21 Ocak 2014 Salı

The Broken Circle Breakdown (2012)


Yönetmen: Felix Van Groeningen
Oyuncular: Johan Heldenbergh, Veerle Baetens, Nell Cattrysse, Geert Van Rampelberg, Nils De Caster, Robbie Cleiren, Bert Huysentruyt, Jan Bijvoet
Senaryo: Johan Heldenbergh, Mieke Dobbels, Carl Joos, Felix Van Groeningen
Müzik: Bjorn Eriksson

2009’da The Misfortunates ile festivallerin gözde yönetmenlerinden biri olarak karşılanan Felix Van Groeningen’in yeni filmi The Broken Circle Breakdown, aşk, tutku, ölüm, din ve müzik üzerine söyleyecek çok şeyi olan kuvvetli bir dram. Filmde Didier rolünde izlediğimiz Johan Heldenbergh ve Belçikalı aktrislerden Mieke Dobbels’in birlikte yazdıkları bir oyunun Groeningen ve Carl Joos tarafından sinemaya uyarlanmış hali. The Misfortunates da da gözlemlediğimiz gerçekçi dramatik anlatımın dozajını biraz daha arttıran Groeningen, dövme sanatçısı Elise ile müzisyen (aynı zamanda filmde tadilat tamirat işlerinden de anladığı görülen) Didier’nin fırtınalı ilişkilerinin evliliğe, çocuk sahibi olmaya doğru giden hikayesini anlatıyor. Küçük kızları Maybelle kansere yakalanınca bu aşkın, evliliğin ve inancın sancıları yaşanmaya başlıyor.

Filmin en dikkat çekici yanı kurgusu. Didier ve Elise’in ilişkisi filmin ilk yarısında normal seyrinde değil, zamanda ileri-geri gidişler şeklinde işleniyor. Maybelle’in hastalık sürecini izlerken birden ikilinin ilk yıllarına geri dönebiliyoruz mesela. Bu anlatım şekli başta dağınık bir görünüm sunsa da, karakter bolluğu olmadığı için filmin en güçlü yönlerinden biri haline geliyor. Heyecan ve tutku yüklü EliseDidier çiftinin bir anda çocuk sahibi olmuş ebeveynlere dönüştüğünü daha sonra tekrar Maybelle’den öncesinde yaşadıkları gelgitleri görüyoruz.

Elise hamile olduğunu öğrenene kadar her şey normal seyrinde ilerlerken, bu noktadan sonra sıkıntılar başlıyor. Her ne kadar bu beklenmedik hamilelik meselesi kazasız atlatılsa da, aslında kazasız atlatıldığını sandığımız pek çok şeyin bilinçaltında hazır biçimde tutulduğunu biliyoruz. Elise’in inançlı, Didier’nin ise ateist olması gibi, tarafların birbirine arızalı görünen yanlarına olan tepkiler böylece ilişkinin metabolizmasında kendilerine daha kolay yaşam alanı buluyorlar. İlk yarının sonundaki kırılma noktasıyla da o yaşam alanından kurtulup karakterlerin ruh hallerine daha belirgin şekilde sirayet etmeye başlıyorlar.


Filmin ikinci yarısı da aynı kurgu anlayışıyla başlıyor. Bu kez gece vakti acil servise giden bir ambulans ve ambulansın içindekini telaşla takip eden bir araba görüyoruz. Sonra biraz geriye gidip Didier ve Elise’in “kırıldıkları” noktadan devam edişlerini izliyoruz. Burada “her şeye rağmen hayat devam ediyor”un sancılı bir analizi yapılıyor. Hayatın, bireylerin kararları doğrultusunda mı, yoksa geçmişte onların yaptıkları bazı yanlışların bedelini ödeten ruhani bir güç tarafından mı devam edeceğine yönelik her daim güncel bir tartışmanın içine çekiliyoruz. Güçlü biçimde tetiklendiği vakit, her şeyin üstesinden geleceğine inandığımız aşkın, inanç ve inançsızlık arasındaki yıpranışı, bilim ve din arasındaki ihtilafın insan hayatını doğrudan etkileyişi, sadece oy uğruna Bush gibi çapsız politikacılar vasıtasıyla din olgusunun dünya sağlık politikalarına müdahalesi filmin fikir sınırlarını daha da genişletiyor.

Amerika hayranı olan, kendini Amerikan kökenli bluegrass müziği ile ifade eden Didier’nin, filmin geçtiği dönemde Amerikan başkanı olan Bush’un dindar seçmenlere yaranmak amacıyla Papa ile elele verip kök hücre çalışmalarını veto etmesinden etkilenişi çok manidar. Bu kelebek etkisinden payını alan bir Belçika ailesinin dramı düşünüldükçe, dünya çapında yaşanan bilmediğimiz nice drama da uyanmak mümkün. Bunun yanında Groeningen’in The Misfortunates’da da işlediği “istenmeyen çocuk” meselesine yaklaşımında benzerlikler bulunmakta. Başta istenmese de zamanla kabullenilen ve sevgiyle bağlanılan bu çocukların çeşitli sebeplerle yitirilişinin, onları başta istemeyen, bazen onları bir “kaza” olarak gören ebeveynlerin (hele de ateist Didier’nin) bağlılık kavramına olan isyanlarını körüklediğini görüyoruz. Öyle ki, prezervatif kullanmanın ahlaki boyutları bile bu eleştiriden nasibini alıyor.

Didier’nin evin önüne yaptığı “teranda”ya çarpıp ölen kuşlar metaforunda, Amerika’nın tüm dünyayı etkileyen karar mekanizmaları mevzusunda, hamileliğin aşkı ve ilişkiyi boyut değişikliğine sokmasında karşımıza çıkan aşk, din, ölüm yansımları, filmin estetik kurgusunda daha dinç ve vurucu oluyor. Böylece film, duygusal olarak en dipte olduğu bir bölümden veya Didier’nin TV karşısında ve sahnede patladığına benzer yükselen sahnelerden bir anda Didier ve Elise’in birbirlerine kur yaptıkları ilk dakikalara dönünce pek alışık olmadığımız bir denge sağlanıyor. Groeningen bunu bir flashback basmakalıplığında değil, bir bütünün bilinçli olarak yerleri değiştirilmiş parçaları olarak pratiğe döküyor. Bu sayede filmin hakim duygusu olan hüznü her zaman eli altında tutuyor.


Bu parçalar arasına ustalıkla serpiştirilen, ayrı bir yazı konusu olabilecek bluegrass şarkıların sahne performansı görüntüleri de bu hüznün kontrolünde önemli rol sahibi. Performans demişken, Johan Heldenbergh ve Veerle Baetens’in olağanüstü oyunculuklarının filmin dizginlerini ellerinde tuttuklarını vurgulamak gerek. İkili o kadar inandırıcı ki, çoğu kez onların oyuncu kimliklerini bir kenara koyup gerçek Elise ve Didier olarak görüyor, benimsiyoruz. Sarsıcı final ve o finalin bir o kadar sarsıcı son karesiyle nihayetlenen The Broken Circle Breakdown, isminin hakkını veren, The Misfortunates ile kalpleri fetheden Felix Van Groeningen’in son yılların en mühim sinemacılarından biri olduğunu tescilliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder