasında önemli eksiklikler veya muğlaklığını korumaya çalışma gayretiyle tatminsizlikler yaşatabiliyor. Düğümler çözülmüşken onları anlaşılır biçimde tekrar düğümleyen başarılı şok finallere öykünme neticesiyle havada bırakılan birtakım detayların (şapkalı adamın akıbeti, gazetecinin tab ettirdiği fotoğraf, Juan'ın geçmişiyle ilgili cinayet mevzusunda yaşanılan ters köşe kararsızlığı vs.) altından tatminkar biçimde kalkılmamış denebilir. Elbette bu tip filmlerin senaryoları, herşeyi en ince detayına kadar çözmek zorunda değildir. Hatta çözümsüz bıraktıklarıyla şimdiden efsaneleşmiş örnekler vardır. Ancak La isla mínima, eksiklik olarak görülebilecek bu detayları biraz daha netleştirdikten sonra düğümleyebilirdi. Böylesi göreceli tatminsizliklere rağmen mutlaka görülmesi gereken bir film.

6 Şubat 2015 Cuma

Fasandræberne (2014)


Yönetmen: Mikkel Nørgaard
Oyuncular: Nikolaj Lie Kaas, Fares Fares, Pilou Asbæk, Danica Curcic, David Dencik, Sarah-Sofie Boussnina, Johanne Louise Schmidt, Marco Ilsø, Søren Pilmark, Beate Bille, Adam Ild Rohweder
Senaryo: Nikolaj Arcel, Rasmus Heisterberg, Jussi Adler-Olsen
Müzik: Patrik Andrén, Uno Helmersson, Johan Söderqvist

90'lı yıllarda Thomas ve Marie Jørgensen adlı ikizleri vahşice öldürülmüş, Bjarne Thøgersen adlı uyuşturucu bağımlısı sefil bir genç olayı üstlenerek teslim olmuştur. Bjarne, iki cinayet ve tecavüzden beş yıla mahkum olmuş ama üç yıl sonra serbest bırakılmıştır. Bunun sebebi de sadece milyonerleri savunmasıyla ünlü avukatı Bent Krum'un nasıl olduysa Bjarne'ın davasını üstlenmesidir. İkizlerin eski bir polis müfettişi olan babası Henning Jørgensen, olayın perde arkasında başka şeylerin olduğundan şüphelenmiş, yıllarca uğraşmasına rağmen olayı aydınlatamamıştır. Son çare olarak, kapanmış eski dava dosyalarının tutulduğu Department Q'nun sorumlusu Carl Mørck'u ikna etmeye çalışsa da, Carl onu ciddiye almaz. Aynı gece Henning intihar eder. Bunun üzerine vicdan azabı duyan Carl, ortağı Assad ile birlikte Jørgensen kardeşlerin kapanmış davasını araştırmaya karar verir. Olay derinleştikçe 20 yıla yayılan birbiriyle bağlantılı suçlar ve dramlarla örülü bir komplo ağıyla karşılaşırlar.

Jussi Adler-Olsen’in romanından uyarlanmış 2013 tarihli Kvinden i buret (The Keeper Of Lost Causes), Nikolaj Arcel tarafından senaryolaştırılmış, Mikkel Nørgaard tarafından da yönetilmiş başarılı bir polisiye gerilim filmiydi. Bu roman serisinin film olarak devam edeceği de belliydi. İşte Fasandræberne (The Absent One), senaryoya Rasmus Heisterberg'in de katkısıyla aynı ekibin ikinci filmi. Farklı bir dava ve karakterlerle ilk filmin başarılı çizgisini sürdüren Fasandræberne, aralarında tuhaf bir kimya bulunan dedektifler Carl ve Assad'ı tekrar zorlu bir macerada izlediğimiz bir film. Senaryosu ve kurgusuyla polisiye roman kıvamını tıpkı ilk filmde olduğu gibi hissettiren film, bu iki karakterinin üzerine yeni birşeyler koymuyor. Ama zaten amacı da bu değil. Bu iki filmin ortak özelliği, tozlu raflardan alınıp tekrar masaya konulan, zamanında yalan yanlış üstü örtülerek kapatılmış, ardında bir sürü mağdur bırakmış bu davaların karakterlerin önünde geçmemesine dikkat edilmesi.


Tadını kaçırmamak adına Jørgensen kardeşler davasının detaylarını filme saklamak en iyisi. Ama bu serinin ölçülü tarafı, uzun soluklu bir "katil kim" gizemi yaratmaktansa, o kapanmış davanın gerçek suçlularının ve kurbanlarının aradan geçen zamanda geçirdikleri motivasyon, pişmanlık, vicdan değişimlerini, ayrıca hiçbir şekilde zaman aşımına uğramayan yaraların bıraktığı etkileri irdelemesi. Zaten seyirciyle kedi-fare oyunu oynamak gibi bir niyet olmadığından, bu vahşi cinayetlerin faillerini saklama gereği duyulmuyor. Mühim olan, bu cinayetlere giden yolun nasıl bir süreçten geçtiği. Tabii polisiye ürünlerde olması gereken sürükleyici kurgu ilk filmdeki gibi işliyor. Özellikle iyi kotarılmış flashbacklerin filme serpilişi hikayeye bağlılığı güçlendiriyor. Ancak filmin kilit ismi olan Kimmie'nin 90'larda sahip olduğu suçlu profilinden vicdani olgunluğa geçiş sürecinin başarısına rağmen, 20 yıl sonraki halinde yaşananlar senaryoyu sarkıtıyor. Ana akım yapısını reddetmeyen film, bu sarkmayla filmin heyecan kotasını bir miktar yükseltse de, filmin olgun tavrının yanında bu yükselişin yapaylığı göze batıyor.

Kvinden i buret'deki teknik kadronun korunduğu Fasandræberne, bu ilk film izlenmemiş olsa bile seyirciye pek yabancılık hissettirmeyecek bir film. Daha önce de belirttiğimiz gibi hikayenin kendisi karakterlerin önünde. Bu yüzden boşanmış Carl'ın oğluyla olan iletişimsizliği ya da geçmişine dair hakkında pek birşey bilmediğimiz Assad'ın tamamlayıcılığı üzerine yeni unsurlar eklenmiyor. Nikolaj Lie Kaas ve Fares Fares'in uyumlarında da değişme yok. Yeni olarak sadece Rose adında zeki ve sevimli bir sekreterleri var. Her bölümde farklı bir macera içeren polisiye bir dizinin aynı başarıyı sürdüren ikinci bölümü niteliğindeki film, sağladığı bu istikrarla ve filmde Assad'ın da belirttiği üzere kendilerini bekleyen 50 sözde "çözülmüş" davanın varlığıyla yeni heyecanlara gebe bir polisiye kanal açıyor. Türe çok büyük yenilikler vaat etmese de iki başarılı filmden sonra kendisine alıştırıyor. Senarist Nikolaj Arcel'in bu kez yönetmen koltuğuna da oturacağı üçüncü film Flaskepost fra P'nin yolda olması da sevindirici.

1 Şubat 2015 Pazar

[REC] 4: Apocalypse (2014)

 
Yönetmen: Jaume Balagueró
Oyuncular: Manuela Velasco, Paco Manzanedo, Héctor Colomé, Ismael Fritschi, Críspulo Cabezas, Mariano Venancio, María Alfonsa Rosso, Carlos Zabala, Cristian Aquino, Emilio Buale
Senaryo: Jaume Balagueró, Manu Díez
Müzik: Arnau Bataller

Bir başka [REC] filminde yine beraberiz. Saw, Taken, [REC] derken, artık bile bile lades bu devam filmlerini izlemeyi sürdürüyoruz. Jaume Balagueró ve Paco Plaza ikilisinin 2007'de yazıp yönettikleri [REC] haklı olarak o kadar ses getirdi ki, maalesef ışığı gören devam filmleri peşpeşe gelmeye başladı. Balagueró ve Plaza 2009'da ilki kadar olmayan ama iyi kötü konsepti sürdürmeye çalışan [Rec]² ile ortaklıklarını sürdürdüler. (Bu arada ikiliye senaryoda Manu Díez de eşlik etti.) Derken 2012'de Balagueró'nun hiç karışmadığı, Paco Plaza'nın başka senaristlerle birlikte yazıp kendisinin tek başına yönettiği [REC]³: Genesis adıyla öyle bir sözde devam filmi geldi ki, hem hareketli kamera konseptini kaldıramaması, hem de suyu çıkarılan kara mizah öğeleriyle [REC] markasından nemalanmaya çalışan bir parazitti adeta. Oyuncu kadrosu ve konusu da tamamen farklı olan bu üçüncü film, sırf işin içinde Plaza var diye başka bir filmden yeni bir [REC] devam filmine çevrilmiş gibiydi. İkinci filmde tuhaf bir durumda bıraktığımız muhabir Ángela Vidal'in akıbetinin ne olacağı sorusu da hiç kimsenin umurunda değildi. Sanırız seriyi bu acınası durumdan kurtarmak isteyen Jaume Balagueró ipleri tekrardan eline alıp (Plaza'yı oyun dışı bırakarak) ikinci filmde co-writer olan Manu Díez ile birlikte [REC] 4: Apocalypse'i yazıp tek başına yönetiyor. Bu sayede aslında üçüncü film olması gereken bir dördüncü film izliyoruz.

[REC] 4: Apocalypse, Ángela Vidal'in havaya uçurulmak üzere olan binadan polisler tarafından son anda kurtarılmasıyla başlıyor. Böylece ikinci filmle sağlam bir köprü hemen kuruluyor. Ángela, onu kurtaran polislerden, Dr. Ricarte'nin liderliğindeki bilimsel çalışmalar yürüten bir ekipten, onları koruyan bir grup askerden ve mürettebattan oluşan kalabalık bir kadroyla bir gemide gözlerini açıyor. Hatta sırf üçüncü filmle bağlantı kurulsun diye kanlı düğünden kurtulan yaşlı bir kadın bile var. Virüse karşı bir tedavi geliştirmek amacıyla virüs kapmamış insanlarla uzaklara açılan bu "temiz" gemide yapılan deneyler, bir deney maymununun kaçmasıyla çığrından çıkıyor ve ortalığın karışması için gerekli ortam sağlanıyor. İlk ve ikinci filmdeki dehşet verici apartmandan tek kurtulan kişi olan Ángela'nın durumuna ikinci filmin finalinde tanık olmuştuk. Bu da onu Apocalypse'in şüphelisi yapmaya yetiyor. (Bu arada Apocalypse'in en etkileyici anları da tavan arasında Ángela'nın yaşadıklarını kaydeden kamera kayıtlarının izlendiği kısa bölüm oluyor kanımca.) Ama kırılma noktası olarak son derece saçma bir planlama yapılması sonucu seyirciyi aptal yerine koymaktan çekinmeyen Balagueró, bir found footage klasiği olan ilk [REC] filminin bitmediğini düşündüğü kredisini yavan korku-gerilim-aksiyon hamleleriyle iyice eksiye düşürüyor. Finalde anlıyoruz ki, artık posası çıkarılmış bu filmde malzeme hiç bitmeyecek. Ángela da devam filmleriyle itibarı iyice sarsılmış bir Ripley gibi saçma maceraların öznesi olarak yoluna devam edecek.