31 Ocak 2013 Perşembe

Argo (2012)


Yönetmen: Ben Affleck
Oyuncular: Ben Affleck, Bryan Cranston, Alan Arkin, John Goodman, Tate Donovan, Scoot McNairy, Clea DuVall, Rory Cochrane, Christopher Denham, Kerry Bishé, Victor Garber, Kyle Chandler, Chris Messina, Zeljko Ivanek, Keith Szarabajka, Sheila Vand, Omid Abtahi
Senaryo: Chris Terrio, Tony Mendez
Müzik: Alexandre Desplat

4 Kasım 1979'da Tahran’daki ABD elçiliğine saldıran militanlar içeride bulunan 52 Amerikalıyı rehin alırlar. İstedikleri, Ayetullah Humeyni tarafından devrildikten sonra büyük bir servetle Amerika’ya kaçan İran şahı Rıza Pehlevi’nin ülkeye iadesidir. Ancak tüm bu kaosun ortasında altı elçilik çalışanı Amerikalı kaçmayı başarır ve Kanada büyükelçisinin evine sığınır. Bulunmalarının ve büyük olasılıkla öldürülmelerinin an meselesi olduğunun farkında olan Tony Mendez (Ben Affleck) adında bir CIA rehine kurtarma uzmanı, bu altı Amerikalının ülkeden sağ salim çıkmasını sağlayacak riskli bir plan yapar. Plana göre Mendez, “Argo” adında düzmece bir bilimkurgu filmi çekme amacıyla ekibiyle mekan bakmak için Tahran’a gidecek, ekibini oluşturan altı kişiyi oradan çıkarmaya çalışacaktır.

Tony Mendez’in kendi yaşadığı bu tarihi olayları anlattığı The Master Of Disguise kitabından Chris Terrio’nun senaryosunu yazdığı Argo, yanlı anlatımının yol açtığı çeşitli arızalarına rağmen son yılların dikkate değer politik gerilimlerinden birisi. Aynı zamanda Tony Mendez’i canlandıran Ben Affleck’in yönetmen olarak üçüncü işi olan Argo, Mendez’in kitabında anlattıklarının ve onun senaryoya aktarılışının ne kadarını yansıtıyor bilinmez. Fakat şu haliyle Hollywood’un çeşitli kereler tekrar ettiği uluslararası rehine kurtarma veya dünya çapında bir krizi sıra dışı bir kahramanlık göstererek önleme temalı filmlere eklenen yeni bir halka sayılabilir. Bu tip politik gerilimlerin sahip olduğu özelliklerin büyük kısmını bünyesinde taşıyan film, daha önce yapılmamış bir şey yapmıyor. Bu bakımdan en önemli avantajı olan gerçek olaylara dayalı senaryosu süslenmeye, daha da önemlisi Amerikan kahramanlığını cilalamaya oldukça müsait. Chris Terrio ve Ben Affleck de bunun bilinciyle yapılması gerekeni yapıyorlar.

2000’ler Amerikan politik sinemasının CIA güdümlü örneklerinde gördüğümüz milliyetçilik arası iç muhalefet / özeleştiri girişimlerinden Argo da nasibini almış. Rehine krizine yol açan Rıza Pehlevi’nin iadesi sorunsalından hareketle CIA’nin dünyanın çeşitli yerlerinde başa geçirdiği liderler için CIA üst düzey yetkilisi Hamilton Jordan’ın “başları sıkışınca bize sığınırlar çünkü tüm bu şerefsizler alaşağı edildiklerinde boğazlarının Mısırlı bir deve baytarı tarafından kesilmeyeceğini bilirler” demesi gibi sol gösterip sağ vurmayı seven bir senaryo taktiği söz konusu. CIA’nin kendi iç dinamikleriyle, sorunlara getirdiği “bisiklet” gibi çözümlerle ve risk alamayan, bu yüzden en garanti yol olarak gördüğü askeri operasyon fikrini hep masada tutan mantalitesine getirilen eleştiriler gayet pozitif etkiler bırakıyor. Başka ülke sinemalarının Amerikan dinamiklerine getirdiği eleştirilerin çoğu bu kadar doğrudan olmayabiliyor. Zira uluslararası komplolara, derin devlet yapılanmalarına, iç hesaplaşmaların ve pazarlıkların perde arkasına bu kadar hakim olup onları bu kadar cesurca eleştirebilmenin altında yatan danışıklı dövüş için olumlu ya da olumsuz bir şeyler söyleyebilmek, ilgili filmlerin samimiyetlerine bağlı çoğu zaman.


Bu son dönem filmlerin “Amerika’yı en iyi Amerika eleştirebiliyor” modasını takip ettiği bir gerçek. Ama bu eleştirilere karşı temkinli olmak da gerekiyor. Danışıklı dövüş, Amerikan kahramanları yaratmak için en sık tercih edilen yol. Argo da bu yolun yolcusu. Şahın iade edilmesi için alınan rehinelerin yerine elçilik çalışanı altı kişinin peşine düşerek çemberini daraltan film, Tony Mendez’in “ancak filmlerde olur” denilen dahiyane ve riskli planını irdelemeyi seçiyor. Şimdilerde nükleer çalışmalarına ivme kazandıran, Oscar alabilen, uzaya maymun gönderebilen İran’ın o dönemde güllük gülistanlık bir yer olmadığı malum. Ancak  ülkenin o hale düşmesinin en önemli sorumlularından biri olan Amerika’nın kendini bir nebze aklamak uğruna türlü kahramanlık payları çıkarması artık alışıldık bir durum. Kendi kabahatlerini dile getirir görünse de onlardan bu yolla tamamen kurtulmak istemeyi, Mendez’in rehine kurtarma operasyonlarını benzettiği gibi bir kürtaj anlayışına benzetmek de mümkün.

Öte yandan film, mahsur kalan insanları kurtarmak için bulunan sahte film planının süreçlerini işlerken kendine bambaşka bir oyun alanı yaratıyor. Eleştirel yanını bu kez Hollywood film endüstrisine kaydırırken renkli, canlı ve esprili bir hal alıyor. Bu noktada devreye giren makyöz John Chambers ve yapımcı Lester Siegel, birbirinden parlak repliklere imza atıyorlar. Ne kadar sahte de olsa, çekilecek filmin Tahran’da bile inandırıcı görünebilmesi için gerekli senaryo, prodüksyon, basın tanıtımı (ki filmde Rock Hudson’ın söylediği iddia edilen “eğer bir yalanı satmak istiyorsan gazetecileri buna ikna etmelisin" alıntısı çok sağlam), afiş, taslak çizimler vs. de ihmal edilmemiş. Herşey ayarlandıktan sonra Mendez’in Tahran’a (aslında İstanbul’a!) yolculuğundan sonra adım adım gerilimini arttıran film, özellikle son yarım saatinde adeta soluksuz bir kaçış bölümü ortaya çıkarıyor.

Elçiliğin işgal edildiği açılış bölümü, sahte film Argo’nun dümenden hayata geçirilme süreci, sahte film ekibinin Tahran’da keşfe çıktığı gün ve tabii havaalanındaki heyecan dolu son yarım saat, Ben Affleck açısından yönetmenlik becerileriyle dolu denebilir. Öte yandan bu anların benzerlerine kah nazi Almanya’sında geçen Yahudi avlarından, kah ofisten yönetilen operasyon gerilimi filmlerden ya da son dakikalara türlü engeller yükleyerek gerginliği tırmandırmayı seven sinema klasiklerinden aşinayız. Affleck bu formülleri iyi işlese de üzerine yeni bir şeyler koymuyor. Tıpkı filmin başrolü Tony Mendez’e hiçbir şey katmadığı gibi. John Goodman’ın canlandırdığı John Chambers’ın filmde Affleck’in yüzüne “aptal bir maymun bile bir günde yönetmenliği öğrenir” cümlesini söylemesi bana çok manidar geldi. Affleck yönetmenliği öğrenmiş, hatta bu filmle oyuncu / yönetmen olarak kendi Braveheart’ını ya da Dances With The Wolves’unu arar hale gelmiş. Ama bunca yıldır iyi bir oyunculuk gösterememesi normal değil. Tony Mendez’i aptal bir maymun gibi göstermesi, sadece onun Hollywood’a yabancı sahte bir yapımcı olduğu sahnelerde işe yaramış. Egosunu fazla şişirmemesini ve bundan sonra yöneteceği filmlerde kendisini ya da en az kendisi kadar yeteneksiz kardeşini başrole koymamasını birileri mutlaka söylemeli.


Yapımcılığını da Affleck ile birlikte George Clooney’nin yaptığı Argo, dönemi çok iyi yansıtan detaycı sanat yönetimi ve Alexandre Desplat’nın şahane müzikleriyle de dikkat çeken bir yapım. Alan Arkin, Bryan Cranston, John Goodman gibi oyuncular zaten kendi kendilerini her zaman idare ederler. (Özellikle filmde Alan Arkin’in tadına doyulmuyor). Ben Affleck’in çektiği filmde oyuncu Ben Affleck’i kimse idare edemiyor görünüyor. Hatta bir başrol olarak Tony Mendez zaman zaman bana en silik karakterlerden biriymiş gibi bile geldi. Clooney’yi de saflarına kattıysa bundan böyle politik sinemayla içli dışlı olacağını kestirmek pek zor sayılmaz. Filmde anlatılan bazı şeylerin gerçekte o kadar şiddetli yaşanmadığına dair iddialar filmin kendisinden daha gerçekçi duruyor. Kahraman Amerikan ajanları ve son dakikada telefona yetişen Hollywood emektarları kadar Kanada’nın rolü de unutulmamalı. Ama filmde unutulmayacak bir şey daha varsa o da Kanada elçiliğinin çalışanı Sahar’ın İran sınırından Irak’a geçişiydi ki, bir cehennemden çıkıp yakında iyice ısınacak olan diğerine geçmenin bir melek için ne kadar acı olduğunu düşündürdü. Pozitif yanlarının terazide biraz ağır basması yanında tatlı gerçekler kadar acıları da (kısa kısa da olsa) en azından düşündürebildiği için Argo iyi bir film. Fakat propaganda yerli yerinde duruyor o ayrı.

26 Ocak 2013 Cumartesi

Killing Them Softly (2012)


Yönetmen: Andrew Dominik
Oyuncular: Brad Pitt, Scoot McNairy, Richard Jenkins, Ben Mendelsohn, Ray Liotta, James Gandolfini, Vincent Curatola, Sam Shepard, Slaine, Trevor Long, Max Casella
Senaryo: Andrew Dominik, George V. Higgins

Gizli bir çetenin önayak olduğu ve büyük paraların döndüğü bir poker salonu iki maskeli adam tarafından soyulur. Daha önce benzer bir soygun planlayıp kendi organize ettiği salonu iki maskeli adama soydurtmuş olan Markie Trattman (Ray Liotta) çeteye yakalanmış ama ikinci bir şans verilerek affedilmiştir. Aynı türde bir başka soygun olunca tüm gözler yine Markie’ye çevrilir. Oysa bu yeni soygun Squirrel lakaplı Johnny Amato’nun tuttuğu iki işsiz serseri tarafından yapılmıştır. Bunun üzerine gerçeği bulup suçluları cezalandırması için infazcı Jackie Cogan (Brad Pitt) görevlendirilir.

George V. Higgins’in 1974 tarihli Cogan's Trade adlı romanını Barrack Obama’nın başkan seçildiği 2008 yılına uyarlayan Yeni Zelandalı yönetmen Andrew Dominik, yine roman uyarlamaları olan Chopper (2000) ve The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford (2007) filmlerinin ardından üçüncü yönetmenliğiyle uzun ara verme geleneğini sürdürüyor. Pek karmaşık görünmeyen suç öyküsünü az aksiyon, çok diyalog mantığıyla çekmeyi tercih eden Dominik, özellikle son yılların en güçlü filmlerinden biri olan ve westernlerden 2000’lerde bile ümidin kesilmemesi inancını körükleyen The Assassination Of Jesse James’den sonra merakla beklenen filminde kendi yükselttiği çıtanın biraz altında kalıyor. Ancak bu durum, Killing Them Softly’yi kötü bir film yapmıyor. Hatta bir suç filminden pek beklenmeyen dinginlik yanında o yoğun diyalog yapısıyla kendine dinamizm kazandıran yılın en iyilerinden sayılabilir.

Filmin başından sonuna kadar çeşitli sahnelerde televizyon ve radyodan duyduğumuz Bush ve Obama’nın ekonominin kötü gidişinden, finansal çıkmazlardan ve Amerikan vatandaşlarının bu zorlukların üstesinden gelip birlik ve beraberlik içinde yaşayabileceğinden alınan pasajların, alaksız görünen sahnelerin üzerine bindirilmesi suretiyle dönemin hassas dengeleriyle bir özdeşlik kurma çabası seziliyor. Bu yöntemin yeni ve artık etkileyici olduğu pek söylenemez. Ancak Dominik gibi zeki bir yönetmenin bunu etkileyici olmak ya da farkındalık yaratmak amacıyla mı, yoksa sadece dönem vurgusu yapmak için mi tercih ettiği başlarda pek kestirilemiyor. Ne zaman ki filmin mafya hiyerarşisi kendini belli etmeye başlıyor, o zaman bazı demeçlerde taşlar daha iyi yerine oturuyor. Mafyanın şirketsel yapısı dahilinde onun çalışanları ve verilen görevleri yerine getiremeyenlerin işten çıkarılışı (!), şaibeli işlerden haksız kazanç elde edenlerin kendi bünyelerinde birbirlerine borçlanarak meseleyi çözme hamleleri, problemleri çözmek ya da küçük işlerini gördürmek için taşeron bulma girişimleri, kısacası suçlu bireylerin temsil ettiği tüm kalemler sermaye piyasasının risk oranı yüksek yansımaları olarak bu filmdeki suç trafiğine ustaca uyarlanıyor.


Andrew Dominik 70’li yıllardan kalma romanı 20. yüzyıla uyarlarken doğru bir tercih olarak daha konuşkan bir üslup seçiyor. Aksiyon düşkünü bir yönetmenin elinde çok başka bir şeye dönüşebilecek bir filmi daha temkinli ve olgun bir hale sokuyor. Ancak bu diyalog bolluğunda zaten süresi 90 küsür dakika olan bir filmi bazen şişirip hantallaştırabiliyor. Yine de her şeyin başlangıcı olan gerilimli soygun sekansı ve Jackie’nin sanki 3D için çekilmiş izlenimi uyandıran şiirsel infaz sahnesi ilgiyi canlı tutmayı başarıyor. Minimal duruşunu Markie’nin dayak yediği sahnedeki gibi sertleştirip, Jackie’nin Johnny Amato’nun yerini öğrenmek için barda Frankie’yi sıkıştırdığı sahnedeki gibi gergin hale getirebiliyor. Yani her yönüyle filmine hakim bir yönetmen var karşımızda. Bunu daha önce olağanüstü bir sinema diline sahip The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford ile çoktan kanıtlamış bir yönetmen.

Brad Pitt, James Gandolfini, Richard Jenkins, Ray Liotta gibi A sınıfı oyuncular rolleri gereği üzerlerine düşenleri (fazlasını değil) yapıyorlar. Ama fazladan efor sarfedenler iki soyguncuyu canlandıran Scoot McNairy ve Ben Mendelsohn oluyorlar. Her halükarda film hiçbir şekilde oyunculuk olarak sırıtmıyor. Filmin başrolünde Andrew Dominik var. Gerek Bush ve Obama gibi Amerika’nın en tepesinden seslenen söylemleri küçük suç rotasına fon eden, gerekse Brad Pitt gibi Amerika’nın en tepesindeki aktörlerden birine “Amerika bir ülke değil sadece bir ticarethanedir” repliğini söyleten Dominik, yeni yetme sinemacılar gibi göstere göstere sistem eleştirisi yapıyor diye düşünülebilir. Fakat bana göre asıl gayesi, Thomas Jefferson’dan günümüze “tüm insanlar eşit yaratılmıştır” sözünün pratikten öteye gidememişliğinin altını 1974 – 2008 düzleminde çizmek ve en önemlisi de yukarıda belirttiğim enfes anlarla sinema sanatının estetiğine verdiği değeri biraz daha keskinleştirip kendine has bir tarz edinme yolunda bir başka adım daha atmaktır. Killing Them Softly sayesinde bunda başarılı da olmuştur.

22 Ocak 2013 Salı

Sleepwalking (2008)


Yönetmen: Bill Maher
Oyuncular: Nick Stahl, Charlize Theron, AnnaSophia Robb, Dennis Hopper, Woody Harrelson, Deborra-Lee Furness
Senaryo: Zac Stanford
Müzik: Christopher Young

Evinden kovulan Joleen’in 11 yaşındaki kızı Tara ile birlikte kalacak bir yere ihtiyacı vardır. Joleen, erkek kardeşi James’den yardım ister ve taşındıktan hemen sonra başka bir adamla gider. James ise yeğeni Tara’yı alıp çocukluğunun geçtiği Utah’a, ailesinin çiftliğine gider. James, Tara’nın bugüne kadar hiç sahip olmadığı baba rolünü üstlenir ve bu onun hayatının asıl amacı haline gelir.

Sleepwalking, ortalama bir bağımsız yapımdan beklenileni verebilecek düzeyde denebilir. Ortalamanın üzeri için ne yapılması gerekir diye sorulursa, böyle mütevazi dramlar için biraz daha karakter odaklı yakın plan sahneler yazılmalıdır diye şahsi fikrimi söylerim. Çünkü buna çok müsait anlar varken deyim yerindeyse kaçak dövüşmesi biraz aslını inkar etmek gibi olmuş. Peki aslı nedir bu filmin? Bana göre kızını geride bırakıp gidebilecek kadar kafası karışmış bir anne, bir anda ona bakmak zorunda kalmış genç, saf ve ezik bir dayı, hayatının baharında oradan oraya sürüklenmek zorunda kalmış bir kız çocuğu için yazılan sahneler bağımsız bir film bünyesinde de olsa çok daha bağlayıcı olmalıydı. Diğer türlü dramatik bir aile dramının inandırıcılığı ikide bir ufak darbeler yemezdi. Yüzme havuzu gibi ilginç bir sekans da bu yüzden filmin standart ciddiyetine daha olumlu katkılar yapabilirdi. Mesela yetenekli AnnaSophia Robb, 12 yaşında aidiyet bunalımına girmiş bir genç kızın dayısına alışma, dedesine alışamama evrelerini daha iyi işleyebilirdi.

Diğer oyunculara bakarsak, konu mankeni Woody Harrelson’ın fonksiyonu sıfır. Yılların tecrübesi Dennis Hopper, canlandırdığı karakter ile ilgili film içinde yaratılan hayalkırıklığını en iyi şekilde yansıtabilecek kadar usta yine. Charlize Theron ne kadar iyi olursa olsun, Joleen rolünün fevkalade vasat gidişatına kurban olmak zorunda ve bu yüzden hiç samimi değil. Filmin tek ve gerçek yaşayanı, küçüklüğünden beri ezilmiş, üzülmüş, itaat etmeyi, sorun çıkarmamayı ilke edinmiş, ama bağlandığı değer uğruna çok büyük bir suç işlemeyi bile göze almış hüzün yüklü James olmuş. Nick Stahl’ın sakin ve acınası performansı filmin en büyük artısı. Tabi bunun yanında, artık ne alakaysa X-Men, X2, Batman & Robin, Mars Attacks! filmlerinin görsel efektleriyle ilgilenmiş Bill Maher’ın yönettiği ilk film olması ile de ilginç bir yapım kendisi. Maher'in adı geçen filmlere harcadığı emek düşünülünce, bu bağımsız drama getirdiği yoruma sağladığı adaptasyon hiç sırıtmıyor.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Into The Abyss (2011)


Yönetmen: Werner Herzog

Belgesel sevdalısı Alman sinemacı Werner Herzog, Into The Abyss ile bu defa idam cezası üzerine eğiliyor. 2001 yılında üç kişiyi öldürmek suçundan hüküm giyen ve 1 Temmuz 2010’da idam edilecek olan Michael Perry ile müebbet hapse mahkum edilmiş suç ortağı Jason Burkett üzerinden suç ve ceza muhasebesi yapıyor. Herzog’un, idamına 8 gün kala cezaevinde ziyaret edip konuştuğu Michael Perry’nin suçu işledikten 10 sene sonraki halini, geçmişe ve ölüm cezasına bakışını da inceleyen belgesel tipik Herzog unsurları taşıyan nitelikte. Daha Perry ile ilk konuşmaya başladığı andan itibaren “sen bir suçlusun, seni sevmek zorunda değilim ama insan olduğun için sana saygı duyuyorum ve idam cezasına karşıyım” diyen Herzog, genel olarak belgeselini de bu anlayışla kurguluyor.

Werner Herzog 2001 yılında işlenen korkunç cinayetlerin izini sürüp sürece bir şekilde dahil olan isimleri karşısına alarak kritik sorular yöneltiyor. Bir hiç uğruna öldürülen bu insanların yakınlarına sessiz ve derinden baskı kurarak acılarını kaşıyor. Hatta mizansene kaçıp kurbanların çerçeveli fotoğraflarını konuşmacıların eline tutuşturarak kamera karşısında ağlamalarını sağlıyor. Öte yandan Perry ve Burkett ile yaptığı konuşmalarla da insanoğlunun yaptığı seçimlerin hayatlarını ne ölçüde etkilediğinin altını çiziyor. İster sistem kurbanı olsun, isterse kendi hür iradesinin bu hatalı seçimleri olsun, insanı başka bir insanın hayatını elinden almaya iten nedenleri anlamaya çalışıyor. Bunu seyircisine de doğrudan hissettiriyor. Girişteki uzun rahip sohbeti ve meslek hayatı boyunca 125 kadar infaz gerçekleştirdikten sonra bir infaz sonrası yaptığı işi sorgulamaya başlayan, nihayetinde emekliliğine az bir zaman kala istifa eden eski idam mangası şefinin anlattıklarıyla ölüm cezasının tartışılması gereken yönünü de ihmal etmiyor.


Yalnız Perry ve Burkett’in, hatta hayatı hapislerde geçmiş baba Delbert Burkett’in konuşmalarındaki kabulleniş, bu insanların sahip olduklarını iddia ettikleri pişmanlıkları gölgelemiş gibi görünmekte. Herzog aslen onlara hem birer suçlu gibi, hem de insan olarak bakmamızı istiyor. Ama bu bakışa kurban yakınlarının sahip olamayacağını da biliyor. Elinden geldiği kadar objektif ve sağduyulu bakmaya çalışıyor. Yine de idam cezası gibi hararetli tartışmaların odağı bir konuda tuttuğu taraf belli. Filmi izlerken “acaba kurbanlardan biri Herzog’un oğlu olsaydı ne düşünürdü” diye basit bir karşı fikir üretmeye çalışmamak gerek. Öte yandan Perry ve Burkett gibi iki işe yaramaz adamın zamanında insanlıklarını unutup üç cana kıymalarının bedeli tam olarak ne olmalı diye de derin derin düşünüyoruz. Sırf insan olarak dünyaya gelmiş olmak bir anda her şeyin özrü olabiliyor. Aynı zamanda yasalar ve onun koruyucuları da seramoni eşliğinde cana kıyabiliyorlar.

Werner Herzog iki tarafına da bakmaya çalıştığı madalyonu derli toplu bir kurguyla ama zaman zaman tempo yitirerek sunuyor. Ancak düşük tempo, sahip olunan gerginliğe ve drama da kısmen katkı sağlıyor. Yine de filmin verdiği esler çok göze batıyor. Herzog’un yaşından beklenen bir didaktik tutum da öyle. Mesele didaktik olmaya elverişli bir zeminde durduğundan, bundan kaçınmak zor olurdu. Lakin bu adamların varlıkları bile tek başına ibretlik bir durumken bir de üstüne hümanist okumalar, onların bir kaybeden olduklarına, daha farklı bir hayat içinde daha farklı birer birey olabileceklerine dair yapılan imalar, suç ne olursa olsun ölüm cezasının yanlışlığı üzerine ısrarlar belgeseli ayrıksı bir hale getirmiyor. Annesi ve erkek kardeşi Perry tarafından öldürülen Lisa Stolter-Balloun “bazı insanlar yaşamayı hak etmiyor” derken, Perry’nin son günlerini nasıl geçirdiğinin, Burkett’in yeni bir hayata başlama ümitlerinin (hele de o saçma sapan evliliğinin), bugüne dek 8 kişiyi öldürmüş Delbert Burkett’in pişmanlık zırvalarının pek önemi kalmıyor.

11 Ocak 2013 Cuma

Lawless (2012)


Yönetmen: John Hillcoat
Oyuncular: Tom Hardy, Shia LaBeouf, Jason Clarke, Jessica Chastain, Guy Pearce, Mia Wasikowska, Gary Oldman, Dane DeHaan, Lew Temple, Marcus Hester, Noah Taylor, Tim Tolin
Senaryo: Nick Cave
Müzik: Nick Cave, Warren Ellis

2005’te The Proposition gibi şahane bir western çıkaran John Hillcoat ve Nick Cave dostluğu, Lawless ile ikinci meyvesini veriyor. Yalnız Lawless çeşitli yönleriyle bu defa hedefi vurmakta sıkıntılar yaşayan bir yapım. Filmde Shia LaBeouf’un canlandırdığı Jack Bondurant’ın torunu olan Matt Bondurant’ın dedesinin anlattıklarından yola çıkarak yazdığı The Wettest County In The World romanından Nick Cave’in senaryosunu yazdığı Lawless, 1931’de içki yasağı sırasında Franklin / Virginia’da kendi ürettikleri kaçak içki işindeki Jack, Forrest ve Howard Bondurant kardeşlerin gerçek hikayesini anlatıyor. Bu pazardan pay kapmak isteyen yozlaşmış Eyalet Başsavcısı ve adamlarına karşı kimsenin gösteremediği direnişi gösteren Bondurantlar, pek çok senarist / yönetmenin ağzının sulandıracak kapasiteye sahip. Fakat belki de bu işin altına girmesi seyirciyi en çok sevindirecek iki isim arasında olan Hillcoat ve Cave, ana hatlarıyla iyi bir film ortaya koymalarına rağmen The Proposition gibi karakterli, kederli ve epik bir film yerine köşeleri belirgin, daha iddiasız, daha kestirilebilir tercihler sergiliyorlar.

Aslında film genel olarak akıyor, çoğu anda sarkmıyor, sıkmıyor. Ancak zaman zaman karakterleri daha özümsetebilmek, dönem şartlarında illegal işlere bulaşmış tarafların birbirleriyle olan problemlerini gerçekçi bir gerilimle sunabilmek için pozitif manada biraz sarkması da gerekiyor. Sık sık sezilen aceleci yaklaşım, Hillcoat – Cave ikilisinin The Proposition ile yükselttikleri çıtanın hayli gerisinde kalıyor. Karakterlerin, özellikle Bondurant kardeşlerin ele alınışı dengeli değil. Forrest fazla cool takıldığı için, Howard’da yancı misali fazla geri planda bırakıldığı için meydan, her an başını belaya sokabilecek toyluğuyla, etrafa korku salan bir gangster olma hayalleriyle ve sevimli Amiş kızı Bertha ile olan gönül ilişkisiyle en küçük kardeş Jack’e kalıyor. Bunda hikayeyi anlatanın Jack Bondurant, onu kaleme alanın da torunu Matt Bondurant olmasının etkisi vardır mutlaka. Yine de Nick Cave’in Bondurant romanına bağlı kalmasındansa, Bondurant gerçeğinden esinlenerek özgürleşmesi ve özgünleşmesi çok daha olumlu sonuçlar verebilirdi.


Üç kardeşin dengesiz dizilişi yanında filmin diğer karakterlerinde de beklenenin aksine havada kalmışlık ya da fazla şablonsu duruşlar görülmekte. En başta Gary Oldman’ın canlandırdığı efsane gangster Floyd Banner’ın filmde çok az ve etkisiz bir konumda bulunması hevesleri kursakta bırakabiliyor. Aynı şekilde Jessica Chastain gibi iyi bir oyuncunun sadece ana karakterin hatunu olarak kalması, Mia Wasikowska’nın da benzer bir geri hizmete reva görülmesi, günümüzün bu popüler aktrislerinin yalnızca isimlerinden faydalanıldığı hissi uyandırıyor. Lawless’i en cazip kılan özelliklerden biri (hatta bana göre en iyisi) olan Hillcoat’ın fetiş oyuncusu Guy Pearce’ın canlandırdığı Charlie Rakes müthiş bir kötü adam tipi çizmesine karşın, o da filmin kendini özümsetmekten imtina eden aceleci yanından nasibini almakta. Yine de yer yer karizmasıyla seyirciye yabancılaşan Tom Hardy’den ve hiperaktifliğiyle filmi gereğinden fazla şişiren Shia LaBeouf’tan çok daha usta bir yorum sunuyor Guy Pearce.

Lawless, sahip olduğu gerçek olaylara dayanan konusuyla rahatlıkla bir Coen filmi de olabilir, belki Charlie Rakes’ten başka bir Anton Chigurh çıkarılabilirdi. Ama John Hillcoat filmi olmasında da hiçbir problem olmazdı diye de düşünebilirdik. Bu anlamda Lawless beklenmedik biçimde hafif kalan bir film. Hani normalde iyi ama Hillcoat’a göre zayıf kabilinden. Cormac McCarthy romanı uyarlaması The Road da özellikle atmosfer yönünden güçlü bir film olmasına rağmen The Proposition’ın gölgesinde kalmaktan kurtulamamıştı. Bu durumda Hillcoat’a iyi gelen şey Nick Cave’di diye düşündük. Beklenen buluşma Lawless ile gerçekleşti. Bu durumda Hillcoat’a iyi gelen şey de bir parça belirginleşti: Bir roman uyarlamasından çok özgün bir Nick Cave senaryosu!

8 Ocak 2013 Salı

V/H/S (2012)


Yönetmenler: Matt Bettinelli-Olpin, David Bruckner, Tyler Gillett, Justin Martinez, Glenn McQuaid, Ti West, Joe Swanberg, Chad Villella, Adam Wingard
Oyuncular: Calvin Reeder, Lane Hughes, Adam Wingard, Hannah Fierman, Mike Donlan, Joe Sykes, Drew Sawyer, Jas Sams, Joe Swanberg, Sophia Takal, Norma C. Quinones, Drew Moerlein, Jeannine Elizabeth Yoder, Helen Rogers, Jason Yachanin
Senaryo: Simon Barrett, Matt Bettinelli-Olpin, David Bruckner, Tyler Gillett, Justin Martinez, Glenn McQuaid, Ti West, Nicholas Tecosky, Chad Villella

Beş yönetmenin ve dört yönetmenden oluşan Radio Silence ekibinin kısa film çalışmalarının toparlandığı V/H/S, artık yeni bir tür haline gelen ama son yıllarda iyice cılkı çıkarılan “found footage” denemelerinden oluşan bir film. Çevreye türlü zararlar veren, bu eylemlerini VHS kamerayla çeken ve görüntüleri başkalarına satan bir grup serserinin görüntüleriyle başlıyor film. Derken bilinmeyen biri tarafından bir evde tutulduğu öğrenilen özel bir kaseti bulmaları için kiralanan serserilerin eve girişleriyle devam ediyor. Evde koltuk üstünde bir ceset ve yüzlerce VHS video bulan bu adamlar, aradıkları özel kaseti bulmaya çalışırken rastgele seçtikleri beş farklı kaset izliyorlar. Doğaüstü olaylarla, snuff görüntülerle, hayalet, kan, panik ve çığlıklarla dolu bu kasetleri onlarla beraber biz de izliyoruz. Her kasetin bitiminde serserilerin kaseti aramaya devam ettikleri karanlık ve tekinsiz eve geri dönüyoruz. Çünkü o evde de tuhaf şeyler dönüyor.

Ancak V/H/S, found footage keşfini ayağa düşürenlerden farklı olarak şaşırtıcı biçimde “buluntu” oluşunun altını doldurabilen bir film bana göre. Serserilerin tek bir kaseti aradıkları karanlık ve gizemli evi merkez edinen film, onların izledikleri kısa çekimlerdeki inanılmaz olayların yarattığı korku ve merak duygusunu körükleyen başka kanallar açmayı, o filmler hakkında seyircinin kafasına çeşitli sorular sokmayı çoğu zaman beceriyor. Bu filmlerden bazılarının klişelerden beslenen yapılarına karşın, bazılarının da oluşturduğu kasvetli ve ürkütücü amatörlükleri o soruların zeminini sağlamlaştırıyor. Seyircide bu filmlerin bir önceye ve sonraya sahip olduklarının farkındalığını yaratabiliyorlar. Mesela Amateur Night’taki utangaç Lily’nin aslında “ne” olduğunu, nereden gelip, filmde gördüklerimizden sonra da akıbetinin ne olduğunu merak etmemek elde değil. Second Honeymoon’da her şeyin bir gecede nasıl kabusa dönüştüğünden ziyade, mutlu görünen çiftin hiç görmediğimiz geçmişinde neler yaşandığına kafayı takmak olası. The Sick Thing That Happened To Emily When She Was Younger’daki akıllara zarar tezgahın aslında acımasız bir döngü olduğu fikri de gayet yaratıcı.


Yaratıcılıktan söz açılmışken, V/H/S’nin buluntu filmlerdeki kamera kullanımı meselesi üzerine geliştirdiği bazı fikirler için de belli bir yaratıcılıktan bahsetmek mümkün. Örneğin korkunç olayları birebir yaşayanlardan birinin kameralı gözlükle (Amateur Night), bir diğerinin Helloween kostümüne yerleştirdiği minik kamerayla (10/31/98) seyirciyi gerçek anlamda P.O.V. (point of view) konumuna geçirmeleri, en zorlu panik anlarında bile kamerayı elinden düşürmeyenlerin düştüğü mantık hatalarını kurnazca bertaraf ediyor. Her ne kadar paranormal klişeleri kullanıyor gözükse de, web kamerasıyla müthiş bir gerilim yaratıp ters köşe yapan bir başka fikri de (The Sick Thing That Happened To Emily When She Was Younger) atlamamak gerek. Zorlama biçimde kamerayı elinden düşürmeyen tavrına rağmen Second Honeymoon’un “twilight snuff” çarpıcılığını da öyle. En zayıf halka olarak gördüğüm Tuesday The 17th, hem slasher klişesini diğer filmlerin kendi kulvarlarında yaptığı gibi zekice farklılaştıramadığı, üstelik kamera kullanımındaki mantıksal zafiyetleri fazla göze soktuğu için gereksiz olmuş.

V/H/S’nin gövdesinden çıkan bu beş filmin kendi tutar / tutarsızlıklarından yarattıkları kimi zaman sıkıcı, kimi zaman kara-komik biçimde eğlenceli, kimi zaman da ürkütücü (hatta korkutucu) dokunuşlarından başka, o gövdenin kendisiyle ilgili tartışılacak pek çok gizem ortaya koyduğu da bir gerçek. Bu beş film öyle bir gövdeden çıkıyor ki, artık çoktan kabak tadı vermiş Paranormal Activity sürüsünün ıkınmalarından çok daha geniş bir devam serisine kapılar açılıyor. Zira gövde dediğimiz o kasetlerle dolu evde daha izlemediğimiz neler vardır diye düşünmeden edemiyoruz film bittiğinde. Sorular bununla kalmıyor. Serserileri istediği video kaseti bulsunlar diye o eve kim yolladı ve aradığı kasette ne vardı? O kadar kaseti kim, nasıl toplayıp o eve istifledi? Evdeki ceset kim? Bu soruların cevapları V/H/S devam serilerinde yanıtını bulur veya lastik gibi sündürülür. Ama iyi bir başlangıç yapıldığı kanaatindeyim. Zira devam filmleri için oluşturulmuş bu sağlam zemin üzerine korku gerilim fikirlerini amatör bir yaratıcılık ekseninde sürdüren underground yönetmenler için serbest oyun alanı yaratılmış. Amateur Night ve 10/31/98 gibi fantastik, Second Honeymoon gibi gerçek bir kesit, The Sick Thing That Happened To Emily When She Was Younger gibi sağ gösterip sol vuruş benzeri yeni fikirler sunduğu müddetçe kendi adıma sıradaki V/H/S filmlerine itirazım olmaz.