3 Şubat 2009 Salı

The Curious Case of Benjamin Button (2008)



Yönetmen: David Fincher

Oyuncular: Brad Pitt, Cate Blanchett, Taraji P. Henson, Julia Ormond, Jason Flemyng, Tilda Swinton, Jared Harris, Phyllis Somerville, Mahershalalhashbaz Ali, Elias Koteas

Senaryo: Eric Roth

Müzik: Alexandre Desplat

Birinci Dünya Savaşı'nda oğlunu kaybeden kör bir saatçi tren istasyonuna yaptığı bir saati geri işlenmesi üzerine kurar, gidenler belki geri döner düşüncesiyle... Bu saat bir mucizeye sebep olur ve 1918'de savaşın bittiği gün doğan Benjamin Button'un hayat saati tersine işler. O 80'lerinde bir yaşlı olarak doğmuştur ve hayatı bir bebekliğinin ulaşabileceği ilk evresinde son bulacaktır. Benjamin tersine giden gelişmesinde ortama ayak uydurmaya çalışırken daha küçük yaşlarda bir kıza aşık olur. İlk önceleri kendi yaşlı görüntüsünden dolayı ondan uzak kalmaya çalışırken yaşları birbirlerini yakaladığında mutluluğu bulur ama ikisinin de daha gideceği yol vardır.



Bazı filmler (hele de yönetmeni David Fincher olursa) karşısına son derece hazırlıklı otururuz. Etraftan duyduklarımız, okuduğumuz eleştiriler, aday olduğu, ödül aldığı çeşitli kategoriler, gözde oyuncular, epik kumaşı ve daha pek çok geçerli sebep, ister istemez o filmi beğenmeye hazırlıklı hale getirir izleyeni. The Curious Case of Benjamin Button da o filmlerden. Yani kendi açımdan baktığımda, izlemeden evvel “beğenmek zorunda” hissettiğim filmlerden. Bunun en önemli nedeni ise David Fincher... Kariyerinde barındırdığı modern klasikler sayesinde yaptığı her işiyle ilgi uyandıran Fincher ve onun çalışma şekli konusunda Zodiac sonrası izlediğim bir programı hatırlıyorum. Film gösterime girdiği sırada izlediğim bu yorumlarda, filmin bence tek zayıf halkası olan Jake Gyllenhaal, David Fincher’ın titizliği üzerine bir örnek veriyordu. Fincher’ın bir karikatüristi canlandıran Gyllenhaal’un ceketinin iç cebine koyduğu kalemleri sık sık kontrol etmesi, kurşun kalemlerle tükenmezleri ayırması, hatta Gyllenhaal’dan çekim sonrasında da o kalemleri iç cebinde taşımaya devam etmesini istemesi belki bu titizliğe biraz da hastalıklı bir örnek gibi gözükebilir. Doğruluğu da aktörün söyledikleriyle sınırlı. Ama aslında garipsenecek bir durum değil. Çünkü o detaycılık, Fincher’ın filmlerinde bize yansıtmayı hedeflediği ve başardığı tamamlayıcılık, motivasyon, farklı yaşam alanları hassasiyetlerini kusursuz biçimde iletiyordu. Yenilikçi, disiplinli, duyarlı, tutkulu, tekinsiz bir profesyonel David Fincher. The Curious Case of Benjamin Button öncesinde çektiği Zodiac’ın tek dönem filmi suretinde oluşunun, 70’lerden başlayarak on yıllık dönemlere yayılan sinematografik seyrinin altından ustaca kalkmasının yeni filmindeki yansımalarından kimse kuşku duymuyordu. Zaten bana göre Fincher’ın kusursuz hakimiyeti yanında bu filmin en büyük başarısı Claudio Miranda’nın sinematografik duyarlılığı. Bu iki ismin dışında kalan herkes ve her şey çeşitli unsurlar tarafından eli kolu bağlanmış hizmetkarlara benziyor.

The Curious Case of Benjamin Button, aynı Eric Roth kaleminden çıkma Forrest Gump ile karşılaştırılıyor. Oysa sadece odağına aldığı sıra dışı karakterlerin ileriye ya da geriye sürdürdükleri hayat yolculuğunun ışığında yaşadıkları / yaşattıkları birtakım uyanışlar dışında fazla ortak yanı bulunmayan iki filmden / karakterden söz ediliyor. Tabii bu söylediklerim iki filmin de ortak varoluş gerekçeleri olabilir. Ama bir karşılaştırma varsa, bana göre onun galibi belli: Forrest Gump! Benjamin’in hikayesi Forrest’a göre çok daha ilginç, katmanlı, fantastik ve hassas. Forrest sadece Amerikan tarihinde nerede durduğunu bilmeden yol aldığı hayat yolculuğu ile evrensel bir boyut yakalarken, Benjamin ise sadece yıllar ileri aktıkça gençleşen, gençleştikçe tek aşkı Daisy’yi farklı dönemlerde aynı sevgiyle seven mülayim bir adam olarak karşımıza çıkmakta. Onun yakaladığı evrenselliğin DNA analizlerini yapabilmek için filmin kendisi yeterli değil. Var olanlar yalnızca şiirsel birtakım olanaksızlıklara hapsoluyor, somutlaşmıyor veya insani duyarlılığa rağmen yeterince iyi işlenmiyor, inandırıcı durmuyor bana göre. Forrest da, Benjamin de aşırı naif karakterler. İçlerinde zerre kötülük yok. Ama Forrest Vietnam’a zorla savaşa gönderiliyor. Orada bize bu anlamsızlık hakkında çok somut eleştiriler sunuyor. Savaştan dönünce üniformasıyla yüzlerce protestocunun önünde, her ne kadar mikrofonun azizliğine uğrasa ve günümüzde hala ne söylediğini merak etsek de bir şeyler söylüyor. Forrest da hayatı boyunca sadece bir kadını seviyor. Ama Benjamin’in aksine Forrest onun için ağlamayı biliyor. Yıllar geçtikçe sevdiklerini birer birer kaybetmeye başlayan, bir sürü dönüm noktası yaşayan Benjamin’de tık yok!



Kaldı ki The Curious Case of Benjamin Button’ın kişisel hayat yolculuğunun Amerikan tarihi fonunda ilerleyişi açısından Forrest Gump ile karşılaştırılması bile talihsizlik bence. Keşke yapabilseydi. Oysa hamuru buna Forrest Gump’tan çok daha müsaitti. Benjamin’in seyahatindeki dönemsel unsurlar, savaş sırasında çalıştığı gemide uydurma bir saldırıya hedef oluşu veya TV’de The Beatles konseri izleyişi ile sınırlanacak kadar sığ biçimde sabitlenmiş, hatta geçiştirilmiş şeylerdi. Kısacası, Benjamin’e nazaran özdeşleşmesi çok daha zor bir karakter olan Forrest ile çok daha yoğun bir samimiyet kurulması, bunun tam tersi, belki de bize hayatın sırlarından birini kendine göre özetlemesi gereken (tabii bir şekilde özetleyebilen) Benjamin’in artık bir müddet sonra sinir bile bozabilen ruhsuzluğu karşılaştırma dahi kabul etmemeli. Hele de tüm filmin son derece gereksiz biçimde Titanic formülüyle anılara, günlüklere dayandırılması pekçok senaryo arızalarına yol açıyor. Benjamin'i hiçbir sahnede not tutarken görmüyoruz en basitinden.

Hoşnutsuzluklarımın çoğunun kaynağının adı ise Brad Pitt! Bu filmle nasıl ve neden Oscar’a aday gösterildiğini anlayamasam da, en azından hit bir Fincher yapımında ve yine eski Se7en + Fight Club yıllarında gösterdiği yetkinlikten ötürü, artık bazı anlarda hatır-gönül ilişkisine dönmüş adaylık-ödüllük tercihlerden dolayı (Bkz. The Departed) garipsemediğim Brad Pitt duruşunun hizmet ettiği (duruşu diyorum, çünkü ortada oyun değil, kusursuz bir duruştan başka bir şey göremedim maalesef) Benjamin’in tersine yaşlanışında hiç sorun yok. Zaten harika makyaj teknikleri birçok şeyi hallediyor. Fakat keşke Eric Roth, eski çocuğu Forrest için biçtiği insani kırılma noktalarını biraz daha derine inmek suretiyle Benjamin’in iç dünyasına da adapte etseymiş. Çünkü ölümler, ayrılıklar, sürprizler hiçbir şekilde Benjamin’i (ya da Brad Pitt’i) etkilemiyor sanki. Benjamin ağlasın, şaşırsın, sevinsin, kızsın istiyorum. Ama hiçbiri yok. Kırıntısı bile yok. Nerede Se7en’ın finalindeki şaşkın isyana, nerede Fight Club’ın genelindeki umarsız hırçınlığa can veren Brad Pitt? Elbette hepsi farklı ruh halleri. İyi de aynı şaşkınlıktan, orada olmama halinden Tom Hanks’in ortaya çıkardığı ile Brad Pitt’in çıkaramadığı arasındaki farkı görememenin özrü nedir?



Hemen söyleyeyim: David Fincher! Çünkü ortada bir Fincher filmi olmasa da, Oscar normlarına göre tasarlanmış bir film var. Birtakım gerçekleri görmezden gelmemizden, en başta söylediğim “hazırlıklı” halimizden nemalanmakta olan bir film var. The Curious Case of Benjamin Button bu yüzden benim için değil yılın en iyi filmi olmak, yılın en iyi 10 filmi arasına bile zor girer. Bir Fincher filmi için bunu söyleyeceğimi düşünmezdim. Hatta Slumdog Millionaire’i görmeden evvel sırf geçmişi hatırına sadece “En İyi Yönetmen” ödülünü alsın istiyordum. Ama işin içine Jamal ve Forrest'ın unutulmaz hikayeleri girince artık aynı değilim. Bu yıl Danny Boyle'a çok daha fazla inanıyorum. Çünkü bence tüm o olağanüstü Fincher niteliklerine, sanatsal anlamdaki teknik üstünlüklere, ustalıklara rağmen bu film için ortada bazı gereksiz Fincher tavizleri gördüm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder