11 Kasım 2010 Perşembe

Death Sentence (2007)


Yönetmen: James Wan
Oyuncular: Kevin Bacon, Kelly Preston, John Goodman, Stuart Lafferty, Jordan Garrett, Garrett Hedlund
Senaryo: Brian Garfield, Ian Jeffers
Müzik: Charlie Clouser

Nick Hume (Kevin Bacon) istikrarlı, rahat bir yaşamı olan sade bir vatandaştır. Bir sigorta şirketindeki orta kademe yöneticiliği yapmakta, güzel eşi Helen ve ergenlik çağındaki iki oğlu Brendan ve Lucas ile ilgilenmektedir. Hume ailesi banliyö mutluluğunun somut bir örneği olan orta sınıf bir ailedir. Bir gece Brendan’ın hokey maçından dönen baba oğul, durdukları bir benzin istasyonunda saldırıya uğrarlar. Brendan’ı vahşice öldüren serseriyi kendi çetesi bırakıp kaçar. Yakalanan katilin 2 veya 3 yıl ile kurtulacağını öğrenen Nick, mahkemede katil aleyhinde tanıklık yapmaktan son anda cayar. Çünkü katil ve onun bağlı olduğu çete ile ilgili başka planları vardır.


Death Sentence, Brian Garfield’in aynı adlı romanından uyarlanmış bir intikam hikayesi. O Garfield, 1974 yılında yazdığı bir başka romanından uyarlanan Death Wish filminde de benzer bir temayı işlemiş, Charles Bronson’un canlandırdığı sade Amerikan vatandaşı Paul Kersey’in sokak serserileri tarafından öldürülen karısının intikamı için New York sokaklarında insan avına çıkmasını konu edinmişti. Daha sonra bu kez Garfield’ın sadece karakterlerini tasarladığı 4 adet Death Wish devam filmi daha çekildi. Bu temayı çok sevdiği belli olan Garfield’ın 2000’li yıllara kadar uzanmış geleneğinde değişen pek bir şey olmadığını Death Sentence ile görebiliriz. 70’li yıllardan günümüze kadar gelmiş, geleceğe de uzanacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek olmayan bu intikam temasının haliyle artık çok fazla klişe olduğu tartışılmaz. Ama bu tür filmlerin hala belli bir izleyici kitlesini peşinden koşturmasına, yeni hayranlar edinmesine şaşmamak gerek. Çünkü özellikle metropol veya banliyö hayatının mutlu aile atmosferini parçalayan bir trajedinin telafi edilme şekli ile, ya da tamamen intikama olan bakış açımız göz önüne alındığında karakterlerle özdeşlik kurmak iyi bir aksiyon/gerilim filmi bünyesinde çoğu kez kolay olmuştur.

Temelde formül çok basit: Orta sınıfa mensup sade bir vatandaşın sevdiği insanı veya insanları kötülüğe kurban vermesinin ardından içine düştüğü ikilem sonucu değişim geçirmesi, adaleti ödeşmede araması. Sağlıklı olsun veya olmasın, adaletin istediği biçimde tecelli etmemesini hazmedemeyen bireyin, kendi içinde o zamana dek fark edemediği yabancının ortaya çıkması ile öldürmeye başlaması. Tabi arada ufak tefek yan dramlar da olsa fena olmaz. Mesela Death Sentence’da olduğu gibi, ailenin altın çocuğu, elini attığı alanlarda bir numara olmuş Brendan’ın gölgesinde kalan küçük kardeş Lucas tarafından kıskanılması. Yine de bunların öykünün iç dinamiğine pek katkısı yoktur. Bu basitliğin zamanla kısır döngüne, vasatlığa, kalitesizliğe yol açması şaşırtmamalıdır. Nihayetinde defalarca elden geçirilmiş bu tip intikam teması etrafında dönen bir konudan bahsediyoruz. Tam bu noktada devreye anlatım biçimi giriyor. Yönetmen seçimini yapmak zorunda. Klasik anlayışa uygun bir hava mı sergileyecek, türler arası bir stil arayışına mı girecek, yoksa kendi tarzını oluşturma yolunda özgün olma çabasıyla radikal çözümler mi üretecek. İşte Garfield’in klasik anlayışa meyilli romanını uyarlama görevi, son yılların en stilize, en zeki gerilimlerinden biri olan ve ikinci sınıf devam filmleriyle istismar edilen ilk Saw filmini Leigh Whannell ile yazıp kendi tarzına göre yöneten genç James Wan’a düşmüş.

Bir David Lynch ve Dario Argento hayranı olan James Wan’ın üçüncü uzun metrajı olarak Death Sentence, bir başka korku-gerilim bekleyen kesim için sürpriz sayılabilir. Çünkü sözünü ettiğimiz 70’lerden gelen klasik intikam maceralarının günümüz normlarına uyarlanması sonucu ortaya çıkan, başı sonu belli bir aksiyon-macera için James Wan ismi ilk akla gelenlerden olmasa gerek. Peki sonuç? Aynen bir önceki cümlede belirtilen bir aksiyon-macera. Ve bu eski hikaye klasik anlamda günümüze nasıl uyarlanmalı ise aynen öyle. Bu klasik tabirinin tipik Hollywood klasikliğine yaslandığı yerler, hızlı kurgunun getirdiği kendi iç mantığına sırtını döndüğü anlar, yukarıda sözünü ettiğimiz başarılı ağabey gölgesinde kalmış küçük kardeş benzeri basit iliştirmeler, hatta John Goodman’ın filmden tamamen çıkarılsa bile hiçbir şey fark etmeyecek gereksiz tiplemesi gibi tasarımlar bulunmakta. Yine de Wan’ın ellerinde gayet akıcı, sürükleyici ve vasatın üzerinde bir aksiyon disiplini olan bir film görünümünde. Katlı otoparkta sonlanan alabildiğine hoyrat takip sahnesinin dinamizmi tuhaf bir coşku yaratıyor örneğin. Bazı çevrelerce Neil Marshall, Alexandre Aja, Eli Roth, Rob Zombie, Darren Lynn Bousman gibi son dönemlerde ivme kazanan gore meraklısı yeni nesil yönetmenlerin de içinde bulunduğu bir güruha dahil edilen James Wan, bu hamlesiyle belki bu yaftanın üzerine yapışmasından endişe eder bir tavır mı alıyor bilinmez. Ama yaratıksız, seri katilsiz, bilmece, bulmacasız, sürprizsiz tipik bir intikam hikayesine adını yazdırmakla kendi limitlerini veya limitsizliğini test ediyor sanki.


Sade bir vatandaşın patlamaya hazır bir bombaya dönüşümünü ele almak çoğu zaman inandırıcılıkla boğuşmak anlamına gelir. Mülayim bir insanın bir anda gözükara bir katile, ya da yine bu senenin bir başka benzer temaya sahip Neil Jordan yapımı The Brave One’daki Erica Bain’in bünyesinde canlandırılmak istenen sokakların kurtarıcısına uzanan süreci dikenlerle doludur. Bir kurban verilmiştir ve hayat devam etmektedir. Serserilerin katlettiği Erica Bain’in sevgilisi gibi Nick Hume’un oğlu Brendan da yok yere öldürülmüştür. Adalet yerini bulmadığında ise seçilen yol her iki karakter için aynı olsa da, ödenen bedeller söz konusu olduğunda Nick’in hasarı daha fazladır. Bu ve diğer başka sebepler yüzünden sanki Nick’in intikamı, Erica’nın intikamından daha sağlam gerekçelere dayalı. Mesele sevgili veya evlat ayırımı değil. Mesele her iki film izlendiğinde daha iyi idrak edilecek başka bir şey.

Birbirine çok yakın duran bu iki film ve iki karakter, kağıt üzerinde büyük şehir paranoyasının doğurduğu bir çıkış arayışından besleniyorlar. Erica’nın biraz da şiirselliğe meyleden şiddet yorumları akla yatkın olsa da, Nick’in ödeşme manasına gelen eşitlik kavramının sebebiyet verdiği kaos vurgusu çok daha gerçekçi. İşte tam da bu yüzden Nick Hume, Erica Bain’den ziyade Tom Stall’a daha yakın sanki. David Cronenberg’in A History Of Violence filminde sıradan bir aile babası olarak tanıştığımız Tom, karanlık geçmişiyle yüzleşmek, hatta ödeşmek için kaosu göze almış bir karakter olarak bu bağlamda Nick ile aynı kaldırımda yürüyor. Sonuç olarak bir Haneke gerçekliği izlemiyoruz ve aile kurumunun üzerine kabus gibi çöken belanın kendi belasını bulmasından haz alıyoruz. Bu belanın başına bela olan kişinin kolaylıkla özdeşlik kurabileceğimiz orta sınıf bir aile babası olması ve o bela ile aynı dilden konuşmaya başlaması yüreğimizi soğutuyor. Yani Erica Bain’in deyimiyle içimizdeki yabancıyı uyandırıyoruz. Ve tuhaf biçimde eşitliğin getirdiği kaos, bizi o karaktere yabancılaştırmıyor, yaklaştırıyor.


Brian Garfield’in intikam mekanizmasından ötürü karşılaştırma durumunda bırakılan Charles Bronson-Kevin Bacon benzemezliği elbet göze batacaktır. Ama o kadar alakasız bir benzetme ki bu, her ikisi de kendi çöplüğünde devleşen kurmacalar olduğundan, geçirdikleri değişimin kabul edilirliği üzerinde fazla durmak da gereksizleşiyor. Bir kere Kevin Bacon filmin kendi doğal klişesi içinde üzerine düşeni kusursuz yerine getiriyor. Geçirdiği insani/fiziki değişim üzerinde ne tür tartışmalar dönerse dönsün, hastaneden kaçtıktan sonraki Nick Hume’a baktıktan sonra gerisi pek önem arzetmiyor. Çok fazla ses getirmiş yapımda oynamamış olmasına rağmen, onun bir nesil sonrasının Christian Bale olduğunu söylemek doğru bir tespit olacaktır düşüncesindeyim. Sleepers’da canlandırdığı pedofil gardiyan tiplemesi bile tek başına onun oyun gücü hakkında bir fikir verebilir. Nick Hume’ün öncesini ve sonrasını çok iyi yansıttığı gibi, başrol tarafından bir film nasıl taşınır sorusunun yanıtını cebinde taşıyor. Yine klişelere sadık kalan bir yorumla Nick Hume’ün bu hayranlık verici dönüşümünü en iyi özetleyen filmin baş kötüsü oluyor.

Final ise, Dead Man's Shoes kadar sıra dışı bir intikam finali olmasa da, sanki 70’lerin alaycı kara finallerine bir gönderme gibi duruyor. Sonuç olarak modern bir metropol westerni olma yolunda sağlam adımları olan, şahsi yorumlara binaen bu adımların bir kısmını özgün olma iddiası taşımadan, türünün klasiklerine saygılı bir üslupla atan bir aksiyon gerilim ile karşı karşıyayız. Klişeler zaten böyle filmlerin olmazsa olmazlarıdır. Mühim olan onların küllerinden bir şeyler çıkarabilmek. Kim ne derse desin, bence Peckinpah bu ufak tefek Malezyalı’yı görseydi belli sebeplerden onunla gurur duyardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder