25 Şubat 2010 Perşembe

Crossing The Bridge: The Sound Of Istanbul (2005)

Yönetmen: Fatih Akın

Konfuçyus der ki: Gittiğiniz bir yerdeki kültürü, derinlikleri, sığlıkları anlamak için o ülkenin müziğini dinleyin. Bu cümleyle açılan Crossing The Bridge: The Sound Of İstanbul, çekim aşamasında çok heyecanlandığım bir belgeseldi. Fatih Akın, İstanbul’un müzik mozaiğini inceleyeceği bu belgeselde, geçmişten günümüze uzanan Türk müzik evriminin rotasını, farklı kulvarların köşetaşı isimlerinin kılavuzluğunda masaya yatıracaktı. En azından ben böyle bekliyordum. Üstelik bu inceleme 90 dakikaya sığacaktı. Rahatlıkla uzun soluklu bir belgesele dönüştürülebilecek bu projeyi 90 dakikada çekmek, aynı zamanda birçok feragati de beraberinde getiriyordu. Denenmemiş ve iyi niyetli bu operasyondan hiç memnun kalmadım açıkçası.

Bedava sunulsa dahi talep etmeyeceğim Einsturzende Neubauten isimli, aslında müzik değil sesler üreten avantgard bir grubun basçısı olan Alexander Hacke, bilgisayarı ve gerekli ekipmanlarıyla İstanbul seslerini kaydetmek, farklı kültürlerin farklı seslerini incelemek için İstanbul’a geliyor. Halbuki hiç de öyle durmuyor. Film boyunca içip arada bir Fatih Akın’ın kamerasına gözüküyor o kadar. Ne yani, şimdi bu adam o seslerin peşine düşmüş bir müzik aşığı, o seslerin analizini yapıp sosyo-kültürel çıkarımlarda bulunabilecek bir müzik adamı mı? Zaten işi bitince “Ben bu İstanbul’dan bir şey anlamadım” diyor. O zaman bu izlediğim neydi? Bir kere bu arkadaş yerine neden kendin sunmadın? Onun bu müzikal keşif amaçlı seyahate çıktığına inanmamı bekliyorsan devam et! Olmadı kafa sesi kullansan daha şık dururmuş.


Fatih Akın onca yere gitmiş, onca insanla konuşmuş, iyi de hani çıkarımları? Bir kere en başından alırsak bu belgeselin amacı nedir? Bana kalırsa kendine favorilerinden oluşan karışık bir kaset doldurmuş. Doğu-Batı sentezinin bir potada yoğrulması, müzikal akrabalıklar, hoşgörüler, geleneksel-modern ilişkisi, İstanbul’un müzikal yelpazesini oluşturan etnik çevreler, hepsi bir şekilde var ama içleri o kadar boş ki. Analiz, yorum, tanıklık, eleştiri, tarihsel bağlantılar nerede? Bu bir belgesel değil kesinlikle. Fatih Akın’ın eş-dost ortamıyla ve gençliğinin idolleriyle hoşça vakit geçirdiği, onların enstrumanlarını ve yorumlarını kameraya çektiği, turistik öğeleri bünyesinde bolca barındıran, Almanya’ya dönüşte arkadaşlarına vereceği bir “souvenir”. Müzisyenlerin seçimine hiçbir itirazım yok. Ama onlar da bizim için yeni bir şey söylemiyorlar. Bahsettikleri sorunlar, kimlik arayışları, müzikal tercihleri zaten biliniyor.

Ceza, Duman, Baba Zula, TV’deki müzik programlarına daha anlamlı şeyler söylemişlerdi. Burada konuşmamış da, sanki konuşturulmuş gibi eğreti bir duruşu benimsemiş veya amiyane tabirle geyiğe sarmışlar. Erkin Koray’ın zaten bildiğimiz otorite karşıtı duruşu (hele zavallının birinin, Koray’ın kızını okula göndermeyişini matah bir şeymiş gibi ağzı sulanarak dile getirmesi), Ceza’nın veli toplantısına gelmiş gibi konuşan babası, Orhan Gencebay’ın arabesk tanımı, Mercan Dede’nin Fatih geçiyordum uğradım, hadi bir de beni çek!” dercesine filme o çok methedilen derinliğinden bir gram bile katmayışı, rap ve hip hopçu gençlerin anlaşılamama serzenişlerini teenage bunalımı tadında dile getirmeleri hiç yenilik içermiyor. Aynur ve SiyaSiyaBend ile sistem eleştirisine girip, hatta 12 Eylül’den bile bahsetmeye çalışarak tarihsel hassasiyet gösterisinde bulunmaya çalışması da yine bu içi doldurulmamışlık yüzünden hiç samimi durmuyor. Oysa bu sözde belgesele derinlik katmak o kadar anlamlı olurdu ki. Müzik üzerinden o kadar çok zenginliğe ulaşılabilir, o kadar geniş ufuklara yelken açılabilirdi ki. İstanbul’un müzikal sofrasını temsil edecek bir yapım olmayı kesinlikle hak etmediğini düşünüyorum. Bunu saymayız. Birileri çıksın adamakıllı 10-20 bölüm neyse şu işi bize anlatsın. Ama bizi bize anlatmasın lütfen.


Şayet Fatih Akın’a buna benzer eleştiriler gelmişse, muhtemelen savunması “müzik kendini anlatıyor zaten” olmuştur. Müzik her zaman kendi kendini anlatır, orada sorun yok. Müziğin her şeye cevabı hazırdır. Hatta müzik en hazırcevap sanattır. Ama müziği bir belgesele konuk olarak seçiyorsan, ona öyle sorular sormalısın, altyapıyı öyle sağlam kurmalısın ki, müzik de ona göre gardını alsın. Sorular, amaçlar, seçimler ne kadar net olursa, müzik de seni alır sosyoloji, tarih, felsefe, antropoloji, coğrafya, diyar diyar gezdirir. Hem de hiç didaktik ve sıkıcı olmadan yapar bunu. Hacke bize “şu kişi, şu müziği yapıyor, öbürü şuraya takılıyor, ben bas çalıyorum, Orhan Gencebay arabeskin kralıdır” türü açıklamalarda bulundukça bu yapımın “Yeni Başlayanlar İçin Türk Müziği” yolundan gitmeyi seçtiğini düşünüyoruz. Keşke o yola da girebilse, ama metinsiz veya yaratıcı doğaçlama eksikliği, filmi ifade özürlü hale getiriyor. "Belki biz içeriden baktığımız için bu kadar yavan geliyordur" savunmasına da cevabım var:

Filmi izleyecek bir yabancının otantik bulacağı pek çok unsur var. Ancak benim anladığım kadarıyla bu belgeselin amacı, Fatih Akın’ın sevdiği veya otorite kabul ettiği isimlerin albüm promosyonlarını yapmak değil. Bu isimleri altı oyulmuş biçimde göstermektense, yenilerin karizmasına, eskilerin efsaneliğine şiddetli vurgular yapılmalı, yabancıların da bu efsanelerin heybetine hayranlık duymaları sağlanabilirdi. Ben bir yabancı olarak Erkin Koray’ın kim olduğunu niye bir soytarıdan dinlemek zorunda kalayım? Sezen Aksu klipleri zaten hergün TV’de. Yanmışım Ben adlı, bana göre berbat bir klipten sonra, bir klip daha çekmeye ne gerek vardı? Sezen Aksu’yu çekmeye doyamadığın anlaşılır, ama bari konuştursaydın. Müzeyyen Senar gibi bir deryayı, bir yabancı olarak bana böyle anlatacaksan hiç anlatma daha iyi. Hem nerede bu yahninin patatesi, soğanı? Tarkan’ın adı var kendi yok. Hem pop furyası nerede? Filmin başında “bir ülkenin derinliği ve sığlığı...” demişti Konfuçyus, sığlık niye pas geçiliyor? Orada da yüklü malzeme var ama Fatih’in ya haberi yok, ya da görmezden geliyor. Müslüm’ün duvarda ismi var cismi yok. Anlatsana bir zamanların en tu kaka arabeskçisinin şimdilerde sosyetenin, entelejansiyanın yere göğe sığdıramadığı bir ikona dönüşümünü. İstanbul Blues Kumpanyası, MFÖ, İbrahim Tatlıses, Mor ve Ötesi, Burhan Öçal, Roxy benzeri müzik yarışmaları, dansöz kültürü vs. vs...


Biraz da filmin artılarına değineyim. Zaten hepsi performansa dayalı şeyler. Alışık olunmadığı üzere dinamik bir Duman (İstanbul), Ceza’nın kalesinde devleştiği (Holocaust), Akın’ın Duvara Karşı müziklerinde de beraber çalıştığı Selim Sesler ve her biri üstün yeteneklere sahip grubunun canlı performansı, Aynur yorumu (Ehmedo) ve sondaki görsel güzelliğe de sahip Baba Zula-Brenna MacCrimmon düeti (Cecom) benim beğendiklerim. Filmin başlarında bir iki kez yapılmış eski Türk filmlerinden yapılan alıntılar biraz daha fazla olsaymış keşke. Bir de, yine baş taraflarda adını ve ünlü olup olmadığını bilmediğim bir şahısın cümlesi beni güldürürken düşündürdü: Zeki Müren-Pink Floyd aynı anda duyunca ne ondan zevk aldık, ne ondan. Şimdi arayı bulduk.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder